Merhaba! Geçtiğimiz mart ayında Okur Lokali olarak Nobel Ödüllü yazar Han Kang’ın edebiyat dünyasına dalmaya karar verdik. Ve topluluğumuzun buluşmasında tartışmak üzere yazarın Vejetaryen isimli Booker ödüllü kitabını seçtik.
Yazarın dilimize çevrilen kitaplarının tüm baskıları April Yayıncılık tarafından yapılmaktadır; çevirmeni ise Gürsel Türközü’dür. Hali hazırda basılmış olan beş kitabının olmasını fırsat bilerek dilimizdeki külliyatını tamamlama, Han Kang’ı anlama ve yorumlama çabalarına da girdik… Yazının devamında bu kitaplara ilişkin notlar yer almaktadır ancak özellikle Vejetaryen kitabı hakkında yazılanların spoiler içerdiğini söylemekte fayda görüyoruz… Keyifli okumalar dileriz…
VEJETARYEN
Bir rüya ile başlayan uyanış…
Sıradan bir insan Yonğhe; kocası Conğ öyle tanımlıyor eşini. Kocasının makul, iddiasız ve sessiz olduğu için hayatını birleştirdiği Yonğhe, bir rüya ile hayatlarının dengesini bozacak bir karara varıyor: vejetaryen olmak. Sıradanlığa kafa tutan ama bunu başarmak için kendinden geçen Yonğhe’nin hikayesini okuyoruz…
Kitap Vejetaryen, Moğol Lekesi ve Alev Ağacı isimli üç bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerin ilki ana kahramanımız Yonğhe’nin kocasının, ikinci bölüm eniştesinin, son bölüm ise kız kardeşinin ağzından aktarılmıştır.
İlk bölüm Yonğhe’nin bir rüya gördükten sonra aniden vejetaryen olmaya karar vermesi ve evdeki tüm hayvansal ürünleri atmasıyla başlar. Kocasının idealsiz, sıradan ve monoton eş standartlarına o vakte kadar çok uygun olan Yonğhe bu kararı ile eşinin rutinlerini bozar ve huzurunu kaçırır. Bugüne kadar hep uzlaşması kolay, kendine ait fikri olmayan, evdeki bir eşyadan farksız gördüğü karısının böylesi köklü bir karar almasını eşi hazmedemez. İşin içinden çıkamayınca da Yonğhe’nin ailesine bu durumu haber verir. Aile için bu karar son derece anlamsızdır ve kabul edilebilir değildir. Bölümün sonuna doğru Yonğhe’nin kız kardeşinin evinde gerçekleşen bir aile yemeğinde babası ile Yonğhe’ye zorla et yedirmeye çalışır ve bu zorbalığa katlanamayan kahramanımız eline geçirdiği bıçak ile bileğini keser. Kaldırıldığı hastanenin bahçesinde vücudunun üstü tamamen çıplak olarak güneşlenirken bulunması ile bölüm sona erer… İkinci bölümde bu olayların üzerinden iki yıl geçmiştir ve Yonğhe ile eşi boşanmışlardır. Kahramanımız bir süre ruhsal tedavi görmüş ve yetersiz beslenmesinden dolayı epey zayıflamıştır. Bu bölümde konunun akışı Yonğhe’nin ablası ve eşine evrilerek devam eder. Abla karakter Yonğhe’nin aksine daha güçlüdür; kendi işini yapmakta ve sanatla ilgilenip, işleri pek yolunda gitmeyen eşini de domine etmektedir. Abla karakterin, sıradan bir günde, bir benzeri çocuklarında bulunan ve çocukluktan sonra geçmesi beklenen bir doğum lekesinin hala Yonğhe’de olduğunu söylemesi ile eşinin kafasında bir video kurgusu projesi filizlenir. Bölümün devamında bu projeyi hayata geçirme sürecini okuruz. Çiçek ve doğa teması ile Yonğhe’nin vücudunu boyayan eniştesi daha sonra bunu videoya alır. Ancak projesinin devamı olarak bir erkek aktör daha eklenir, daha da ileri giderek Yonğhe ile erkek aktörün sevişmesini talep eder. Bu teklife Yonğhe sıcak bakarken erkek aktör kesin bir dille reddeder. Geçmişten beri Yonğhe’yi cinsel anlamda arzulayan enişte onun zayıflığından faydalanır ve birlikte olurlar. Abla karakterin onları birlikte görmesi ve ikisini de akıl hastanesine göndermek üzere ambulansa haber vermesi ile bu bölüm sonlanır.
