Geçmişi geri getiremiyoruz, öyleyse zamanlar arası değil hiç geçenler. Ya pişmanlıklar öyle mi? Hiç bir şekilde peşimizi bırakmayan bir karabasan gibi o da. Kaybettiğimizin sesini, kokusunu unutur muyuz sanıyorsunuz? Çok uzaklarda, belki bir Avrupa kenti ya da Arap coğrafyasında baharat kokan o kadim pazarlarında karşımıza çıkabilir her an, umarsız haliyle. Yaşınız ne olursa olsun, artık çocuksunuzdur, öylesine çaresiz. Jorge Luis Borges, yahut örneğin “Kayıp Zamanın İzinde” de Marcel Proust, hep o anın korkunç yüzü ile karşılmanın anlarını sergilediler. Borges, şiirlerinde haykırmıyor muydu? “Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya, ikincisinde daha çok hata yapardım” diye. Sonra fark eder, artık ileri yaştadır ve ölüme çokta yakındır, 85’inde bir çocuktur, ancak tek fark, çocuk çoğu kez pişmanlığının farkında değildir. Ölümüne yakın, eşi genç Maria Kodama’nın anlatılarında görüyoruz ki, Borges o görmeyen gözleri ile bir banka oturur, belki de kafasında canlandırdığı o doğu mistik kahramanları, cinler, periler, ejderhalar ile düşler kurar kendi dünyasında ve hep susar. Sahi, Behçet Necatigil, kızı Ayşe Sarısayın’ın anlatımı ile evde hep şu mısrayı tekrarlamaz mıydı? “Susanlara hiçbir şey sormayınız” diye. Aslında şairler susmaz, onlar görünen gerçekliği yeni bir edebi kıvamla sunarlar. Düşündünüz mü hiç, şiirin köken aslını. Arapça’dır ve saç kılı manasına gelir. Bir başka yan kelime kardeşi daha bulunur, şuur diye. Kıl inceliğinde söz söyleme sanatıdır şiir. Şuur ise iki kıl arasında farkı görebilmektir, fark edebilme yeteneğidir. Şuur ve şiir işte aynı kökten gelir. Şiir şuursuz, şuur şiirsiz olmaz. Belâgatla felsefe ileri aşamalarına işte şiir dünyasıyla tam anlamıyla ulaşır. O nedenle aslında, felsefe ve şiir en çok benzeşen ve aslında en zor alanlardır.
Şair, İngiliz edebiyat kuramcısı Terry Eagleton’un anlatımı ile bir şiir ile onunla isteğimizi yapabileceğimiz kamusal dünyaya salınmış bir ifade sunar. Kadim mesele şiir nedir, poem nasıl bir estetik biçime bürünmelidir? tartışmalarına girecek değilim burada. Zaten belki de Piyâle’de buna Ahmet Hâşim çok net yanıt vermişti, beynimizi berrak kılarak “…şiir, aklın ve mantığın denetim sınırlarını aşan, duyguların, hayallerin ifade vasıtasıdır” ve o yine Hâşim’e göre, “…kavrayışımızın bölgeleri dışında, sırların ve meçhullerin geceleri içine gömülmüş, yalnız aydınlık sularının ışıkları zaman zaman duygularımızın ufkuna akseden, kutsi ve isimsiz bir kaynaktan doğmaktadır.” O zaman şu anlaşılır, herkes şair olamaz. Şairlik oturup şunu yazayım diyerek olabilecek bir sanat uğraşısı değildir. Bir dert, bir hülya içine gömülmek, ancak bunu Goethe’nin tabiri ile sahibini ona ortaya koymaya zorlayacak bir güce müdrik olmayı gereksinimlendirir. Şair, şiirlerinde içsel ya da toplumsal duyarlılıkları ile çıkar okuyanının önüne.
