Osman Balcıgil’le Destek Yayınları etiketiyle yayımlanan yeni biyografik romanı “Cumhuriyet Gibi Bir Kadın Nahit Hanım” üzerine sohbet ettik. Nahit Hanım’dan, Ankara’dan, Cumhuriyet devrimlerinden ve günümüze yansımalarından konuştuğumuz söyleyişimizi keyifle okumanızı diliyorum.
Osman Bey yeni romanınız “Cumhuriyet Gibi Bir Kadın Nahit Hanım” için sizi kutlarım. Umarım okuyanı ve anlayanı çok olur. Klasik bir soruyla başlayalım ve size kitabın ortaya çıkış yolculuğunu soralım: Nahit Hanım’ı bir biyografik romanda anlatma fikri nasıl doğdu ve süreç nasıl ilerledi?
Önceki biyografik romanlarımda olduğu gibi bu romanımda da kahraman, yani Nahit Hanım, bir meseleyi çok iyi anlatabilme kapasitesine sahip. Onun yaşadıkları, tanık oldukları, düşünceleri, yaklaşımları ve bulunduğu çevrelerden hareketle, okuyucu çok önemli bir tarihsel dönemi anlama, hissetme imkânı yakalayacak. Üstelik bu yolculuğa, çok özel bir insanın, Nahit Hanım’ın yaşadığı büyük bir macera eşliğinde çıkacak. Sözünü ettiğim dönem, 1930-1950 arasındaki yirmi yıl. Bir başka deyişle genç Türkiye Cumhuriyeti’nin inşa edilme dönemi. Devrimler gerçekleşmiş, uçak pistin sonuna ulaşmış, burnunu gökyüzüne doğru kaldırma aşamasında… Yüz yıl süreyle hatta bugün bile, düşünenler, Gazi önderliğinde gerçekleşen büyük devrimin başarısını neye borçlu olduğunu anlamaya çalışıyor. Cumhuriyet Gibi Bir Kadın, bu çabaya katkı vermeye çalışıyor ve bunu roman formunda yapıyor.

Romanın hemen başında değişimine ve dönüşümüne şahit olduğumuz genç Cumhuriyetin başkenti Ankara’yı görüyoruz. İstanbul’dan ayrılıp Ankara’ya öğretmenlik için gelen Nahit Hanım ve Nimet Hanım farklı bir dünyaya ulaşmış hissini okura da taşıyorlar. Romanda Cumhuriyet devrimlerinin halk üzerindeki etkilerini, bir yandan da Nahit Hanım’ın şahsında bir Cumhuriyet kadını görüyoruz. Bu perspektifle baktığımızda Mustafa Kemal’in yapmaya çalıştığı uğruna ömrünü adadığı modern cumhuriyet çabasının büyüklüğü ve zorluğu hakkında neler söylemek istersiniz?
İmkânsızı başarmış bir devlet adamından ve imkânsız bir devrimden söz ediyorsunuz. Bu her anlamda böyle. Kılık kıyafet, medeni kanun filan gibi çok önemli değişiklikler bir yana Latin harflerine geçmek, kendi başına imkânsız bir “iş”. Osmanlı’da Arap harflerinden vazgeçilmesi gerektiği çok tartışılıyor. Ama cesaret edilemiyor. Bütün tartışmaların sonunda bunun imkânsız olduğuna karar veriliyor. Harflerin değiştirilmesi zamanı gelip çattığında, arkadaşları Gazi’ye on yıllardan söz ediyorlar. O “Ya üç ay ya da hiç!” diye cevap veriyor. Ve dediği gibi oluyor. Gazi Mustafa Kemal Atatürk sadece iyi bir asker ve devlet adamı değil çok iyi bir stratejist. Ne yapılması gerektiğini bildiği kadar ne zaman yapılması gerektiğini de biliyor. Günü gününe, dakikası dakikasına. Bir dakika erken ya da geç değil! O’nun bu yeteneği, genç Türkiye’nin en büyük şansı. Bugün, Fransızlar dil meselesinde “Acaba Türklerin yirmili yılların sonunda yaptığı gibi mi yapsak?” diye tartışıyor. Türkçenin muhteşem anlatma ve yazma yeteneği, matematik yapısı Türkçeyi yabancı dil olarak öğrenen herkesi şaşırtıyor. Demek istediğim, bir yandan uygun değil en uygun momentum yakalayacaksınız ve aynı zamanda bunu layıkıyla yapacaksınız. Zor ve büyük dediniz ya sorunuzda, cevabı işte tam olarak bu.
