Merhabalar! Okur Lokali olarak Nisan ayı için okumayı seçtiğimiz kitap İspanyol yazar Andres Barba’dan Işıklar Ülkesi’ydi.
Kitabı hem kurgu hem teknik bağlamda irdeledik; bizde yarattıkları üzerinde uzun uzun konuştuk. Masumiyet, çocukluk, yetişkinlik, ebeveynlik, anlaşılırlık, bürokrasinin toplum üzerindeki baskısı kavramları genel çerçevemizi oluşturdu. Kitaba ilişkin değindiklerimizin yazıya dönüşmüş halini sizler için derledik. Keyifli okumalar dileriz!
Özet
Kitabımız Sosyal Hizmetler çalışanı olan anlatıcı karakterin karısı ve karısının önceki evliliğinden olan kızını da alarak San Cristobal isimli küçük bir kente taşınması ile başlar.
Kırsalda sakin bir hayat kuracak olmanın umuduyla yaptıkları bu düzen değişikliği ana karakterin hayatını tümünden değiştirecek kaotik olayları beraberinde getirecektir.
Mesele kentin sokaklarında, parklarında, tüm sosyal alanlarda peyda olan tehlikeli bir çocuk grubudur. Evsiz oldukları bilinmekte, ormanda yaşadıkları düşünülmektedir. Önceleri zararsız olan, dilencilik yapan ya da bir şeyler satarak göz önünde olan bu çocuklar, zaman içinde kapkaç ve hırsızlık yapmaya başlarlar. Çocukların yarattığı huzursuzluk bir süpermarkette iki kişinin ölümüne sebep olmaları ile kontrolden çıkar. Konuyla ilgili kuruluşlar çözüm yolları ararken kentte benzer yaş aralığında çocuk kayıpları başlar. Sayıları tam olarak hepsi öldükten sonra belirlenen bu grubun adı sonradan Otuz İkiler olarak anılacaktır.
İçinde çocukları kaybolmuş endişeli ebeveynlerin de olduğu bir grup bu çocukları bulmak için kolları sıvar. Aramak için ilk seçtikleri yer ormandır, burada anlatıcımız çocuklardan birini yakalar, çocuğu diğerlerinin yerini bulabilmek için 40 saat boyunca çeşitli şekillerde işkence ederek konuşturmaya çalışırlar. Çocuk direncinin kırıldığı noktada diğerlerinin kanalizasyonda yaşadığını söyler.
Kitabın bu noktasından sonra benim gözümde muazzam bir dekor değişikliği olur. Çocukları yakalayıp etkisiz hale getirmek için indiklerinde gördükleri manzara akıl almazdır, çocuklar adeta ışıklardan oluşan bir ülke yaratmışlardır. Bu karanlık inde yarattıkları ülkede dışarıyla bağlarını koparmakla birlikte yukarıda yaşanan dünyada da yansımalar, aynalamalar sayesinde hakimiyet kurmuşlardır.
Son sayfalarda kanalizasyonda saklanan çocukların basınç kaynaklı bir sebepten oluşan su baskını yüzünden acı içinde hayatlarını kaybettiklerini öğreniriz.
Değerlendirme

Kitap, okumanın tamamında hem gerilim hem de merak unsurlarını odağında tutmaktadır. Çocuklara ve yetişkinlere duyulan hisler okuyucuyu ikilemde bırakmaktadır. Ahlaki çıkmazların ön planda olduğu kurgu, olay örgüsünden çok karakterlerin haklılığı ve alınan kararların toplumsal etkileri ekseninde ilerlemektedir. Diyalog yok denecek kadar azdır, karakter tanımlamaları ve olaylar sınırlıdır. Ancak yine de kitap son derece akıcı ve sürükleyicidir.
Yazar tüm çocukların ortak özelliği olarak belleklerimizde kodlanmış olan masumiyet kavramının ters yüz edilmesi halinde yetişkin bireylerin ayyuka çıkardığı acımasız yüzlerini gözler önüne serer. Günlük hayat akışımızda da ebeveynler ve yetişkinler olarak anladığımızı, hâkim olduğumuzu düşündüğümüz çocukların hem kendi aralarında hem de kendileri gibi görünmeyen akranlarıyla yetişkinlerin anlayamadığı bir dil ve düzende ilişki kurabilme kabiliyetinin yetişkinleri nasıl çaresiz bıraktığı göz önüne serilmektedir.
