Arşiv Odası’nda Ahmet Hamdi Tanpınar ve Orhan Pamuk var.
1987 yılında Orhan Pamuk, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yarım kalmış romanı “Aydaki Kadın” hakkında inceleme ve tanıtım yazısı kaleme almış. Arşivde bu yazıya rastlayınca sizlere ulaştırmak, edebiyatımızın en büyük yazarlarından Ahmet Hamdi Tanpınar’ı Orhan Pamuk’un cümleleriyle dinlemenizi istedik.
Şimdiden iyi okumalar.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bitmemiş romanı “Aydaki Kadın”
Bir yandan hırsları, tutkuları, alışkanlık ve tuhaflıklarıyla sürekli hareket eden, günlük hayatlarını yaşayan insanlar; diğer yanda geçmişleri ve yaşadıkları çevreyle birlikte bu insanların oluşturduğu bir dizi güzel görüntü…
Bu iki dünya arasında kararsız Tanpınar kahramanı Selim’in bu iki dünyadan derlediği ayrıntılardan alacağımız tatlar, çıkaracağımız anlamlar roman bitip bütünleşseydi bile sanırım fazla değişmezdi.
Tanpınar’ın yarım kalmış son romanı “Aydaki Kadın” bir rüyadan uyanışla başlar ve içinde “rüya” kelimesinin geçtiği bir cümleyle yarıda kalır. Kitapta en çok geçen kelimelerden biridir “rüya”; roman da adını edebiyatımızda benzeri az bulunur bir mizahla kurulmuş eşsiz bir rüyadan alır. Tanpınar’ın roman ve şiirlerini yakından tanıyanlar için “Aydaki Kadın”ın baştan aşağı bir rüya dili ve atmosferiyle kurulduğunu söylemek de şaşırtıcı olmayacaktır. Kısaca, “Aydaki Kadın” daha ilk sayfasından anlaşılacağı gibi okuyucuyu o bildik Tanpınar dünyasının hazlarına hemen götüren bir roman, öte yandan, tamamlanmamış kitabın dünyası ekleri ve dikişleri gözüken, bu yüzden de Tanpınar’ın kimi romancı sırlarım, kararsızlıklarını ve etkilerini açığa vuran bir dünya.
Kitabın başlarında bir yerde benim Tanpmar’a yakıştıramadığım bir “Akdenizliyiz!” heyecanıyla yazılmış iğreti bir “Marmara’da fırtına ’’sahnesinden sonra Tanpınar kendi gibi romancı olan kahramanı için şöyle der: “Selim daha ziyademle beraber okuduğu Ulysses’in tesiri altın da idi.” Az sonra 1920’lerin lise öğrencisi Selim’in Joyce’un “Uly-sses”inin değil, “Odissea”nın etkisi altında olduğunu keşfedersiniz, ama edebiyatseverlerin tat alacağı mutlu bir kalem sürçmesidir bu. Bu kalem sürçmesiyle Tanpınar, “Aydaki Kadm”ı yazarken aklında Joyce’un “Ulyesses”i olduğunu sanki farkında olmadan okuyucularına duyurmak istemiştir. “Ulysses” gibi “Aydaki Kadın”da geniş ölçüde çağrışımlara dayanan iç monologlarla kurulmuştur. “Ulysses” gibi “Aydaki Kadın” da kahramanının bile doluluğuna şaştığı tıkış tıkış olaylarla ve anılarla yüklü bir günde geçer. Joyce’un kahramanı Bloom gibi Selim’in de içine savrulduğu dış dünyadan çok kendi iç dünyasında yaşadığını düşünmeye başladığınızda ise benzerliğin sizi yanılttığını sezersiniz: Çünkü “Aydaki Kadın”ın başkişisi Selim başka hiçbir etkiyle açıklanamayacak tam bir Tanpınar kahramanıdır. Kişilik sahibi kuvvetli romancıların kitapları karşılaştırmalarla ancak bir noktaya kadar anlaşılabilir.
O noktadan ötede ise romancının hiçbir etkiyle değiştirilemeyecek ve reçetesi ancak romanın kendi içinden çıkarılabilecek kendi dünyası vardır. Aydaki Kadın‘ın daha ilksayfalarında Tanpınar’ın öteki romanlarından bildiğimiz dünyayı tanıyoruz. Çeşitli ara renklerle de olsa kahramanların ikiye ayrıldığı bir dünyadır bu: “Kendi meseleleri içinde kaybolanlar” ve “daima dışarda daima uyanık olanlar”. Öteki Tanpınar romanlarında olduğu gibi, birinci türden kahraman (Selim) kendi sorunları ve dağınıklığıyla ön plandadır. Bir geçmişle bağlı olduğu ve hâlâ arzuladığı kadın (Leyla) ise ikinci türden kararlı, ne yaptığını bilen sağlam bir erkeğe (Refik) bağlanacaktır. Bütün kahramanları geçmişleriyle birlikte bir araya geldiği ve romanın ikinci yarısını kaplayan o eğlenceli davette (anlatırken Tanpınar’m da eğlendiğini anlarsınız) Selim’in Leylasına bir an önce yakınlaşmak yerine davetin verildiği yalının odalarını bir müzesever gibi gezmesi, Tanpınar’ın da kahramanıyla birlikte bu “sanat tarihi” gezisine katılması da elbette çok Tanpınarcadır. Üstelik Mecnunun Leylası yerine önce onun bir resminin, daha sonra ise duvara ası lı fermanların, antika konsolla rın, küçük dere peyzajlarının, yazılı levhaların, Hamdullah yazması Kuranların, renkli camların çağrıştırdığı rüyalara dalması, sevgiliyle sanat eserleri arasındaki bu küçük yer değiştirme, öteki romanlarında keşfedemediğimiz bir Tanpınar sırrını bize sezdirir: Geçmiş kültürün güzelliklerine ilgi, sanki Tanpınar’ın romanlarında engellenmiş bir cinselliğin ve yaşanmamış bir hayatın yerini almaktadır.