Roman boyunca tarihî detaylara, gerçek karakterlere ve dönemin atmosferine büyük özen göstermişsiniz. Bu dönemi yazarken hangi kaynaklardan, belgelerden veya arşivlerden yararlandınız? Bu kadar canlı ve detaylı bir dönem anlatımı için nasıl bir araştırma sürecinden geçtiniz?
Gazeteciliğimin etkisi var romanda. Daha önce ansiklopedi çıkartan bir ekiple çalışmıştım, tarih dergisi, bilim dergisi gibi çalışmalarım da oldu. Yayıncılık dünyasının içindeydim. Neyi nerede bulacağımı biliyorum anlayacağınız. Yapmam gereken kaynakları önüme açıp yola koyulmak oldu. Uzun boylu bir okuma sürecim oldu ama daha önemlisi yapacağım seçimlerdi. Romana kimleri, hangi olayları dahil edeceğim üzerine epey çalıştım.
Diğer biyografik romanlarınızı da düşündüğümüzde sizin birçok kitabınızda kadın karakterler başrolde ve oldukça güçlü karakterler tercih ettiğinizi görüyoruz. Suat Derviş, Afife Jale, Cahide Sonku ve şimdi de Nahit Hanım… Bu isimleri tercih etmenizin arkasındaki sebebi sormak isterim… Bununla birlikte sizce edebiyatta kadın karakterlerin temsili, toplumun dönüşümünü yansıtmak açısından ne kadar belirleyici rol oynar?
Sabahattin Ali’yi saymazsanız bütün biyografik roman karakterlerim kadın. Aslında dönem romanlarımda da kadını es geçmiyorum. Bence, özellikle de bizim ülkemizde kadınlar daha büyük hayatlar yaşıyorlar. Erkeğin tersine, pek çok açıdan kıstırılmış olan kadının yaptığı çıkış daha anlamlı, daha görkemli oluyor.
Yeni romanımda otuzlu, kırklı yılları anlattım. O gün böyleydi, bugün de değişen fazla bir şey yok. Düşünün, o zamanlar cumhuriyet balosu yapıyorsunuz, salon ağzına kadar erkek dolu. Kadınların sayısı iki elin parmakları kadar. Bu feci bir durum. O dönemin öne çıkan kadınları tam da böyle bir prangayı parçalamak zorunda kalıyorlar. Öteki romanlarımda da Suat Derviş, Cahide Sonku, Afife Jale, Celile Hanım gösteriyor aynı davranışı.
Toplumsal dönüşüm açısından yaklaşınca, büyük hayatlar yaşamış bu kadınlar genç insanlara, özellikle de kadınlara örnek teşkil ediyor. Engellerin aşılabilir, dağların devrilebilir olduğunu görüyorlar. Erkek neslinin tutsağı olunmadan da yaşanabileceğini hissediyorlar.