Son bölüm abla-kardeş ilişkisine odaklıdır. Abla karakter kocasını boşamış ama yaşananlara rağmen ablası Yonğhe’den vazgeçmemiştir. Aralıklarla kaldığı hastanede onu ziyaret etmekte ve masraflarını karşılamaktadır. Ancak Yonğhe’nin hem fiziksel hem ruhsal sağlığı kötüye gitmektedir. Yonğhe kaldığı hastaneden kaçar, bir ormanda bulunur. Yemek yemeyi reddeder, serum yoluyla verdikleri besinleri de kabul etmez. Geldiği noktada kendini bir bitki olarak görmekte ve ihtiyacı olan şeyleri güneş ve su olarak sınırlandırmaktadır. Zayıflamaya devam etmekte ve iç organları iflas etmek üzeredir. Hikâyenin sonunda hem hastanedeki görevlilerin hem de ablasının tüm çabalarına rağmen yemek yemeyi reddeden Yonğhe’nin ambulansla tam teşekküllü bir hastaneye sevk edilme yolculuğu esnasında baş kahramanımız başladığı noktadadır; rüya ve gerçekliğin ayrım çizgisinde, belirsizliğin ortasında.

Kitapta ana karakter Yonğhe’nin kendini var etmek için bulduğu bir yöntemi irdeliyor ve sonuçlarına şahitlik ediyoruz. Eylemlerin bütününü değerlendirdiğimizde bunun bir nevi ‘direniş’ olduğunu da söyleyebiliriz. Ana karakterle empati yapmamak da işten değil; bu da yazarın okurla kurmayı başardığı bağın göstergesidir.
Son olarak kitap, yazarın Nobel Edebiyat Ödülü’ne konu olan tasasına (tarihsel travmalarla yüzleşen ve insan hayatının kırılganlığını ortaya koyan yoğun şiirsel düzyazısı) ilişkin izleri de açıkça taşımaktadır: Yonghe’nin duruşu ile bahsedilen kırılganlığı eşleştirmek mümkündür.
Kitaptan altı çizilenler…
“Böyle bir bedeni, tek bir bedenle bu kadar çok söz söyleyebilen bir bedeni ilk kez görüyordu.” Sf.76
“Saburla sımsıkı bütünleşen kadının hayatı, acımasız olduğu kadar adil de olan zamanla birlikte, sürüklenmeye devam etti.” Sf.119
“Küçüklüğünden beri, kendi başına başarıya ulaşanların sahip olduğu güçlü karaktere sahipti. Hayatında meydana gelen her şeyin üstesinden tek başına gelmeyi bilmişti ve dürüstlük onun doğasında vardı. … Bu dürüstlüğün getirdiği dinginlikle her durumun üstesinden gelebilirdi, zamanın bile.” Sf.120
“Abla… Dünyadaki bütün ağaçlar kardeşim gibi.” Sf.124
“Sanki bedeninden daha büyük bir yara, karanlık bir deliğe doğru tüm bedenini çekiyormuş gibiydi.” Sf.140
“Anlamsız ve moralsiz geçen bir gün, otobüs beklerken kaldırımdaki bir ağaca istemsizce dokunmuştum. Ağacın nemli kabuğu soğuk bir ateş gibi avucumun içini yaktı. Göğsüm buz gibi, sayısız yarıklara ayrılarak parçalandı. Canlı bir şeyle canlı başka bir şeyin buluşmasını, artık elimi çekip daha fazla ilerlemem gerektiğini, hiçbir şekilde inkâr etmenin yolu yoktu.” Sf.158
ÇOCUK GELİYOR
Kitap, 1980 yılında korkunç katliamların yaşandığı, insanların kadın, erkek, çocuk, yaşlı ayırt edilmeksizin öldürüldüğü, işkencelere maruz bırakıldığı, tarihe kara bir leke olarak geçen Gwangju Ayaklanması’nı konu almaktadır.
Bir toplumun şiddet tarihine ışık tuttuğu için başlı başına sarsıcı olan bu kitap, Han Kang’ın meseleye çocukların ve kadınların gözünden bakması ile gücünü artırmıştır.
Kitapta birbirinden bağımsız ancak bir o kadar bağlantılı altı tane öykü yer almaktadır. Öykülerin anlatıcıları bu ayaklanma günlerine şahitlik etmiş, arkadaşı öldürülmüş, ölmüş, işkence görmüş kişilerdir. İlk bölümde protestolar sırasında kaybettiği arkadaşını arayan bir çocuğun gözünden bakıyoruz meseleye; ilerleyen sayfalarda arkadaşının öldürülmüş olduğunu öğrenip, ölü bir çocuğun gözünden bakıyoruz. Örnekleri çoğaltılabilecek bu aktörler aracılığıyla yazar insanoğlunun acımasızlığının bir sınırı olmadığına, bu şiddetin kişisel ya da toplumsal değil; evrensel olduğuna dikkat çekiyor. Ve bunu yaparken o kadar cesur bir dil kullanıyor ki, okur olarak uzunca bir süre akıldan çıkmayacak, insan olmaktan utandıran sahneler zihnimize kazınıyor.
Sonuç olarak Çocuk Geliyor, çok güçlü, zor ve şiddetli, bir o kadar da kan dondurucu gerçeklikte bir metin.
Kitaptan altı çizilenler…
“İnsanoğlu özünde acımasız bir varlık mıdır? Bizler sadece evrensel tecrübeleri mi yaşıyoruz? Sadece yüce bir varlık olduğumuz yanılgısıyla yaşıyoruz hepsi bu; her an bir hiç olan böcek, hayvan, irin, iltihap kümesine dönüşebilir miyiz acaba? Hakarete uğrayıp, mahvedilip öldürülmek, tarihte defalarca kez tekrarlanan bütün bunlar insanoğlunun kaçınılmaz kaderi mi acaba?” Sf.103
VEDA ETMİYORUM
Han Kang’ın Güney Kore tarihini mercek altına alarak; devlet eliyle işlenen ve uzun yıllar sümen altı edilmiş bir katliamı tüm açıklığıyla deşifre ettiği romanda, üç ana karakterden Jeju katliamı aktarılır.
Roman, daha önce benzer konuda yazdığı bir kitaba dair incelediği belgeler nedeniyle bir süredir toparlanamayan ve bu durumun hayatında vedalara neden olduğu bir yazar olan Gyongha’nın gördüğü rüya ile başlar. Bu sembolik rüyanın kalıcı bir anıta dönüşmesi fikri, bir zaman önce birlikte çalıştığı ancak annesinin rahatsızlığı nedeniyle mesleğine ara vererek Jeju adasında marangozluk yaparak yaşamaya başlayan belgeselci İnson’u hikâyeye dahil eder. Bir türlü gerçekleştiremedikleri çalışmanın yapım sürecinde İnson atölyesinde bir kaza geçirir ve o hastanedeyken Gyongha’nın rotası Jeju adasına döner. Karlar altındaki bu zorlu yolculuk onu, İnson’un evinde, annesinin Jeju katliamında kaybettiği ailesi ile yıllarca izini aradığı abisinin belgelerine ulaştırır. Bu noktada İnson’un ailesi üzerinden, Kore tarihinden izler barındıran şiddet ve acı dolu anılara dönen yazar, seçtiği atmosfer ile gerçekle hayalin birbirine karıştığı bir anlatımla bir topluluğun belleğinde yer alan travmaları ilmek ilmek açarak en dibe iner.