Bir şairle karşılaşma anı:
Soğuk mu sıcak mı, tam anımsayamıdığım bir zamanda İzmir’in Alsancak Kıbrıs Şehitliği semtinde Yakın Kitabevi’ne girdim. Yeni çıkanlar kısmında kapağı ile beni etkileyen bir kitaba tesadüf ettim bir an. Bir fener, dar köprü. Renk mavi, kapak masmavi. Yazarın ismi tanıdık galiba. İçini karıştırdığımda bağlantılar yerli yerine oturdu, yeni bir hukukçu şiir kitabı ile başbaşaydım, aldım, okudum bir solukta. Sonra şairin adliyedeki çalışma odasına gittim ertesi günü, imzalama inceliğini ve şair duyarlılığına sahipliğini gördüm. Eleştirmen-yazar Mehmet Yaşar Bilen, yazarı takdiminde, “…şiirlerinde toplumsal duyarlılık çıkıyor. Toplumundan, çağından sorumlu, gerçekçi bir şairden” bahsediyor. Temalarını salt toplumcu şiirlerden almayıp, yanı sıra aşk, ayrılık, doğa, çevre, bireyin hallerine değin geniş bir skalada sunduğunu vurguluyor. Ve sonrasında, şairin bir bakıma estetik evriminin katmanlarını sıralıyor: “…ilk yapıtından bugüne şiirini sürekli geliştirdi. Bu kitabında çağrışımlı sözlerden, imgelerden, eğretilemelerden yararlandığını ve şiirlerini ileri bir noktaya taşıdığını söyleyebilirim” diyerek. Bahsedilen kişi, Cumhuriyet Savcılığı görevini İzmir’de başarılı şekilde yürüten, ancak şairliği, belki de asıl mesleğinin önüne geçen Durmuş Taşdemir’dir. Bilmeyenler için kısaca tanıtmak gerekirsek kendisini, Taşdemir, tesadüf o dur ki, bir başka İzmir Cumhuriyet Savcısı olan şair-hukukçu Mehmet Akif Kay gibi Niğdeli. Okul dönemi Bor, Bandırma ve Balıkesir’de geçen şair, 1987 yılında Ankara Hukuk Fakültesini bitirir. Yazarın “Beni Topla Anılardan” isimli, artshop Yayınlarından 2019 yılında çıkan, 88 sayfalık kitabından anlıyoruz ki, edebiyata ve şiire yatkınlığı ve ilgisi çok erken yaşlardan başlıyor. Kitap, benim en beğendiğim, İzmir Adliye Dergisinin de ilk sayısında yayımlanan ve yanı sıra kitabında ismi olan “Beni Topla Anılardan” isimli şiirle başlıyor. Bu şiirden ve diğer bazı şiirlerden anlıyoruz ki, giden çocukluk, anılar, silik şehirler, sevdalar, anıların çeperinde, zihinde hep bir yerler dolanıyor ve başat ilham konuları bunlar oluyor.
“…anılarımı topla
Saçtığım döktüğü yerlerden
onlu yirmili yaşlarımı
savrulan çocukluğumu
gençliğimi topla
sevdalarımı topla ki hepsi yarım
isyanlarımı topla ki hâlâ ayakta
sorularımı sorgularımı topla
burkulmalarımı kırılmalarımı
umutlarımı direncimi topla
beni topla anılardan”
Dedik ya, anılar bazen zamanın bir anından çıkarak, yani durağan halden, maddi bir görünümüm parçası olabiliyor. Sevdiğiniz, aşkınız bir sonraki halde top koşturduğunuz arkadaşınız, hayranlıkla tahta başındaki öğretmeniniz ya da ödemeyi unuttuğunuz bir amele parası gibi yarayan kan olabiliyor, herşey kompleks hale bürünüyor, karmaşıklaşıyor, rüya gibi giriyor, her hale tevarüs edebiliyor. Derde bürünüyorsunuz ve hakikat belki de bir kalem, kokulu silgi, defter yahut anahtar gibi maddi hüviyet taşıyabiliyor önünüzde:
“…kapıyı çeker gidersin,
yürürsün bir boşluğa
ömrün kayıp anahtar
onarılmaz yaralar vardır
susmanın tam zamanı
ömrün kayıp anahtar”
Şimdi, artık “anılar” şiirindeki gibi, şair için uzak bir türkünün yankısı olan, şu anda anımsanan anılar. Ancak bunun saplantılı bir hal aldığını düşünmeyin. Aksine, şair aynı zamanda bugünün de dünyasındadır. İşini ve şehrini de önemser. Yoksa çıkar mıydı, gönlüme yaslandım şiirindeki şu dizeler sahi:
“…şiirle aldım tozunu
hüzünle dokudum
yorgunluğumu sürüdüm iş çıkışları”
Bunları yaparken imgelemin ve söz oyunlarının gücüne sığınır, poemlerinde estetik yönleri ile bazen “İz düşümü” şiirindeki gibi gecenin kalbi kanar, rüzgar arap saçına döner. Şiirin büyüsü de işte tam da burada başlar. Şudur bundan kastım, şair Taşdemir’de kuru bir anlatım bulunmaz. Bazen kurmaca oyunlara, alegorilere de yaslanır dizeleri. Ve aşk, şairliğin bir bakıma en doğal sığınağıdır o görkemli duygu. Büyük şair Nâzım Hikmet, aşksız düşünülebilir mi? Her şeye aşık, ötekine sahici tutkulu. Sevdasına, ideallerine, her yöne. Aşk öyledir ki, şair gibi güçlü bir figür de olsanız, ket vuramazsınız ona, çıkar ortaya, ne töre kalır, ne kural.
