Öykü yayıncılığına ağırlık veren Yüz Kitap arada romana da göz kırpıyor. İtalyan edebiyatı örneği Bağlar’ın ardından yayınevinin ikinci romanı Meksikalı yazar Cristina Rivera Garza’nın Tayga Sendromu oldu. Banu Karakaş’ın çevirdiği seksen üç sayfalık eseri Latin Amerika edebiyatının tipik bir örneği olarak değerlendirebiliriz.
Esasında çok daha nahif başlayan ve ilk sayfalarda çizginin dışında olduğunu düşündüren roman hikâye ilerledikçe aslına rücu ederek tam bir ‘noir’e dönüşüyor. Aykırı olmaları bu tür kara anlatıların en temel özelliğidir. Gerçeğin sürreal biçimde yeniden yorumlanması okurun metinle özdeşlik kurmasına imkân vermeyebiliyor lakin sıradışılık merak duygusunu kamçıladığından okur adeta metnin terkisinden devam ediyor yola. Kasvetli anlatım insanın içindeki gözden ırak tutulan karanlık köşelere sinerken sürrealist özelliği hayallerin ötesinde soyut bir gerçekliğe açılıyor. Aykırılık demişken, bu tür eserlerde ‘hassas’ okuru zorlayan kısımların bulunacağını belirtmek gerekiyor sanırım.
Metin asıl gücünü bir iddiasının olup olmasından ziyade insanın içindeki aykırı duyuya (duygu değil) dokunuşundan aldığı kanaatindeyim. Yazarın sembolik dili ve gizemli üslubu metnin anlamsal uzamını bir taraftan daraltırken bir taraftan da ucu açık bir anlatıya dönüştürüyor. Okur kendini hikâyenin geçtiği coğrafyanın içinde bularak Tayga Sendromu’yla tanış oluyor. Bir ihtimal, kendinden bir parça buluyor da olabilir.
Tayga coğrafi bir terim. Kuzey yarım kürede yer alan bir orman türüne karşılık geliyor. Bu ormanlar İskandinav ülkelerinden başlayıp Sibirya’ya uzanan bölgede ve Kanada’da görülüyor. Romanın geçtiği yer konusunda bir bölge belirtilmese de bende Sibirya izlenimi bıraktı. Gelelim kitaba ismini veren sendroma. Kitapta aşağıdaki gibi açıklanan sendrom psikolojik/patolojik bir rahatsızlığa işaret ediyor:
“Tayga kesinlikle bir hastalık, bir sendrom. Kimileri, kurtulamayacaklarını bilseler de o yeknesak araziden kaçarlar yine de. Bazı insanlar hızlarını, hedeflerini, ötelerde ne olduğunu düşünmeden kaçarlar, intihar edercesine.”
Tayga Sendromu’nun başkarakteri dedektiflik yapan genç bir kadın. ‘Ben anlatıcı’ yönteminin uygulandığı hikâye onun ağzından aktarılıyor. Dedektifin kayıplar konusunda bulmak kadar kaybetmekte de mahir olduğu görülüyor. Romandaki önemli bir diğer karakter karısı tarafından terkedilmiş bir adam. Kadın başka biriyle gitmiştir fakat gittiği/geçtiği yerlerden kocasına telgraf çekmektedir. Bu davranışı yerini belli etme ve dönme isteği olarak algılayan terkedilmiş adam, karısını bulup getirmesi için dedektife teklif sunuyor. Dedektif nedenini tam olarak söyleyemese de teklifi kabul ediyor. Gönderilen notlardan kadının izini süren dedektif kendini tayga ormanının olduğu bölgede buluyor. Coğrafyanın sertliği, yoksunluğu, yoksulluğu ve kasveti dedektifi de etkisi altına alıyor. Egzotik doğa bunaltıcı derecede ürkütücü, konuşmaktan imtina eden insanlar ise içe kapanıktır. Bir şeyler gizliyor ya da birilerinden kaçıyor gibidirler. Yazar doğa ve bölge insanının hâllerini başarılı betimlemelerle aktarıyor. Romanın dil açısından varlığı betimlemelerle sınırlı değil. Bolca metafor bulunan kurguya eklemlenen mitik ve mistik detaylar gizemli bir biçem katıyor. Metindeki gizemi üst seviyeye çıkarmada yazarın aşırı soyutlamacı ve fantastik/grotesk anlatıma kaçan gerçeküstü üslubunun da katkısı büyük. Tüm bunların ortaya çıkardığı sertliği, üsluptaki melankolik esinti yumuşatmaya yetmiyor.
