Ömer Hayyam’ın ülkesi, tarihte ki ilk suikastçı tarikatına ev sahipliği yapmış 2500 yıllık bir kozmopolitin başkenti İran. Adını sıkça duyduğumuz, Bush’un “şer ülkesi” ilan ettiği teokratik bir İslam Cumhuriyeti. Peki bu ülke hakkında ne biliyoruz?
Metis Yayınları’ndan çıkan Columbia Üniversitesi’nde İran Araştırmaları ve Karşılaştırmalı Edebiyat profesörü olan Hamid Dabashi’nin bu kitabı işte tam olarak bu noktaya parmak basıyor.
Kitabın sonuna geldiğinizde, İran hakkında ABD Dışişleri, CIA, Pentagon, Johns Hopkins Üniversitesi Paul H. Nitze Gelişmiş Uluslararası Araştırmalar Okulu, Hoover Enstitüsü, Heritage Vakfı ve beş yeni muhafazakar beyin takımının – İran İslam Cumhuriyetindeki İslami Rehberlik ve İslam Kültürü Bakanlığının da bunlara dahil olduğunu eklemeye lüzum görmüyorum- bildiklerinin toplamından daha fazlasını bileceğinize sizi temin ederim.
Kitabı detaylı olarak incelemeden önce İran’ın 200 yıllık tarihini anlattığını söylemek istiyorum. Giriş bölümünde yazarında belirttiği
gibi çözümlenmemiş sorunları tartışmaya açan bir kitap. Kitabı yazma amacının İran’ın savaşçı bir gelenek ile kendine yabancı bir modernlik arasına sıkışmış bir ülke kategorisinden çıkarmak olduğunu belirtiyor.
İlk bölümde “ulus” kavramına yeni bir eleştiri getiriyor Dabashi. “Çok odaklı bir kültürün zorla uluslaştırılması, bilgilenme açısından sömürgecilikten geri kalmadığı gibi, ayrıntılara bakıldığında ırkçılıktan farklı değildir.” Ulusal ve milliyetçi tarih yazımının kırılma noktası olarak da Sasani hanedanın yenildiği 658 yılını işaret ediyor. Bu bölümde de kitabın neredeyse tamamına yayılan İran’da ki kadın hakları sorununa bir eleştiri var. Ayrıca yazar İranlıların diğer Arap ülkeleriyle bir tutulmasını da eleştirilerine ekliyor.
İkinci Bölüm yani “Sömürgeci Modernliğin Şafağı”, İran’ın Fransa, İngiltere ve Rusya arasında nasıl paylaşıldığını anlatıyor. Ayrıca bu dönemde bu ülkelere eğitime gidip ülkesine geri dönen bir kısım aydının, liberal ve radikal bir reformcu hareketin ortaya çıkmasında etkili olduğunu özellikle de Mirza Salih Şirazi bu hareketin başını çekiyor. 1979 İslam Devrimini anlamamızı sağlayacak Şii ruhban sınıfı ve halk arasında ki ilişki ve biraz önce sözünü ettiğimiz bu reformcuların ruhban sınıfındakilerin siyasi ve ekonomik imtiyazlarını sarsmasını detaylı bir şekilde aktarıyor.
İran tarihinin kuşkusuz en çarpıcı olayı Mirza Şah Kirmani’nin Şah Nasreddin’i öldürmesidir. Bu olay, Meşrutiyet Devrimine giden yolun başlangıcı kabul edilebilir. Ayrıca yeni gelen Şah’ın yabancı ülkelere kapitülasyonlar vermesi ve İran’ın giderek sömürgeleşmesinin de önünü açıyor. Yazarın da söylediği gibi “Aynı anda hem modernleştik, hem sömürgeleştik.” Bu dönem Şah’ın parlamentoyu Ruslara bombalatmasına kadar devam ediyor. Kitabın üçüncü bölümü işte bu olayların etrafında oluşuyor.
Sonraki bölüm ise kilit dönemlerden biri olan Pehlevi dönemine ait. Yazar bu dönemi çok güzel bir cümleyle anlatıyor aslında “Sömürgeci modernliği genel olarak tanımlayan ve hezimete uğrayan bütün devrimlerimizin temelinde yatan bu paradoksun adı kısaca Pehlevi rejimidir.” Bu dönem de seküler olan Rıza Şah tarafından Şii ruhbanlarına artan baskı onlara olan desteği de artırıyor. Rıza Şah doğrudan Jon Türklerden etkilenmiş bir hükümdar. Ancak Pehlevi döneminin en önemli ismi kuşkusuz Muhammed Musaddık’tır. Kendisi İran petrolü kamulaştırıp İran’ın gerçekten bağımsız olması için çalışan bir başbakan ayrıca şahın aksine halk desteği olan bir lider. Zaten bu bölümün büyük bir kısmını ABD ve İngiliz desteği alan şah ile halk desteği olan Musaddık’ın iktidar mücadelesine ayırıyor Dabashi. Pehlevi döneminde İran bir ABD üssü haline geliyor ve karşı çıkan sol görüşlü muhalifler bastırılınca İslamcılık yükseliyor. Kitabın sonraki bölümünde adını sıkça duyacağımız Ayetullah Humeyni işte bu dönemde Şii cemaatinin başına geçiyor. (1963)
Kitabın en çok beğendim yeri ise bu bölümün bitiş paragrafıdır. Bölümün kısa bir özetinin yanı sıra bir sonraki bölümde yaşanan olayların pişmanlığını bu paragrafta yazarın ağzından okuyabiliyoruz:
Pehlevi rejiminin 1973 Arap petrol ambargosu ile devrimci hareketin cipf-es.org yükselişe geçtiği 1977 yılları arasına tekabül eden son dönemi, İranlılar için bu yüzyılın en uzun yıllarıydı- zira şah hepten inatçı bir hal alarak, kendini yenilmez sanmaya başlamıştı. Oysa durum onun düşündüğü gibi değildi. Hepimiz yanılmıştık – hem de birden fazla konuda: olmasını dilediğimiz şey konusunda yeterince düşünüp taşınmamış olduğumuzu, ancak o şey gerçekleştiğinde anlayabildik.
Beşinci bölüm hepimizin aşina olduğu çokta eski sayılmayan 1979 İslam devrimini konu alıyor. O dönemde şaha karşı iki grup olduğunu aktarıyor yazar. Kentlerde gerilla mücadelesi veren sosyalistler ve Ayetullah Humeyni’nin siyasi önderliğindeki Şii ruhban teşkilatı. Şahın ülkeyi terk etmesi ve Humeyni’nin ülkenin tek ve mutlak kanunu olmasını Dabashi oldukça akıcı bir şekilde sanki bir polisiye roman tadında anlatıyor. Ayrıca Humeyni’nin kendisine en ufak tehdit arz eden herkesin derhal infaz edildiğini ve Humeyni’nin –ya şahlık ya İslam Cumhuriyeti- mihvali bir referandumla İranlılara pek bir alternatif sunmadığını yazıyor. Bölümde esas dikkat çeken Humeyni’nin Abd ile rehine krizini ve Irak-İran savaşını kullanarak kendisine muhalif olanları nasıl bastırdığı gerçeğidir. Bu dönemi kutsal bir tiranlığa benzetiyor Dabashi.
Yeniden yapılanma ve reform bölümünde ise Humeyni’nin ölümünden sonraki dönemi okuyoruz. İslam cumhuriyetinin kendi içinden önceleri onu destekleyen ama sonra karşı çıkan Şii muhalefet liderlerini anlatıyor ve ekliyor: “İslamcılar hem iktidar da hem muhalefetteydi.” Bu dönemde en dikkat çeken isim Hatemi oluyor. Kendisi daha açık görüşlü, ilerici ve liberal olan Hatemi sürpriz bir şekilde seçimlerden başarılı çıkıyor ve hem cumhurbaşkanlığı hem de parlamentonun kontrolünü kazanıyor. Toplumda yeni bir referandum talebi artıyor. Ama Amerika’nın İran’ı şer ekseni ilan etmesini fırsat bilen ruhban sınıfı ülkeyi yeni bir hayatta kalma mücadelesi içine sokunca beklenen tüm reform isteklerini büyük bir hayal kırıklığına dönüşüyor.
Son yani İslami İdeolojinin Sonu bölümünde Dabashi Şiiliğin bir muhalefet konumu aldığı sürece meşru olduğunu iktidarı aldıktan sonra bu meşrutiyetini yitireceği paradoksunun İslam Cumhuriyetinin de sonunu getireceğini ve İslam Cumhuriyeti’nin kavramsal olarak çelişkilerle dolu olduğunu söylüyor. Yazar bu bölümde detaylı bir günümüz İran incelemesi de yapıyor.
Kitabın sadece bir siyasi tarih kitabı olduğunu söylemek büyük bir yanılgı olur. Kitabın modernleşme üzerine felsefi yönü de aşikar. Özellikle ele aldığı dönemlerdeki edebiyatı, sanatı ve bunların siyasi, toplumsal olaylar üzerindeki etkilerini detaylı bir şekilde sunuyor. Aslında bu detay yer yer okuyucuyu soğutsa da İran sineması, edebiyatı, şiir hakkında fikir sahibi olmamızı sağlıyor. Ayrıca yazarın İran’da geçirdiği yıllara ait anılarını da aktarması kitaba tarihi bir roman havası katıyor.
İran: Ketlenmiş Halk kitabını kaynak kitabı olduğu için bölüm bölüm incelemeyi uygun gördüm. Bunun sebebi okurun kitaptan neler öğrenebileceğini göstermek istememdir. Diğer bir açıdan bakarsak kitabı okumayı düşünmeyenler bile İran tarihi hakkında genel bir fikir sahibi olabilir. Kitabın içeriğinin yukarıda ki ufak bilgilerin çok çok ötesinde olduğu da unutulmamalıdır.
Kitabı tavsiye etmemin ana sebebi Hamid Dabashi’nin İran tarihini sadece o coğrafya ile değil modern dünya tarihi ile iç içe ele almasıdır. Tüm bunların dışında bize oldukça yakın olan bu ülke hakkında bilgi sahibi olmanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Ruhban sınıfının denetiminde, son derece baskıcı, kabilelere ayrışmış, siyaseten hizipleşmiş, muhalif görüşlere fazlasıyla hoş görüşüz, ürkütücü ölçüde kadın düşmanı ve ortaçağdan kalma İslam Cumhuriyeti tarafından yönetilmesine rağmen, İran’ın yine de bölgenin en iyi durumdaki devleti olması, dünyanın bugün geldiği noktaya dair yapılmış en üzücü yorum olsa gerek.
- İran: Ketlenmiş Halk – Hamid Dabashi
- Metis Yayıncılık
- Çeviri: Emine Ayhan
- 336 Sayfa