“İyi eğitimli, büyük sorunları olmayan, hatta ailelerinin söylediğine göre kimileri korkak, orta sınıftan üç çocuğun günün birinde evlerinin penceresinden veya bahçe çitinin altından kaçıp ormanda toplanan bir avuç küçük çocuğa katılmasına yol açan ne olmuş olabilir ki? Onlarla nasıl iletişime geçtiklerini öğrendiğimizi varsaysak bile, onları kaçmaya iten neydi, birinden diğerine aktarılan elektrik neydi?” Sf.96
Alıntıda yer aldığı gibi bu ilişki kurabilme hali yetişkinler için hayret vericidir. Ancak kimse onları anlayabilme yoluna gitmemiş, kısa ve kolay yoldan alt edebilme, tehlikeyi ortadan kaldırmanın çareleri aranmıştır. Aynı zamanda yetişkinler için bu çocukların bu denli tehlike arz etmesi, toplum huzurunu bozmuş olmaları yetişkinlerin hırslarını ortaya çıkarmış, çocuk yaştaki bir toplulukla baş edemiyor olmanın öfkesi belirgin bir şekilde ifade edilmiştir. Muhtemelen bu öfke kolektif bir şekilde bu denli baskın olmasa, şefkate ve empatiye biraz yer açılsa o çocukları bile anlamak mümkün olacaktı…
“Gerçekliklerini yitirince Otuz İkiler üstesinden gelinemeyen bir canavara, çocuklardan ziyade yetişkinlerin kabuslarına giren bir canavara dönüşmüştü.” Sf.85
“… insanların Otuz İkiler’e duyduğu öfke birkaç çocuğun şiddet eylemlerine karışmasının doğal olmasından ya da olmamasından çok, bu çocukların kafalardaki tatlı çocuk klişesini bozarak insanları öfkelendirmesiyle alakalıydı.” Sf.86
Okur Lokaline Sorduk…
Işıklar Ülkesi’nde yazarın kurguyu zamanlar arası geçişlerle ve bilinç akışı şeklinde bir teknikle yazıya dökmeyi tercih ettiğini görmekteyiz. Anlatının arasına yerleştirilmiş belgeler ve günlükler ile lineerlikten uzaklaştırılan bu yazım tekniği ile ilgili görüşleriniz nelerdir?
Ecem:
“Kronolojik sıralamadan uzaklaşan örgüler içinde, bazen sayfalarda geriye gitme ihtiyacı ile karşılaşabiliyoruz. Düşünme eylemi ile beslenen bilinç akışı bazen karakterin iç dünyasına kolayca girebilmemizi sağlarken, bazense olay örgüsünden kopmamıza neden olmakta.”
Kübranur:
“Okurun dikkatini toparlaması konusunda sıkıntılı bir durum olmakla birlikte; içerikteki tedirgin edici ve gizemli durum açısından da belirsizlikleri destekleyen ve gerilimi arttıran bir yöntem olmuş.”
Dilara:
“Zaten olabildiğince kısa tutulmuş bir hikâyeden alınabilecek lezzeti artırdığını düşünüyorum. Üstelik kurgu, röportajlar ve günlükler gibi belgeler ile beslendiği gibi, kitaplardan (Küçük Prens) ve öykülerden (Üç kurbağa hikayesi) de destek alınmıştır. Bu da kurguyu tekdüzelikten kurtarmıştır.”
Çocuk olma haline bir misyon gibi yüklenmiş olan ‘masumiyet miti’ ile ilgili görüşleriniz nelerdir? Kitaptan ayrı tutarak, çocukluk gerçekten de bu kadar masumiyete meyyal bir dönem midir? Çocuklarımızda gördüğümüz kötücül davranışları ve özellikleri filtreden geçirerek mi sahip çıkıyoruz acaba bu masumiyete?
Filiz:
“Hiçbir çocuk kötülük ve iyilik kavramları ile dünyaya gelmez. Yanlışı ve doğruyu, güzeli ve çirkini, sevgiyi ve öfkeyi, merhameti ve zulmü bizlerden görür, filtreler ve kendine kodlar… Görmediği, tatmadığı hiçbir duygu ona aitmiş gibi hissetmez. Ta ki etrafındakileri gözlemleyip, onlardan öğrendiklerini hayata geçirene, hayata dair şeylere ait bütünün parçalarını birleştirene kadar…
Her çocuğun hayal gücü ve eylemleri ise ona dayatılan sistemde gördükleri ve öğrendikleri ile eşdeğerdir.”
Dilara:
“Çocuklara masumiyetin bir misyon gibi yüklenmesinin güçsüzlüklerinden ileri geldiğini düşünmekteyim. Tüm duygularını çok açık ve yüksek bir yerden hissediyorken, bedenlerinde duyguları açığa çıkaracak kuvveti bulamazlar. Bu tutarsızlık masumiyete alan açar. Ayrıca masumiyetin yitirilmesine sebep olan temel mesele insanın kötülüklerle karşılaşmasına, kendi gibi insan olanın yaptıklarını deneyimlemesi ve son olarak da buna alışmasıdır. Dolayısıyla çocuk için masumiyet dış dünyanın gerçeklerinden korunabildiği ölçüde vardır. Kitapta gördüğümüz gibi bu çocuk grubu gerçekten kaçamamış, korunamamıştır. Kendilerine kurdukları dünyayla da kentte yaşayan, onları anlamayacak, düzen düşkünü yetişkinlerle bir savaş halindelerdir.