Tayga Sendromu bana başka bir kitabı hatırlattı. Hayatın acımasızlığını kaldıramayan yazarının intihar ettiği bir romanı… Stefan Zweig’ın (1881-1942) meşhur eseri Amok Koşucusu’nda ölmeyi arzulayan bir kadın eserin başkarakteri olan doktordan dileğini yerine getirmesini ister. Doktor bunu kabul etmez ama hikâye sonrasında farklı bir boyut kazanır. Burada hikâyeden ziyade (benim de hatırlamama sebep olan) bir insanın engellenemez şekilde ölümü arzulayışı ve kontrolsüzce gidişi dikkat çekicidir. Amok Koşucusu tabiri de buradan çıkar. Hastalık derecesindeki bu eğilim Malezya’daki bir toplulukta görülmektedir. Duygularından arınmış şekilde koşmaya başlayan insan ölünceye ya da öldürülünceye kadar durmaz. Bu süreçte kendi de dahil önüne çıkan her şeye zarar verir. Tayga Sendromu’ndaki çiftin bile isteye tayga bölgesine gitmesi benzerlik gösteriyor. Zira tayga sendromu intihara yol açabilen kaygı atakları olarak tanımlanıyor. Bu durum dünyadan soyutlanmış bir alanda yalnızlık, terkedilmişlik, kurtulamama hissinin hastalık derecesinde açığa çıkışıdır. İnsanı feci bir sona götürecek bir yolculuğa çıkmasının tek sebebi, bulunduğu yerde yaşadığı daha büyük bir felaket olabilir ancak.
Kitapta insan psikolojisini başarıyla uygulayan yazar gerçek ve gerçeküstünü bir araya getirmeye çalışıyor. Masallara yaptığı atıflar da gerçek-düş düzleminde benzer bir paralellik gösteriyor. Yazarın çabası gerçek ve hayalin ayrıştırılamamasına yol açıyor. Ortaya çıkan sonuç insanın yaşam içindeki kapladığı anlama karşılık geliyor diyebiliriz. İnsan yaşadığı bütün negatif gerçekliğe rağmen o gerçeklerle örtüşmeyen hayallerini eksik etmiyor, edemiyor. Romandaki kaçış da yine insanın yaşam içindeki konumuna denk düşüyor. Modern insan bir şeylerden kaçıyor ve kendi de dâhil kimden, neyden kaçtığını tam olarak tanımlayamıyor. Kitaptan yapılan aşağıdaki alıntı bu durumu özetler nitelikte.
“Aslında hiç kimse bir kişinin evini neden terkettiğini bilmez, hatta gidenin kendisi bile ya da en çok da gidenin kendisi bilmez.”
Gümümüz insanının amok hastalığına yakalanması için Malezya’ya, tayga sendromuna tutulması için de tayga ormanlarına gitmesine gerek yok. Modern hayat bizi bu durumun içine kendiliğinden sokuyor. Farklı hareket edebilme imkânı var mıdır bilemiyorum lakin her doğumun ölümün başlangıcı olduğu gerçeği imkân olgusunu bir kez daha düşündürüyor. En nihayetinde bu durum hayatın doğal akışı gibi görünüyor.
- Tayga Sendromu – Cristina Rivera Garza
- Yüz Kitap – Roman
- 83 sayfa
- Çeviri: Banu Karakaş