İnsan yaşamının kısalığı, zamanın geçişi ne çabuk. Sık sık “üniversite yıllarımda” derken buluyorum kendimi bu aralar. O yakın zaman bile uzak bir geçmişin hayali gibi görünürken daha önceleri çoktan masal oldu gözümde. Liseden beri öğrenci işi misali her yaz garsonluk yapıyordum. Üniversite yazlarında da bu aynı şekilde devam etti. Evet, pek havalı olmadığını kabul ediyorum. Bin milletten bin insanın geldiği, hepsinin çeşitli isteklerinin olduğu, adisyonların ve siparişlerin birbirine girdiği, kalamar ve karides kokularının keskin kokusu içinde koşuşturulan, zonklayan ayakların sabahına uyanmış sahile doğru yürürken içimdeki sesin “Şu kasabanın* güzelliğine bak Hatice!” diye fısıldadığı günlerdi. Toydum. O zamanlarda çok şey öğrendiğimi kabul etmeliyim. Yine böyle yazların birinde, kadın bir müşteri ağırladık otelin kafe-restoranında. Bizim için biraz farklı bir müşteri profiliydi, çünkü bir şeyleri tüketmeye değil, bir şeyleri bulmaya çalışan bir havası vardı. Dümdüz oturup yemek yerken bile bir şeyler düşündüğünü görebilirdiniz. Daha sakin zamanlarda otelden çıkar, daha az insanın olduğu yerlere oturmayı tercih ederdi. Sanıyorum kaçtığı şey, gürültü oluşturabilecek her şeydi. Kafamın kendi gürültüsünü bastırmak için zaman zaman ben de sessizce oturmayı yeğler, telefon konuşmalarını ertesine güne itelerim; çünkü düşüncelerimin ağırlığının kelimelerin altından kalkamayacağını bilirim. Her neyse.
Yanına gitmeye niyet ettiğim ilk gün, önünde bilgisayarı, not defteri, dağınık sayfalardan oluşan müsvedde kağıtları, bir şeyler yazıp duruyordu. İlham perisinin gelmesini bekliyor, hatta gelmesi için savaşıyordu. Benim amacım ise neler yaptığını öğrenmek, mümkünse de birkaç kitap tavsiyesi almaktı. Bir isteği olup olmadığını sorduktan sonra ne ile uğraştığını sordum. Bana yazar olduğunu, adını hatırlamadığım bir dizi adı söyleyerek onun senaryosunu kaleme aldığını söyledi. Birçok şeyi hatırlar ve kimi anları fotoğraflayarak zihnime zımbalarım. O ana ait fotoğraf ise karşımdaki telaşlı ve anlatmayı seven bir kadının fotoğrafı. Yalnız olmayı ve dinginliği çok seviyor gibi görünse de yaptığı işle alakalı sorular sormamın onu keyiflendirdiğini görebiliyordum. Bu keyif, ondan kitap tavsiyesi istememle zirveye vardı. Senelerdir keyif aldığı ve parasını kazandığı işin temeli bu kitaplardı ve üniversiteye taze başlamış bir öğrenci onu yetkin görüp fikirlerini istiyordu! Dağınıklığın içinden bir kağıt çıkardı. Hem sesli düşünüyor (acaba bu olur mu, ağır gelmesin) hem de bana sorular sorarak (bu kitabı okumuş muydun) bir liste oluşturmaya çalışıyordu. Arada üstünü çizdikleri oldu, arada emin olamadı ama sonunda bana içine sinen bir tavsiye kitap listesi verdi. Memnun olduğumu, okuyacağımı söyleyerek bu kağıdı cebime attım ve masadan uzaklaştım.
Ufak tefek selamlaşmalarımızı saymazsak, masaya ikinci gidişimde, daha doğrusu gitmek zorunda kalışımda, bu, şef garsonun isteğiyle olmuştu. Oturduğu masanın rezerve olduğunu söylememi istediler. Klasik bir kallavi müşteriye yer ayırtma yalanıdır bu. Kapıdan içeri iri yarı bir adam arkadaşlarıyla girecek; gömleğinin düğmesi ölümüne açık, kemer mutlaka göbek altına sabitlenmiş, arabasının anahtarı ve şişkin cüzdanı elindedir ve ilk görülen her zaman bu ikisidir. İrice göbeği ve yancıları iyi para kazadırabileceklerini, bir de binlik açtıracaklarını haykırıyor. Akbaba bir garsonun seveceği, iyi bahşiş koparacağı türden bir müşteri bu. Güneşin batışına az bir zaman kalmıştı ve işte böyle birinin gelme ihtimaline karşı bu kadını yerinden etmeliydik. Hâlâ çok yerin boş olduğunu, bunu istememizin ayıp olacağını söylesem de ettiğimiz küçük muhabbetimiz ve selamlaşmalarımız da göz önüne alınarak görev bana düştü. Çekine çekine yanına giderek oturduğu yerin rezerve olduğunu söyledim. İsyan etti, kelimenin tam anlamıyla isyan etti. Boş olan çok fazla yer var, beni buradan kaldırmak istemenizi anlamıyorum, halbuki buraya ne kadar adapte olmuştum, bu kasabayı ve yemeklerinizi sevmiştim, dedi. Galiba savaşıp sonunda bulduğu ilham perisini yok etmiştim. Gerçekten kötü hissettiğimi hatırlıyorum ve bu sohbete şahit olan diğer çalışanların gerginliğini. Kısa süre sonra otelden ayrıldı. Ayrılırken görmedim.
Fotoğrafını gördüğünüz kağıt, listenin bir parçası. Geçtiğimiz günler kitaplarımın tozunu almaya koyulduğumda elime geçti. Kitapları okumaya başlamadan önce ön sayfaya mutlaka yıl ve ay ismi atar ve o dönemle ilgili spesifik bir zaman belirtirim; mesela Cumhuriyet Gazetesi Stajı gibi, mesela Eski Foça’da başladığım gibi. Okurken de sevdiğim cümleleri boş olan yerlere yazar, kimi zaman bu sayfaları okumam bittikten sonra sorularıma cevap için kurcalarım. Sanırım iki batıl inancımdan biri bu. Bana seneler önce yol göstermiş, mutsuzluğumu dağıtıp beni içine alabilmiş kitapların soru/n/larıma cevap olabileceğini arzularım. Yine böyle bir süreç içindeydim ve bir şeyler bulabilmeyi istedim. Aynı zamanda, o senelerde neleri not almışım, o cümleler benim için hala bir şey ifade edecek mi diye garip bir merakın içine girdim; tozunu aldıklarımı kurcalamaya başladım. Vedat Türkali’nin Bir Gün Tek Başına kitabının içinde rastladım bu nota da. Görmek hoşuma gitti. Anılar, yaşanılanlar gözümün önünden geçti ve yarı karantinada olduğum bir süreçte, aynı şeyi Hayriye Deniz Ersöz’ün de yaşadığını düşünerek, paylaşmak, bakın ben bu kitapları okudum diyerek onu gülümsetmek istedim fakat adını aradığım internet sayfaları 46 yaşında hayata gözlerini yumduğunu söyledi bana. Birini gülümsetmek adına açtığım sayfalar tüm gerçekliğiyle buz üfledi yüzüme ölümü. İçim soğudu, bir süre öylece bakakaldım. Her şeyin yok olma ihtimalini, paylaşılacak tüm güzelliklerin hızla yapılması gerektiğini düşündüm; zaman böylesine hızlı akıp giderken özellikle. Uzun İhsan Efendi** dünyanın şahidi olmanın gerçek bir ibadet olduğunu söylermiş, bu anıdan, bu şahitlikten seni selamlıyorum Sevgili Ersöz, dünya artık o kadar da güzel bir yer değil; belki çağlar boyunca herkes düşünmüştür bunu.
* Kasaba (Tirilye, Bursa, Türkiye)
** Roman Karakteri. Kitap: Puslu Kıtalar Atlası.