“Yokluğun varlıktan daha çok yer kapladığı zamanlar var, bildiniz mi? Bir gün illa bilirsiniz.”
Aylin Balboa, bize yokluklar yoksunluklar üzerinden -muhtemelen otobiyografik- bir roman bağışlıyor, acılarla yontulmuş bir zihnin trajikomik söylevine ortak ediyor. Babam öldü demiyor, 60 yaşından sonra konuşmayı bıraktı diyor, kara haberler karşısında Afrika kıtası yokmuş gibi davranıyor, İyi misin neyin var sorularını, çişim var, diye cevaplıyor, bir sabah uyandığında kendini yatağında bulamıyor, çıkıp sokak sokak onu arıyor, bardağın dolu ya da boş olmasını umursamıyor. Bir bardakta su varsa alıp içiyor, sonra zihninin kuytularına gömülüyor yeniden. Sonra kuyulardan bahsediyor, bir başkasının yüzüne bakarken kaybolacağınız kuyular, belki bilirsiniz.
Belki Bir Gün Uçarız, ilk roman, trajikomik bir roman. Ağlattı ağlatacak derken kahkahaya boğuyor, sonra o malum buruk tebessüm kalıyor dudaklarda. Bir kadınının, bir genç kızın, bir çocuğun gidenlerin ardından kendi yaralarını eşelemesine tanık ediyor bizi. Yaralar kabuk bağlamıyor bir türlü, yeniden acıyor. Aklı bir gidip geliyor, sonra bize tımarhane günlüklerinden söz ediyor. Sosyalleşemiyor. Dert paratoneri olduğundan, derdi yaşıyor, derdi dinliyor ama kendi derdini kimseye anlat(a)mıyor. Kendiyle konuşuyor, bizle konuşuyor, biz de yokuz aslında fark etmiyor.
Aylin Balboa’nın tekdüzelikten başka üslubu, içine doğru konuşması İlhami Algör’ü, harbi muhabbeti Menteş’i, bazı cümlelerde betimlemeleri Mahir Ünsal Eriş’i hatırlatıyor ama sadece hatırlatıyor. Sonra yazar kendi yolunu buluyor. Diğer kadın yazarlara benzemiyor. Hanımefendi kalmıyor, susmuyor, ağzına yakışmayan laflar ediyor, sözünü sakınmıyor. İyi ki de öyle yapıyor. Kurgunun üslubun peşine gidiyorsunuz, elinizde kalem, altını çizdiğiniz satırları kurşun delikleriyle duvarlara yazmak isteyerek. Sonlara doğru o hazirandan bahsediyor, bu bölüm birdenbireliğiyle şaşırtıyor ve bütüne uyumsuzluğu ile sırıtıyor belki ama sözünü sakınmıyor işte, ağzına sağlık diyorsunuz.
Bir soluktur, okuyun.