Otobiyografik özellikler taşıdığı açık olan son ve en yaşlı başkahramanı Selim’in bu iki uç (hayat-sanat) arasında gidip gelen gözlemlerin doğal dağınıklığıyla sergilemek için Tanpınar’ın yararlandığı monolog ayrıca kitaba hâkim olan rüyamsı at mosfere de hizmet eder. Roma nın yazıldığı yıllarda Türk oku ru için iyice yeni olan bu yöntem Tanpınar’ı yeni bir roman tekniğinin heyecanlarına sürüklemez, hatta arada sırada roman yazarı olarak kendisinin değil, kahramanlarının aklından geçenleri yazması gerektiğine aldırmadığını da fark edersiniz, ama zevkle okunan bu Tanpınar parçacıkları romanın her şeyi sarıp sarmalayan o rüyamsı atmosferi içinde erirler. Öyle ki, kimi kahramanların o güncel siyasi, iktisadi “Nereye gidiyoruz?” heyecanlarında bile romanın “Demokrat Parti’nin Güzel Çağı” denebilecek havayla kokan şampanyalı, yeni zenginli, skandallı ve suistimalli atmosferine denk düşen bir dil vardır. Sık sık tekrarlanan bazı Tanpınar kelimeleriyle (uzviyet, bununla beraber, fakat, her şey, bu tam…) kurulan cümleler de dikkatle kurulmuş bir hikâyenin iniş ve çıkışlarına değil, daha çok cümlelerin kendi güzellikleriyle oluşturdukları bir dile, bir rüya atmosferine işaret ederler.
Bu atmosferin ayrıntıları ise romanın ilk planının aksine sahnenin dışında kalmayı seçen (anlaşılan roman ilerledikçe bu kahraman öne çıkmıştır) Tanpınar kahramanı Selim’in gene “Tanpınarca” diyeceğim bir seyretme zevkiyle sahneden derlediği görüntülerden, hatta resimlerden oluşur (Bir örnek: kayığın “başında oturan genç bir kadın, arkasında güneşin ışığı bikini bir mayonun üstüne bir elbise geçirdi: Korsajının ve eteklerinin altında bir yığın acele ve esrarlı hareket yaptı, sonra ayağa kalkarak bir tarafı hep güneşte saçlarını düzeltti.”) Sanki en sıradan görüntüden bile, dikkat edilip zevkle tasvir edilirse, bir resim tadı alınabileceğine karar vermiş gibidir Tanpınar. Değil yalnız Türk romanında, dünya romanında da resim sanatına ve ressamlara bu kadar çok gönderme yapılan başka bir romanın olduğunu hatırlamıyorum ben. Sanki modern Türk edebiyatının geçmiş kültüre en derin dikkati gösteren ve en “Batılı” yazarı Tanpınar, geleneksel kültürümüzde eksikliğini hissettiğimiz resim ve seyretme zevkini romanının dünyasıyla doldurmak istemiştir. Belki de bu yüzden yarım kalmış bu kitabın en başarılı yerleri Tanpınar’m birer fırça darbesiyle çizdiği portrelerdir: “Sahnenin Başındakiler”in Kudret Bey’ini hatırlatan Naşit Bey, Hulki Bey, Rıza Bey, Şifa… ve diğerleri. Kitabı bitirip kapadığınızda ise, bu resmin tadının da etkisiyle, “Aydaki Kadın”daki dünyanın öteki Tanpınar romanlarındaki dünyaya ne kadar yakın olduğunu düşünürsünüz: Bir yanda hırsları, tutkuları, alışkanlık ve tuhaflıklarıyla sürekli hareket eden, kendilerine özgü jestleriyle kıpırdanıp konuşarak günlük hayatlarını yaşayan insanlar vardır, diğer yanda ise geçmişleri ve yaşadıkları çevreyle birlikte bu insanların oluşturduğu bir dizi güzel görüntü. Bu iki dünya arasında kararsız Tanpınar kahramanı Selim’in bu iki dünyadan derlediği ayrıntılardan alacağımız tatlar, çıkaracağımız anlamlar roman bitip bütünleşseydi bile sanırım fazla değişmezdi.

Taha Toros Arşivi – 12 Kasım 1987
1 Yorum
[…] Aydaki Kadın’a Orhan Pamuk Yorumu. (Görsel Kaynağı: Ne Okuyorum) […]