Derinlere itilen ve birikmiş acıların göstergesi olarak denizin altındaki karanlık ve dibe çökmüş balçık ile anlatılan dip metaforu, ölümün soğukluğu ile örtüşen ve ölülerin yüzlerinden erimeyen kar imgesi, insanın kırılganlığı ve zayıflığı ile örtüştürdüğü kuşların hafifliğine dair anlatısı, su, rüzgar ve deniz akıntılarının bir döngü ile başka zamanlarda ve başka mekanlarda yeniden var olma felsefesi ile aslında bir bütün olduğumuz ve acıların kollektif bilincimize işlediği benzetmesi, yazarı anlatım konusunda çok farklı bir üsluba taşırken, hem yaşadığı toprakların kimliğini hem de anlatma konusundaki özgünlüğünü okura sunar.
Okurun Notu: Çok maharetli bir yazarsın be Han Kang! Bir süre kendimize gelemeyeceğiz.
Kitaptan altı çizilenler…
“Birçok eski inancın varsaydığı gibi, gökte veya ruhlar aleminde insanların her adımını, her hareketini izleyerek kaydeden devasa bir ayna ya da aynaya benzeyen bir şey varsa eğer, benim de oraya hapsolan bir parçam vardı.” Sf. 12
“Bazı insanların ayrılırken sahip oldukları en keskin bıçağı çekip çıkardığını tecrübelerimizden biliriz. Karşısındakinin en zayıf ve yumuşak noktasına saplamak için çıkarırlar o bıçağı, o noktayı en iyi onlar bilir.” Sf. 16
“Kendi hayatını kendileri değiştiren insanlar vardır. Diğer insanların seçmesi zor şeyleri tereddütsüz seçip ellerinden gelenin en iyisini yaparak sonucunun sorumluluğunu üstlenenler. Bu yüzden ileride hangi yola çıkarlarsa çıksınlar çevresindekileri şaşırtmayan insanlar.” Sf. 28
“Her eylemimizin bir amacı olduğuna, tüm çabamızla yaptığımız her işte tek tek başarısız olsak bile geriye bir anlam bıraktığına inanmamızı sağlayan sakin ikna gücü onun sözleriyle hareketlerine sinmiştir.” Sf. 38
“Sabır ve tevekkül, keder ve zorunlu barış, azimlilik ve yalnızlık bazen bize kendilerini birbirine benzermiş gibi gösterirler. O an, bazı insanların yüz ve beden hareketlerinden duygularını ayırt etmenin güç olduğunu ve belki de kendilerinin bile kesin olarak ayırt edemeyeceğini düşünmüştüm.” Sf. 89
“O zaman anladım…Sevginin ne korkunç bir ızdırap olduğunu” Sf. 253
SEVGİLİNİN SOĞUK ELLERİ
Kitap bir heykeltıraşın yaşam öyküsünü, sanatını hayata geçirme serüvenini anlatıyor… Sanatçının temel teması kitabın isminden ve kapağındaki görselden anlaşılacağı üzere eller. Elleri kullanarak kalıp çıkarıyor, onlardan eserler üretiyor… Biz heykeltıraşın hikayesini, onun günlüklerinden okuyor; çocukluğuna dair yazdığı metinlerden onu bugün kendisi yapan ipuçları yakalıyoruz. Kurguda ana kahramanımızın hikayesi iki farklı kadınla kurduğu ilişkiler üzerinden şekilleniyor. Kadınlardan birinin yeme bozukluğu var, diğeri ise doğuştan bir elinde altı parmağı olan biri… Her ikisi de kendini sakınmaya, saklanmaya ihtiyaç duyan kadınlar. Bir diğer ortak özellik de vücutlarında kusur olarak gördükleri yerlerle ana kahramanımızın çok ilgilenmesi ve estetik kavramını ters yüz ederek bu kadınların deyimi yerindeyse komplekslerinin üzerine gitmesi.
Günümüz toksik ilişkilerinin reaksiyonlarına da sıklıkla rastladığımız kitapta yazar bizi yer yer sanat ve sanatçı kavramlarına dair ikilemlere sokuyor, sanatta sınır nerede başlar nerede bitmeli sorularına cevap aratıyor. Ayrıca kişisel bir hikâye olmasıyla birlikte karakterlerin oluşumunda aile ve toplum faktörünün etkisini hissettirmektedir. Son olarak, kitaba dair yapılabilecek muğlak son eleştirisi ise Han Kang’ın kitaplarıyla hemhal olmuş okuyucuları şaşırtmayacaktır.