Ayna bize döndüğümüzde kendi çocuklarımızda bu sistem nasıl işliyor, ebeveynlerden dinlemek lazım…”
Ecem:
“Bana kalırsa bunları yazabilmek için çocuklar hakkında çok iyi bir gözlemci olmak gerekir… Kitapta bu çocukların bir kasabada ortaya çıkışları kaybolmalarından sokağa düşmelerinden 10-12 yıl sonra ve bu kadar göz yumulup görmezden gelinmesi belki de çocuk masumiyetinin ve zararsızlığının arkasına saklanabilmeleri olabilir. Masumiyet bizim öğretilerimizle biçilmiş bir kalıp olabilir mi? (Öğrenilmiş-öğretilmiş bir mit olabilir mi?)
Seçimler hayatımızı bu kadar şekillendirirken, ne zaman seçim yapmaya başlıyoruz sorusu da bu kitabı okuduğumda kafamda belirdi. Seçimleri gerçekten öğrendiklerimize göre oluşturuyorsak eğer çocuklukta bize yol gösteren ebeveynlerimiz olmadığında gerçekten şiddete meylimiz bu kadar artar mı? Beraber yaşadığımızda gerçek bir düzene olan ihtiyaç toplumu bu kadar şekillendirebilir mi?”
Tuğçe:
“Masum olan bebeklerdir, çocuk dediğimiz yaşa geldiklerinde masumiyet kaybolur. Kendi çıkarları doğrultusunda çevresini yönlendirmeyi öğrenenler mi dersin, içine kapanık gibi görünen ama içten içe kurulanlar mı… Çoğu çocukta gizli bir duygu olarak kalan bu masumiyetsiz yan (masumun zıt anlamlısı suçlu olarak geçiyor, kanımca bu kelimeyi kullanmak da doğru değil) bazı çocuklarda o kadar bariz kendini gösterir ki yetişkin birey aklı/kalbi bile o çocuğu kabullenemez.
Öyle ya da böyle insan aklı devreye girdiğinde masum kalmak imkansıza yakındır.”
Altını Çizdiklerimiz:
“Küçük şehirlerde hayat metronom gibidir; kimi zaman o kadar düzenli ve öngörülebilir ki bu kaderden kaçınabileceğini düşünmek güneşin batıdan doğabileceğini düşünmekle birdir. Ancak bazen işte tam da bu olur: Güneş batıdan doğar.” Sf.19
“Deneyimlerimizin bazı görüntülere odaklanıp diğerlerini es geçmesine yol açan gizem nedir acaba? Hafızanın da zevkler kadar keyfi olduğunu, tıpkı damağımızın balığı değil de otu sevmesi olasılığıyla anılar arasında seçim yaptığını kabullenmek teselli olabilir, ancak bu bile her şeyden önce deşifreye muhtaç, kesinlikle rastlantısal bir şifreye tekabül eden bir şeyin varlığını gösterir.” Sf.23
“Bazı şeyler insanın sandığından daha çabuk ve kolay oluyor: saldırılar, kazalar, aşklar. Ve alışkanlıklar.” Sf.24
“Ve mutluluk; o çocuklar sanki normal çocukların bulmakta zorlandığı bir mutluluk sırrını bulmuş gibiydi. O gülüşleri dinlerken, dünyanın sadece bu sesi çıkarmakla kefaretini ödediği hissine kapılıyordunuz. Ama tek kelime anlamıyorduk.” Sf.39
“İnsanların çocuklara sokakta dilenmekle yetindiklerinde gösterdiği cömertlik ve iyilik kılığındaki merhamet ilkin korkuya, sonra da kine dönüşmüştü.” Sf.63
“Güven kaybı aşkın bitişine benzer. İkisi de içimizde yara açar, ikisi de yaşlandığımızı hissettirir.” Sf.82
“Çocuklar için dünya, çoğu zaman sevgi dolu olsalar da kurallar koymaktan vazgeçmeyen yetişkin gözetmenlerle dolu bir müzedir: Her şey yekparedir, her şey onlardan önce, hatta ezelden beridir vardır. Karşılığında sevgi alabilmek için masum olduklarına dair miti yaşatmak zorundadırlar. Masum olmaları yetmez, bunu göstermeleri de gerekir.” Sf.82
“Metinler ve vakayinameler haritalar gibidir. Bir tarafta kıtaların geniş ve belirgin renkleri, herkesin hatırladığı kolektif olaylar silsilesi dururken, diğer yanda özel duyguların derinlikleri, okyanuslar.” Sf.87
“Hatıralarımızın önemli bir kısmı zamanın hislerimize vurduğu damgaya bağlıdır.” Sf.115
“Belki de insanın kendini anlayıp affetmeden başkasını anlayıp affetmesi imkansızdır.” Sf.122
“Gerçeklik sonradan edinilen inançlar kadar ikna edici gelmediğinden, çoğu zaman çevrenin ahlaki yargılarına boyun eğeriz. Sonuçta, kasıla kasıla söylediğimiz gibi kendi gözlerimizle gördüklerimize bu kadar güvenebilir miyiz acaba?” Sf.132
“Fısıltıları duymak için belki birazcık sessizlik yetebilirdi, ama kendi hayret nidalarımız ve acı haykırışlarımızla fazla gürültü yapıyorduk.” Sf.147
“Ölüler terk ederek bize ihanet ediyor olabilir ancak biz de yaşayarak onlara ihanet ediyoruz.” Sf.149