Fransız edebiyatı denildiği vakit aklımıza ilk olarak Victor Hugo, Stendhal, Balzac, Voltaire gibi isimler gelir. Bir de Fransız edebiyatının kadın yönü vardır ki işte orada karşımıza Marguerite Duras çıkar. Sizlere Duras’ın 2017 Temmuz itibari ile yıllar sonra Sel Yayıncılık tarafından yeniden yayımlanan Sevgili kitabından söz edeceğiz.
Zamansız üslubu ile Sevgili, okuyucuyu bir yandan adeta “ömür yolculuğuna” çıkarırken diğer yandan da okuyucuda, yıllarca zaman aralığı ile çekilen fotoğrafların bir ömrün sonunda anı şeklinde yorumlanmasını dinliyormuş gibi bir his uyandırmakta. Bu anıların kronolojik değil de karışık bir şekil alması kitabı okunması zor bir hale sokmamakla beraber bunu sağlayan unsur ise şüphesiz eserin sade dilidir. Esasen kitabın bu denli güçlü üslubu, kahramanın on beş yaşında veya yetmiş yaşında olması yahut olayların dışardan bir göz tarafından aktarılması gibi durumları önemsiz kılarken okuyucu, kendini çoktan olayların karmaşıklığına, belli bir odak halinde gitmemesine kaptırır.
On beş yaşında, yoksul bir kızın vapur yolculuğu sırasında kendinden yaşça büyük bir adamla tensel, kısmen de duyguya yönelik hislerle tanışma öyküsünü konu eden Sevgili, bir aşk öyküsünün yanı sıra bizlere aile, yalnızlık ve iç hesaplaşma gibi güçlü mefhumlar da sunmakta.
Otobiyografik bir roman diyebileceğimiz Sevgili’de kahraman bir ailesi ve sevgilisi olmasına rağmen yalnızdır, kahramanın vaziyeti salt bir yalnızlık değil adeta bunalımlı bir tek başınalık hâlidir. Bu ruh hali yazarda doğar, kahramanlarına geçer, oradan da okuyucuyu içine hapseder. Satırları soluyanı veba gibi kapsar. O buhranı romanın şu satırlarında tam anlamıyla hissederiz: “Çürümüş bir yüz benimki.” Kahraman kendine bu kadar acımasız davranır. Kaldı ki kahramanını böyle bir psikolojiyle harmanlayan yazarın kendi bakış açısı da bundan pek farklı değildir. Duras okumak ile alakalı olarak şu fikri savunur: “Belki de her zaman karanlıklar içinde okumaktayız, okumak gecenin karanlığında yapılan bir şeydir. Gün ortasında, dışarıda okuyorsanız bile, okuduğunuz kitabın etrafı hep gecedir sanki.” Bu satırlardan sonra Sevgili’de de bize böyle hissettirmeyi başarır. Velhasıl Duras’ın inandığı gibi yazan bir kalem olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Romanın satır aralarında gezecek olursak “En güzel yanımın saçlarım olduğunu söylüyorlar sık sık, ben de güzel olmadığım anlamını çıkarıyorum bundan,” cümlesindeki umutsuzluk okuyucuyu sarsar. “Yazdığımı sandım ama hiç yazmadım, sevdiğimi sandım ama hiç sevmedim, kapalı bir kapı önünde beklemekten başka bir şey yapmadım hiçbir zaman,” sözleri ise bizleri, karaktere üzülmekten ziyade onun sözleri etrafında kendi hayatımızı, aşklarımızı, kararlarımızı sorgulamaya iter, “Öyleyse karakteri her şeyin sonunda hiçbir şey yapmadığına inandıran şey nedir?” sorusuyla başbaşa bırakır. Ne yazık ki Duras’ın niyetinin sadece kendisiyle hesaplaşmak mı yoksa bizi sahici bir sorgulamaya itmek mi olduğununu asla bilemeyeceğiz. Yoğun bir kederin romandan sıyrılıp içimize işlediği şu satırlar, Duras için saygı duruşuna geçmemizi sağlar: “Her zaman kederli olduğumu. Bu kederi küçüklük fotoğraflarımda da gördüğümü. Her zaman kapıldığım keder olduğunu benimsemekle birlikte, bugün bu kedere neredeyse kendi adımı verebileceğimi, öylesine bana benzediğini.” Doğuştan kederli olduğuna inanan karakterimiz birkaç cümle sonra hiçbir şeye tamah etmemek gerektiğini, asilce, belirtir: “Hiçbir şey beklememek gerektiğini haykırır, ne herhangi bir kimseden, ne herhangi bir devletten, ne herhangi bir Tanrı’dan, hiçbir şey beklememek gerektiğini. Romanın aile ile ilgili kısmını ise şu cümle bize özetler niteliktedir: “Taştan bir aile işte, ulaşılmaz bir derinlikte taşlaşmış. Her gün birbirimizi öldürmeye çabalıyoruz.” İşte kahramanımız, kanlarından başka hiçbir ortak yanlarının bulunmadığı bir ailenin içindedir. Romandan son bir pasaj paylaşacak olursak o da kahramanı iyiden iyiye benimsetebilmek adına şu satırlar olacaktır: “Bu kız hiçbir zaman hiçbir şeyden memnun olmaz der, annem. Sanırım yaşamım bana kendini göstermeye başlıyor artık. Sanırım, şimdiden geçirebiliyorum bunu aklımdan, belli belirsiz bir biçimde ölmek geliyor içimden. Bu sözcüğü daha şimdiden yaşamımdan ayıramaz oldum. Sanırım, belirsizce yalnız olmak istiyor canım.” Duras bu satırları ile kendimizi karakterin yerine koymamızı veyahut karakteri bir dostumuzu bağrımıza basarmış gibi sahiplenmemizi ustaca sağlamakta.
Son olarak kahramanımız bize bir meydan okuma resitali sunar. Yoksulluğa, aileye, sevgilisine, kardeşlerine, ölen babasına ve kendisine bir karşı duruş sergiler. Romanın genel muhtevasında bu duruşu bize hep hissettirir. Bu eseri özel ve değerli kılan en önemli husus ise hiçbir çaba sarf etmeden yer yer olayların içerisinde var olabilmemiz ve bunu iliklerimize kadar hissedebilmemiz olsa gerek. Aslında duygusuz akşam yemeklerinde, kahramanın iç hesaplaşmalarında, ailesel sorunların anlatıldığı satırlarda parça parça kendimizi buluruz. Duras, yazma eylemi için “Yazmamış olsaydım, sağaltılamaz bir alkol bağımlısı olurdum,” derken esasen bizlere hüzne mahal vereceğini de söylemiş olmuştur. Ve amacının da bu olduğu varsayımında bulunursak Sevgili’de içimizde bir burukluk, kasvet ve karanlık yaratan yazar, bu arzusunu gerçekleştirmiştir diyebiliriz. Veyahut başka bir tabirle ifade etmek gerekirse yazar, içimizde bulunanı gün yüzüne çıkartmıştır. Sessizce ve farkına bile varmadan özümüzde olanı ayna misali önümüze koyan Sevgili, kendimizin yanı sıra aşk ve aile mefhumları ile yüzleşmek için de iyi bir fırsat.
- Sevgili – Marguerite Duras
- Sel Yayıncılık – Roman
- Çeviri: Tahsin Yücel
- 96 Sayfa