Kitaptan altı çizilenler…
“Sadece gülmek için var olan bir yüz gibi, bir kez güldüğünde yüzünde sadece tebessüm kalıyor ve bunun dışşındaki tüm ifadeler tamamen kayboluyordu.” Sf.36
“Öğrendiğim şey, gerçeğin ayarlanabilecek bir şey olduğuydu. Esasen başıma ne geldiği, neler hissettiğim falan önemli değildi. Gerçekleşen duruma en uygun hareketi yapmalı, ardından bende iz bırakan duygu kalıntılarının icabına bakmalıydım. Ya dayanmalı ya unutmalı ya da affetmeliydim. Her ne olursa olsun hazmedebilirdim -hazmetmekten başka çarem yoktu- ve içimde gerçek denilen şey ister var olsun ister olmasın sonuçta hiçbir anlamı yoktu.” Sf.64
“Sevgi denilen şey böyle yapayalnız bir şeydir. Bir an için çok güçlü gelir ama bel bağlamaya değer bir şey değildir. Yakın zamanda şekli bozulur, kimi zaman rengini yitirir ve sonsuza dek buharlaşarak uçar gider. Sf.91
“Gerçi dünyada epey çok kör insan var. Ayrıca kör olmayanların da genelde gördükleri hakkında konuşmama alışkanlıkları var.” Sf.272
BEYAZ KİTAP
Kitap, Han Kang’ın kendisi doğmadan önce sadece iki aylık bir ömrü olan ablasına bir ağıt, bir dua, bir anma, belki de hafızayı diri tutma, geçmişle yüzleşme adına yazmış olduğu metinlerden oluşmaktadır. Otobiyografik ara kesitler barındıran bu kitapta akan bir kurgu yoktur; hayat gibi güzelliklerle ve bir o kadar acılarla dolu notlar vardır.
Tek solukta okunabilecek bu kitapta yazar ablasının ölümünü bir metafora dönüştürmüş, kendi varlığını onun yokluğu ile anlamlandırmış ve bu kapsamda türlü olasılıklar üzerine kafa yormuştur. Metinleri arasındaki bağlantıyı koparmamak için de ‘beyaz’ rengini seçmiştir. Beyaz saf mutluluğun da rengi olabilir, ölümün de… Özgürlük temsiliyeti de vardır, tutsaklık da… Örtülü bir anlatımla da olsa yazar tüm kitaplarında sergilediği maharet ile derindeki duygulara değmeyi başarıyor. ♥️
Kitaptan altı çizilenler…
“İnsanlar neden gümüş, altın ve elmas gibi ışıltılı madenlerin değerli olduğunu düşünürler acaba? Bir söylentiye göre suyun ışıltısı eski insanlar için hayat demekmiş. Işıldayan su temiz sudur. Sadece içilebilen, hayat veren su şeffaftır. İnsanların çölleri, ormanları, kirli bataklık bölgelerini kafileler halinde dolaşırken, uzaktan beyaz beyaz ışıldayan suyu keşfettiklerinde hissettikleri şey muhtemelen acı bir keyif olmuştur. “Sf.87
“Kadın, böyle uç noktada günlük hayatı devam ettirmek hakkında derinlemesine düşündü. Şimdi bu şehirde geçirdiği zaman, beyaz bir gece mi, yoksa karanlık bir gündüz mü acaba? Eski acıları hafiflemedi, yeni acıların hiçbiri henüz yaşanmadı. Ne tam aydınlık ne de tam karanlık olan günler geçmişin hatıralarıyla çalkalanır. Uzun uzun kafa yoramayacağımız tek şey geleceğe dair hayallerdir. Soyut bir ışık, şimdi kadının önünde, onun bilmediği elementlerle dolu gaz benzeri bir şeyle ışıldıyor.” Sf.101