14 Şubat’ta Öykü Gazetesi’nin organizasyonuyla gerçekleştirilen Dünya Öykü Günü etkinliği Beyoğlu’nda bulunan Cezayir Toplantı Salonu’nda öykü severlerin katılımıyla gerçekleştirildi.
14 Şubat Dünya Öykü Günü’nün bu yılki öykü bildirisini Aslı Erdoğan kaleme aldı. Öykü bildirisinin tamamı şöyle:
Bugün Dünya Öykü Günü. Öykü günü adına her yıl bir yazar küçük bir konuşma yapıyor. Şimdi benim tabii, ne olarak konuşayım, bir öykücü olarak, bir yazar olarak, hapisten yeni çıkmış bir yazar olarak. Bütün bunları nasıl bir araya getireyim, dedim, getiremedim. Ve sonunda beklenmedik, hiç politik olmayan bir konuşmada karar kıldım. Yazmak üstüne; daha doğrusu insanın yazgısı üzerine birkaç cümle sıralayacağım. Bütün bunların … yalnızca hikaye olarak düşünmedim ya da en genel anlamıyla kelime, hikâye anlatmak üzerine…
Bütün bunların sözle başladığını, tek bir sözcükle hiçlikten çıkıp geldiğini söyler kadim metinler. Kutsal, kayıp, sınırsız, sonsuz bir sözcük. O ilk imkânsız sözcüğü çok uzun zamandır arıyoruz. Kâğıtların başına oturuyor, günler geceler boyu dinliyor, işitiyor, anlatıyor, bekliyoruz. Birbirini yineleyen, yankılayan, yadsıyan sözcükler getiriyoruz bir araya. Sözcükten sözcüğe akan boşlukta, el yordamıyla yolumuzu arıyoruz; binlerce geçmiş, binlerce hikâye, sayıya vurulamayacak kadar çok ölüm arasında. Sanki ucu bucağı görünmeyen bir ırmağın kıyısında, yani var olabildiğimiz tek yerde durmuş, kendi yazgımıza mıhlanmış, onun ardı sıra bıraktığı kabukları topluyor, kulak kabartıyoruz. Sarp kayalıklardan imgeler koparıp alıyor, defalarca çiğnenmiş çamurda, kendi biricik hakikatimizi arıyoruz. Her şeyi yutup kendi dokusuna katan büyük sessizlikten, bir sözcük dileniyor, karşılığında kendi kanımızı veriyoruz. Bir sözcük, bir sözcük daha. Bir başlangıç, bir hikâye daha. Sessizliğe çarpıp duran, hep tamamlanmamış kalan. Sesini arayan acı, imgesini arayan ses, bomboş, uğultulu kabuklar…
Avuç avuç fırlatıyoruz sözcükleri bu dünyaya. Anlattıkça yitirdiğimiz o koskoca, suskun, taştan dünyaya. Boş beyaz kâğıtların başına oturuyor, sabırla dinliyoruz; günler, geceler, yılar boyu. Baştan alıyor, yörünge değiştirip bir çember daha çiziyor ve bekliyoruz. Kurumuş bir kabuğun hayatla dolması. Hayatla dolsun ve bir sesi olsun. İşte bu ses, bize ait olduğunu sandığımız bu ses, sayısız dünyayı çağırıyor; çoktan sönmüş is karası dünyalarla boşluktan doğmaya hazırlananları; her şeyin bütünlendiği, en koyu, en gerçek anlamına kavuştuğu bir dünyayı, saf ışıktan ve düşlerden oluşmuş bir başkasını.
Bu genelde edebiyat üzerine… Yazmayı düşündüğüm ve yazılmamış kalan ikinci konuşmaysa, “Şaşkın Melek.”
“Dünyanın bir ucundan bir ucuna dolaşır, sıradan çirkin, korkunç sahneler görür, kanadının bir ucuyla dokunduğunda, saf ışıktan oluşmuş bir imgeye dönüştürür,” diye yazmışım yıllar önce.
Yine yıllar önce bir başka meleği anlatmıştım. Bu insanlar arasında yaşamaya gelmiş ve insanların gecesini bir ucundan diğerine geçmiş, aşmış, pek çok sırrı, suçu, mucizeyi ve insan olmanın yol ayrımını görmüş. Her şeyi görmüş ve her şeyde kendini görmüş bir melek; bizde geceleyen ve bizde tükenen. Bu melek, bir nezarethaneye geliyordu kitabımda. Bütün mahkûmlara, kapatılmışlara küçücük bir hediye getiriyor. Bir kanat sesi veriyor kimine, kimine küçücük bir şarkı, kimine çocukluğundan kalma bir anı; elleri kolları dopdolu geliyor. Mektuplar, müjdeler, vaatler. Ve herkesi kucaklıyor. Ve küçücük bir dokunuşla, bazen bir hikâyeyle, bazen bir ezgiyle, bazen bir fısıltıyla yatıştırıyor. Ve giderken onlara son özgür ülkelerini bırakıyor… Ve bu meleğin sonu hiçbir zaman bilinmiyor, bu sonu herkes kendince buluyor. Kimileri için uçup gidiyor; kimileri için polisin silahını çekip intihar ediyor; kimileri için işkence de ölüyor. Ve bu meleğin hikâyesi asla tamamlanmıyor. Çünkü bütün hikâyenin bir parçası hepimizde her birimizde ve bu parçalar hiçbir zaman bütünleşmiyor. Ve bu melek bir ezgi bırakıyor geride. Hiçlikten çıkıp gelen ve her şeyden yeniden doğan ezgi ya da o ilk sözcük de diyebiliriz. O ezgi de, o da herkesin yolunu yitirdiği bir yola koyuluyor, yoluna çıkan her insan yüreğiyle biraz daha dalga dalga kabarıyor.
Bu melek ya da şaşkın meleğimiz bizim tabii ki edebiyatın bir metaforu olarak da algılanabilir ama ondan çok daha fazlası bence. İnsan hikâyesinin bir metaforu olarak düşündüm ve ben bu meleğe Dünya Öykü Günü’nü adamak istiyorum. Bizim baş öykü anlatıcımız o. Söylemek istediğim buydu, bir şaşkın melekle nezaret kösesinde bu konuşmayı bitiriyorum. İyi günler. Teşekkürler.
Konuşmayı dinlemek için: