Felsefenin sınırlarını belirlemek düşünce tarihinin en sorunlu alanlarından birisidir. Zira, felsefe ilk ortaya çıktığı andan itibaren gerek bilim gerekse de din ile bir çok ortak noktaları barındırıyordu. Temel başlangıç noktaları en nihayetinde insandı. İnsan ise tarihin başlangıcından beridir kendisini sorgulayan bir varlıktı. İnsan niçin yaratıldığını ya da nasıl oluştuğunu devamlı irdeleyen, var oluş amacının neliği üzerine sürekli soru sorabilen, anlam arayan tek varlıktı.
Bu ontolojik problemler, insan üzerine düşüncenin tüm yönelimlerini ele alan disiplinlerin birbirleriyle ortak alanda buluşmalarını sağladı. Ancak kopuş, özellikle de Sokrates’ten itibaren, ilk Miletli filozofların “arkhe” kavramı üzerine sorgulamalarından uzaklaşması ile birlikte yeni bir alana açılımlandı. Artık temel mesele insanın değeri gibi etik, yönetici karşısındaki konumu gibi politik, kendisinin iç dünya kurgusu itibariyle de ontolojik bir hüviyete büründü. Immanuel Kant ve sonrasındaki aydınlanma düşüncesi ve 20. yüzyıl felsefe çağı olarak okunabilecek existansiyalist düşünce ile birlikte artık insan her yönü ile felsefenin tahtına oturmuştu.
Felsefe, tarihin sarkacında genel doğrultu olarak dinden ve hatta bilimden kopup, disiplinler üstü bir konuma geldi. Bu ilk problemin çözümüydü, yani felsefenin sınırı konusu. Ancak bir problem de kimin filozof olduğu, filozof ile düşünenin, filozof ile iyi bir edebiyatçının arasındaki farklar gibi soru işaretleri yaratan alanlar da bulunmaktaydı. O halde filozof kimdi? Filozofun tanımı herhalde en işlevsel olarak entelektüel ile arasındaki farkları belirlemekle ortaya çıkmaktaydı.
Filozof belirli bir düşünsel metod ile hareket etmektedir. Bu fenomenolojiden diyalektiğe, epistemolojiden, amprik yönteme kadar farklı düşünsel tarzlara ulaşabilmekteydi. Entelektüelin belirli zaman ve mekan sınırlılığı ile düşünceye katkı sunmasına karşın, filozof belli bir varlık sorunsalı üzerinden sistemli bir düşünce geliştirmektedir. Derinlikli ve kuşatıcı, öncesinde pek de bilinmeyen bir alanda düşünme uğraşısına girer felsefe. Dolayısıyla iyi bir entelektüelin yahut iyi bir yazın ustasının, aynı zamanda tam hakkıyla bir filozof olarak düşünülmesinin yanılgısı buradadır.
Düşünbil Dergisi aylık olarak yayın hayatına devam eden, genellikle dosya başlıkları üzerinden konularını belirleyerek salt bir felsefe dergisi olma iddiasını taşıyan bir dergi. Okuyan kesim ve özellikle de öğrenciler itibariyle belli bir etkinliği bulunduğunu da belirtmek gerekir. Derginin Eylül 2019 tarihli 83. sayısı, bir başka tartışmalı alan olan “Kadın Filozoflar” olarak dosya konusunu belirlemiş. Dergi içerisinde “Ayn Rand”, “Wirginia Woolf”, “Hannah Arendt”, “Simone de Beauvoir”, “Mübahat Türker (Küyel)” ile ilgili yazılar bulunmakta. Martin Jenkins’in kaleme aldığı “Rusya’dan Amerika’ya Ayn Rand’ın Felsefi Yolculuğu” isimli yazıda, Ayn Rand’ın kendi felsefesi için tanımladığı “objektivizm” kavramı üzerinden rotasına hareket etmekte.
Ayn Rand’ın 1905 yılında Saint Petersburg’da doğup, Ekim Devrimi’nin bütün hayatını değiştirmesi sonrasında önce Kırım’a gitmesi, ardından ise 1926 yılında Amerika’ya gidiş hikayesini okumaktayız. Ayn Rand çalışmalarında amacını ideal insanın yansıtılması olarak gördüğünü belirtmiş. Özellikle “Hayatın Kaynağı” isimli eserinde Friedrich Nietzsche’den de etkilenmeyle karakter ve olay örgüsünü bu filozof ile benzer şekilde kurduğu ileri sürülmektedir. Rand, insan topluluklarının tarih boyunca ya şiddetin adamları ya da mistizmin adamları tarafından yönetildiğini belirtmiş. En korktuğu iki şey olarak da özgecilik ve devletçiliği göstermiştir. İnsanların diğerleri için mecbur olduğunu belirten tüm ahlâk sistemlerine karşı olduğunu, ancak devletin varlığının da gerekli olduğunu belirtir. Rand ile ilgili dergideki diğer makale ise Skye C.Cleary’in kaleme aldığı “Felsefenin Anlamadığı Şu: Ayn Rand’ı Yok Saymak Onu Ortadan Kaldırmayacak” isimli yazı. Bu yazı daha çok Ayn Rand’ın bir filozof olmadığı, Amerika’nın soğuk savaş politikasının bir vasıtası olduğu, sekter anti-komünist yaklaşımlarının düşüncesini kör ettiğine dair yaklaşımlara bir cevap niteliğinde ele alınmış. Zaten dergide en tartışmalı figür kuşkusuz Ayn Rand görülmekte. Zira kadın filozof sayısı göreceli az olmakla birlikte, esasında belirli bir ölçüde düşünceye katkı sunan, antik dünya’dan bu güne değin çok sayıda isim bulunmakta. Bunlar arasında “Krotonlu Theano”, “Miletli Aspasia”, “İskenderiyeli Hypatia” ilk sıralarda gelmekte. Dolayısıyla bir edebiyatçı olarak Ayn Rand’ın, filozof olup olmadığı yönünde tartışmanın devam edeceğini belirtmekle yetinelim.
Dergide yer alan bir diğer tartışmalı figür ise özellikle bilinç akışı tekniğini edebi yapıtlarında kullanan Josef Hasek Kılçıksız’ın dergide ele aldığı Wirginia Woolf. Yaşamında insan bedeninin olanaklarına beslediği büyük inanca karşın, barbarlık çağının nihilist şiddetine, kıyımına ve meydan okumalarına daha fazla katlanamayarak, ceketinin ceplerine ağır taşlar koyarak denize atlayıp canına kıyan Woolf, öykülerinde Kılçıksız’ın yazısında da belirtildiği üzere geleneksel roller içinde hapsolmuş kadınları yerleştirip, bu kadınların zihinlerinde dönüp duran düşünceleri bilinç akışı içerisinde açığa çıkartmaya çalışmıştır. Ancak iyi bir edebiyatçı olarak Woolf’un dergide filozof başlığı altında irdelenmesi doğrusu beni de çok şaşırttı. Yine filozofluk yönüyle tartışmaya muhtaç bir figür olduğundan kuşku yok.
Ala Emire D. Ersoy’un ele aldığı Hannah Arendt ise, nazi döneminin ızdıraplarını yaşayan bir Yahudi olarak oldukça zorluklara maruz kalan bir filozoftur. Yazıda da değinildiği üzere temel dertleri arasında “kamusallık”, “politik olmanın esas neliği”, “yurtsuzluk”, “kötülüğün sıradanlığı”, “eyleyerek yaşama/seyrederek yaşama” gibi kavramlar bulunur. Eyleyerek yaşamada, insanların doğanın bir parçası olmasıyla onun yasalarına tabi olduğunu, ancak aynı zamanda doğayı aşma yetisine sahip olmasıyla da gerçekten özgürce ve saygın bir biçimde davranılabileceğini savunmuş, insan etkinliklerinin aşağıdan yukarıya yükselen emek, iş ve eylem olarak üçlü evrelere ayırmıştır. Emeğin insan yaşamının sürekliliğini sağlayan en temeldeki etkinlikleri; işin insanın doğayı denetim altına aldığı, kendisi ile doğa arasında kalıcı insani bir dünya kurduğu etkinlikleri; eylemi ise insanın doğayı aştığı, kişiler arası ve ötekilerle ilişkiye girdiği etkinlikleri temsil ettiğini belirtmiştir. İnsanı özgürlüğüne götüren biricik etkinlik türünün bu eylem türüne giren etkinlikler olduğunu ileri sürmüştür. Arendt’in dilimize de çevrilen “Totalitarizmin Kaynakları” kitabında, özellikle anti-semitizm ve emperyalizmi, totaliter dünyanın temel kaynakları olarak belirlemiştir. Arendt’e göre en büyük politik kötülük totalitarizm olup, bu durum çoğulluğun kamusal alandaki politik kaybıdır, hem de eyleyerek yaşama olarak belirlenen kavramsal olanağın yok olmasıdır. Bunun sonucunda ortaya çıkan “suskunluk”, yaşamın temelden karşıtıdır. Kendisi olmaktan çıkan insan olanakları, eylemleri, sözleri ve bir aradalığıyla kurduğu varoluşsallığa yabancılaşır. Bu onu hem yurttaşlıktan, hem de insan olmaklığından çıkartan temel unsurdur. Diğer kitabı “Kötülüğün Sıradanlığı-Adolf Eichmann Kudüs’te” başlığıyla ele alınan ve yazıda da incelenen kitapta, Eichmann’ın son derece soğukkanlı, mantıklı, rasyonel düşünen bir insan olarak, içinde bulunduğu durumu pozitif hukuka ve Kant ahlâkına bağlamasına dair görüşlere karşılık, Arendt’in yaklaşımları ele alınır. Arendt’e göre Kant’ın kategorik imperatif kavramına dayanmak tutarsızlık olup, aslında bunun tam karşılığı düşüncesizliktir. Zira, totaliter sistem tüm hayatı politikayla doldurmuş gibi göründüğü için sistemin işleyişine uymak kişi için asli ve sorgulanamaz bir görev haline gelmiştir.
Sara Heinamaa’nın Simone de Beauvoir’ın “Cinsel Farklılık Fenomenolojisi” başlığı ile ele aldığı yazıda ise, genelde Sartre’ın gölgesinde kaldığı için filozof olarak görülmeyen Beauvoir’in cinsellik, uygulama biçimi ve kendilik/öteki ilişkisi gibi konuları ele aldığı yaklaşımlar sergilenmiştir. Özellikle fenomenoloji üzerine yaptığı çalışmalarla, fenomenal askıya almanın kendine dönmek değil, gerçek varlığımız, yani dünya ve diğerleriyle olan ilişkilerimizin bilinçli olmasını amaçladığını ileri süren Husserl ve Merleau-Ponty metoduyla olan benzerlikler ele alınmıştır. Efsun Aksen’in Prof. Dr. Ahu Tuncel ile yaptığı röportajda ise, erkek egemen bakış açısının kamusallığa olan hakimiyetinin, siyasetin eril doğasının, kadınları da eril söylemi benimsememeleri durumunuda siyasal alanda varoluşlarını sağlamalarını engellediğini, bu durumun birinci kuşak feministler tarafından geliştirilen eşitlik temelli hak mücadelesinde nasıl bir sürece yöneldiğini ele alıyor.
Dergide yer alan bir başka ilgi çekici yazı ise Sema Önal’ın ele aldığı Farabi üzerine çalışmaları ile bilinen Mübahat Türker (Küyel)’in hayatının ve eserlerinin ele alındığı yazıdır. Dergide bunların yanı sıra Dilan Akpolat tarafından kaleme alınan “Geçmiş ve Gelecek Arasında Kaybolan Kamusal Alanın Tezahürü” yazısı ile Benjamin Poore’nin yazdığı “Filmdeki Felsefe” yazısı da daha önce çok da ele alınmayan sinema temsilleri üzerinden felsefe temasının işlenişini ele almış. Sonuç olarak, kamusal alanın erkek dünyasınca işgalinin, kadını her alanda, bu arada düşünsel dünyada da istenen seviyenin dışına taşırdığını, ancak her alanda olduğu gibi felsefe alanında da tarihi süreçte kadın mücadelesinin de etkileriyle kadın bakışının pırıltılı ve özgün yanının herşeye karşın bulunduğunu gösterdiği için, bir iki tartışmalı isim olmakla birlikte çokça işlenmeyen kadın filozoflar dosyasıyla bu ayki Düşünbil dergisi sayısının değerini belirtmek gereksiz bir tekrar olarak kalacaktır.
- Düşünbil Dergisi
- Eylül 2019 sayısı
- 64 sayfa