Bugün ne mutlu bize ki kadın öğretmenlerimizin sayısı erkek öğretmenlerimize yaklaşıyor. Doktorlarımız, avukatlarımız, akademisyenlerimiz var. Ama kadınlar yine de savaşmak zorunda. Bu, her alanda böyle. Romanlarımda konu edindiğim, büyük hayatlar yaşamış kadınların hayata karşı aldıkları tavır, genç kadınlarımıza rehber teşkil ediyor. Bizzat kendilerinin gerçekleştirecekleri toplumsal dönüşümde, kendilerinden önceki örneklerden güç almalarını sağlıyor.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında geçen bu romanı, günümüzle kıyasladığınızda ne tür paralellikler veya uçurumlar görüyorsunuz? Toplum, siyaset ve özellikle kadınlar açısından ne değişti ne yerinde saydı?
Eğer ellili yıllar kapıyı çalıp devrimlerin önü kesilmeseydi bugün çok başka bir ülkede yaşıyor olurduk. Tabiatıyla çok partili hayata geçilmesi gerekiyordu. Kuşkusuz ülkemiz demokrasiyle yönetilmeliydi. Ama bunu yaparken tarikatlara, ağalara, tefecilere, bezirganlara, en önemlisi emperyalizme teslim olmamız gerekmiyordu. 1950’den bugüne olanın özeti bu. Yetmiş beş yıldır, ülkemiz gerici, yobaz, hırsız, emperyalizmin işbirlikçisi hükümetler tarafından yönetiliyor. Böyle olunca, toplum yöneticilerin önünde koşmak zorunda kalıyor, kendi kendini geliştirmek, iyileştirmek, ileriye götürmek mücadelesi veriyor. Yani kadın olsun, erkek olsun, çocuk olsun, genç olsun, yaşlı olsun ve hangi sınıftan, katmandan olursa olsun tüm toplum, kendi göbeğini kendisi kesmek, üstelik bunu büyük engellemelere rağmen yapmak zorunda kalıyor. Otuzlu, kırklı yıllarla, geride bıraktığımız son yetmiş beş yıl arasındaki fark bu. Sözünü ettiğim yirmi yıl çok özeldi! Toplumun önünde yürüyen, onun ilerlemesini, aydınlanmasını, kendi hayatı hakkında söz sahibi olmasını isteyen yöneticiler vardı. Epeydir yok.
Romanınızda Ankara’nın inşası hem somut hem de soyut bir noktaya işaret ediyor diye düşünüyorum. Ankara, genç cumhuriyetin inşasıyla paralellik gösterir şekilde yeni bir toplumun ilk adımı gibi inşa ediliyor. Günümüzdeki kenti düşündüğünüzde bugünün Ankara’sı, o hayal edilen başkent midir? Kitaptaki “Yeni Ankara” ile bugünkü Ankara arasında sizce nasıl bir fark var?
Ankara sembol bir şehir. Genç cumhuriyetin birçok sembolü var. Ankara onların en önemlisi. Ankara, genç cumhuriyeti kuran insanlar tarafından cadde cadde, bina bina örülüyor. Her birinin yüzü cumhuriyetin karakterine dair bir mesaj. Cumhuriyet Gibi Bir Kadın Nahit Hanım’ı yazarken buna özel önem gösterdim. Çünkü genç cumhuriyetin bir ideolojisi var. Bu ideoloji kendisini her alanda gösteriyor. Mesela Tercüme Bürosu ve Dergisi, Köy Enstitüleri gibi kurumlar buna iyi örnekler. Opera, bale, sinema, tiyatro, radyo genç cumhuriyetin önemli enstürmanları. Tevhidi Tedrisat, Medeni Kanun ve ötekiler hep bu ideolojinin eseri. Aynı ideolojinin ayak izlerini, binalarda, anıtlarda da ve Ankara’nın kendisinde görüyoruz.
Bugüne ne kaldığına gelince, geçen yetmiş beş yılın bütün işi gücü o yirmi ya da otuz yılın izini silmeye çalışmak oldu. Yerine konulan daha iyi olsaydı çok dert etmeyebilirdik ama konulamadı. Rantın teslim aldığı şehirler, birbirinden çirkin binalar, her yer asfalt, her yer beton. Ankara da öyle, İstanbul da öyle, öteki şehirlerimizde öyleler.
Nahit’in Atatürk’le dans sahnesi, kitabın ilgili bölümünü okurken gözümüzde de canlanan bir sahne. Duygusal olduğu kadar sembolik de. O anı yazarken neler hissettiniz? Tarihle kurmaca arasındaki çizgiyi aşmadan bu sahneleri oluşturmak nasıl bir yazarlık dengesi gerektiriyor?
Biyografik ve dönemsel romanlarımı yazarken tarihten kopmamaya çok özen gösteriyorum. Kurmaca tabii ki var. Karakterler de yaratıyorum. Çünkü roman yazıyorum, tarih ya da biyografi değil. Ama bütün bunlar tarihten uzaklaşmama, onu çarpıtmama, eğip bükmeme, yanlı bir tavır göstermeme yol açmıyor. Neyse, ne zamansa, nasılsa, kimler tarafından yapıldıysa tam olarak onu yazıyorum. Tarihsel arka plan kullanıldığım romanlarda da olup bitene sadık kalıyorum. Çünkü, tarihi tam da olduğu gibi öğrenmek herkesin hakkı. Bu durumda, yazıp çizenlere düşen, yüksek sorumluluk duygusuyla hareket etmek.
Gazi Mustafa Kemal’in (henüz Atatürk değil çünkü Soyadı Kanunu henüz çıkmamış) Nahit’le dansı, Nahit ve öğretmen arkadaşlarının Çankaya’da Gazi tarafından ağırlanmaları, bunların hepsi sembolik. Yaşandı ve sembolik anlam ve önem taşıyordu.
Ülkemizin içinde bulunduğu hem siyasi hem de ekonomik krizlerin ortasındayken güçlü bir kadın karakteri hatırlatıyorsunuz ve Nahit Hanım’ın hikâyesini, hayatını okurlarınıza sunuyorsunuz. Hukuksuzlukla, adaletsizlikle, haksızlıklarla çevrili bir ortamdayken gencecik cumhuriyetin bağrından çıkardığı parıl parıl bir karakteri hatırlatıp umut tazeliyorsunuz. Sizce Nahit’in hikâyesi günümüz kadınlarına nasıl bir ilham verebilir? Bizi bu siyasi ve toplumsal bozukluklardan ne kurtarabilir?
Nahit, kurucu nesil demek. Çocuk olarak ülkesinin kurtuluşunu ve sonra genç olarak kuruluşunu yaşıyor, rol alıyor. O nesil hem şanslı hem de şanssız. Şanslı çünkü o günün yöneticileri ülkeyi ileriye götürmeye çalışıyorlar, kadın erkek ayrımı yapmıyorlar, tersine kadına pozitif bir ayrımcılık uyguluyorlar. Ama aynı nesil, dünya kadar yoksulluk ve yoksunluk içinde yol almak zorunda kalıyor. Dişleriyle, tırnaklarıyla kuruyorlar cumhuriyeti.
Bugüne gelince, o günlerde edinilmiş imkânlar, açılmış yollar sayesinde muhteşem bir kadın ve erkek nüfusa sahibiz. Haklarını her geçen gün biraz daha fazla kaybetmekle birlikte, bugünün gençleri (öyle veya böyle) aydınlanmanın ışığını alarak yetiştiler. Ve bugün, bu ışık, onlara, ülkelerinin ne kadar yanlış bir yolda ilerlemekte olduğunu gösteriyor. İliklerinde kemiklerinde hissediyorlar olması gerekenin bu olmadığını. Sokaklar, okullar, fabrikalar, hastaneler, adliyeler, hapishaneler, evlerimizin salonları, kahvehaneler, otobüsler, duraklar tam da bu nedenle karamsar. Gazetelerin ve televizyonların yüzde doksanı yalan söylese de karamsarlığın aşılmasını sağlayamıyor. Ve tam da bu duygu, gelecek güzel günleri hazırlıyor.