İnsanların doğdukları ve yetiştikleri coğrafyaların, kullandıkları yazımda ve anlatımda kullandıkları kelimelere yansıması genelde beklenen bir durumdur. Ancak yarattıkları kurgularda, anlatım biçimlerinde ya da karakterlerinde o coğrafyayı size hissettirmeleri ile genelde pek sık karşılaşmayız. Yazmak başka, hissettirebilmek başkadır -ve hatta oldukça zordur- kanımca.
Gabriel Garcia Marquez, nam-ı diğer Gabo bana bunu hissettirebilen ender yazarlardan biri olmuştur. Yarattığı büyülü gerçekçilik ile zihnimi de büyüleyerek satırlarının peşinden sürüklendiğim birçok romanının hayranıyımdır. Kırmızı Pazartesi, Albaya Mektup Yok, Yüzyıllık Yalnızlık gibi artık kült sayılabilecek eserlerini bir kenara koyarsak, bu yaz tanıştığım öykü kitabının da kendi kulvarında kült olmaya çok yakın olduğunu söyleyebilirim.
On İki Gezici Öykü‘nün çıkış noktası, yazarın Barselona’da gördüğü bir rüyasına dayanıyor. Rüyasında kendi cenaze törenine katılan Gabo gayet güzel vakit geçiriyor. Ailesini, çok yakın dostlarını ve uzun zamandır görmediği eski dostlarını bir arada görünce iyice keyiflenen Marquez, hayatının en güzel anlarından birini yaşıyor. Törenin ardından herkesle birlikte gitmek için harekete geçtiği zaman ise işin büyü kısmından ayrılıyor ve gerçek ile yüzleşiyor: Onlarla birlikte gidemez, artık veda zamanıdır, çünkü Gabo bir ölüdür! Hayatı boyunca katıldığı en güzel davet, birden sonun habercisi haline gelmiştir:
‘‘Ölümün, bir daha asla dostlarla birlikte olamamak demek olduğunu ancak o zaman anladım.”
Marquez, bu rüyayı Avrupa’daki Latin Amerikalıların başına gelen ilginç olayları anlatmak ve kendi kimliğinin bilincine varmak için bir çıkış noktası olarak ele alır ve işe koyulur.
Böylece, 18 sene boyunca birçok farklı defterde tuttuğu notlarını birleştirir, uzun bir yazım süreci ardından ortaya çıkan 12 gezici öyküyü sahneye koyar. Öykülerin her biri, Avrupa’daki Latinlerin başından geçen garip, Marquez dilinde söylemek gerekirse ‘büyülü’ olaylar dizisinden meydana gelir. Kimisinin üç dört sayfadan kimisinin ise 30 sayfadan oluştuğu gezici hikâyelerin ortak özelliği ise Marquezkoliklerin vazgeçemediği gerçeküstü olaylardan, karakterlerden ve kurgulardan nasibini fazlasıyla almış olmaları.
Benim en sevdiğim hikâyeye gelecek olursak Ben Yalnızca Telefon Etmeye Gelmiştim‘i gösterebilirim. Kocasına ulaşmak için bir dizi aksilikle uğraşmak zorunda kalan Maria, telefon etmek için girdiği yerin akıl hastanesi olması ile kendini bir nevi hapis ortamında bulur. Kaçamadığı bu hastanenin duvarları ve ikamet edenleri, öykünün sonlarına doğru Maria’yı da akıl hastası olduğu konusunda ikna etmeye başlar. Maria’nın buna nasıl ikna olduğu ise, bize alışık olduğumuz Marquez üslubunun tadına varmamızı öykü boyunca fazlasıyla sağlamakta. Öykünün temelindeki psikolojik ve sosyolojik taşlar da yazardan okuyucularına bonus. Daha çok roman yazarı kimliği ile tanıdığımız Marquez’in aslında daha büyük uğraş gerektiren öykü yazımında da gayet başarılı olduğunu bu bonuslar ve alışılmış kendine özgü yazım teknikleri ile görebiliyoruz.
Avrupa’ya güneyden esen fantastik rüzgarların içinde her biri şahsına münhasır büyülü Marquez karakterleri ile tanışmak için On İki Gezici Öykü oldukça pratik. Çünkü kitap boyunca en sevdiğim şey, otobüste, vapurda ya da uykudan önce büyüleyen bir karakterin kısa bir randevu için çantamda ya da başucumda beni beklediğini bilmek oldu.
Unutmadan…
Çevirmen İnci Kut, eserin orijinal dilden Türkçe’ye özgün üslubu kaybetmeden çevrilmesinde çok büyük emek sahibi. Böyle karmaşık akışa ve dile sahip eserlerin başka dillerdeki okuyucular ile buluşmasında çevirmenlerin her zamankinden daha çok teşekkürü hak ettiklerini düşünüyorum. Kendisini anmadan yazıyı noktalamak istemedim.
- On İki Gezici Öykü – Gariel Garica Marquez
- Can Yayınları – Öykü
- Çeviri: İnci Kut
- 116 Sayfa