“aşk vurabilir
Serseri bir bahar gününde
buyurgan olamam kendime
törelerin yasaların uzağında”
Ya şehir! Yazarlar vardır, şehirdir onları ayıran. Samsun Kitap Fuarı’nda sormuştum yazar Nedim Gürsel’e o Paris tutkusunu. Dostoyevski, nasıl düşünülür St.Petersburg anımsanmadan. Durmuş Taşdemir’in şehri var mıdır? Sanırım o da bulunduğu kente, o Victor Hugo’nun prensesi olan İzmirim’e tutkundur. İstanbul’a dair ise tersinden bir Yahya Kemal hissi sezilir, karmaşık, bazen tutkulu, bazen de nefret edilesice, anlaşılmaz mı bu dizelerden?:
“…İstanbul’u taşıyorsun gözlerinde
edepsizce
İstanbul kadar rezil
İstanbul kadar şahane
her aşk tekdir
ve ihanettir öncekine”
Ya İzmir; çok sever. Kanıtım “İzmir’im” şiiridir. İlkin kartpostallarda görülmüştür, çocukluğunun rüya şehri. Denizi, vapuru, saat kulesi ile yüreğine düşen mavisi ile gözünü, gönlünü okşayan yeşili, o martıları, kadınları ile savrulan saçlarda özgürlük, dalgalanır denizler. İzmir’in dolunayı, Karşıyaka çarşısı. Hiçbir şehir İzmir’e benzemez. Bu şiir benim de uzaklarda, örneğin Urfa’da geceleri gözümü kapattığımda sesini duyduğum o İzmirim’e ne kadar da benzer.
Ve soranınız çıkar muhakkak, vardır şiirlerinde anılar, şehirler, sevdalar, yok mudur hiç toplumsal kaygı diye? Bu sorunun yanıtı aslında birçok şiirinde temel alınır. Ancak bazı şiirlerde bu baskınlık bazen cesaretin de göstergesidir. 2009 tarihli “Ergenekon” şiirinde, okyanus ötesinde, o mel’un örgütün, her türlü hainliğin, kumpasın kanlı evresini aslında ilmek ilmek örer, teşrih eder bir bakıma o öngörülü hali ile”
“…karanlıkta belirdi ejderha bağsızdı gözleri
paslı kör kılıcını salladı maviliğe salladı aydınlığa
kuş kurt karınca güvercin demeden kırdı geçirdi
her vuruşta dalgasını geçiyordu birileri
okyanus ötesinden geliyordu oh oh sesleri
ürkek sessizlik sinsilik vardı”
Ve en sonunda şiirin o katmansız gücüne sığınır, dizeler, o hale de yansır:
“…ey şair sök apoletlerini
kurtul kaslarından kastlarından
sana üryan olmak yaraşır”
Şair Durmuş Taşdemir’in “Acemi Şair” ve “Yaban Armudu” isimli iki şiir kitabı daha bulunmakta. Şiirlerinde belirli bir evrimin olduğunu görmemek mümkün değil. Lirik kullanım, kimi zaman içe dönük hırçın bir dile evrilirken, kimileyin de toplumsal boyutu ile amansız bir haykırışa bürünür. Tek eksiklik, şairin gücünü belki Melih Cevdet Anday şiirlerindeki gibi mitoloji, masal, kahraman ya da anıt isimlere göndermelerle daha simgesel ama hakiki bir yönelimle sunmanın eksikliği olarak görülebilir. Ancak şu hali ile bile yazarın şiirleri kadim ancak bazı yönleri ile gerileyen şiirimize yeni bir soluk olarak çok şey katacak görünümde. Sevdalar bitmeyeceğine göre şairler de bitmez, anılar demetinden Durmuş Taşdemir her an çıkıverir ansızın, adliye odalarında, Karşıka çarşısında yahut bir kitabevinin son çıkan kitapları raflarında. Kendisini kitaplarından süzülen anılarından toplarız, tıpkı Ülkü Tamer’in güneşi toplama istemindeki gibi. Ve sanırım bitmez anılar, dönüp gidecek de olsa, bırakmaz onu anılar, sızar hep mısralara, okuyanlara…
- Beni Topla Anılardan – Durmuş Taşdemir
- artshop yayınları – Şiir
- 88 sayfa