Yeni Normalde etkinlikler tek tük devam ediyor. Etkinlikten etkinlik seçtiğimiz günleri özlediğimiz biz İstanbullu sanatseverler için Banu Birecikligil sergisi de oldukça heyecan verici bence. Kendisi bu süreçte cesurca davranarak, yedinci kişisel sergisini Art Sümer’de sergi severlerin huzuruna açtı. Biz de 14 Kasım’a dek sürecek sergisinin açılışında buluştuk ve Birecikligil’le birbirinden farklı çalışmaları hakkında konuştuk. Sergiye ismini veren Lathyrus’un Sabahı’nın tohumları 2018 kışına uzanıyor.
Ağaç Perilerinin Evi bu sergi için başladığı ilk çalışması. Ressam iki yıldır Gümüşlük’te yaşıyor. Uzun zamandır doğa ile iç içe olmayı çok istiyormuş. “Gümüşlük’e taşınınca doğaya yakınlaşmış oldum. Ağaç Perilerinin Evi doğa ile iletişim kurma çabamın bana yansımasıyla ilgili. Evin bahçesi çok bakımsızdı. Sanki bitkilerin ruhları burayı terketmiş gibi geliyordu. Ağaçların, bitkilerin perileriyle, ruhlarıyla iletişime geçebilir miyim diye hayal kurdum. Ne kadar İstanbul hayranı olsam da çocukken doğada olmayı çok severdim. Çocuk masallarının da etkisi olacak ki Ağaç Perilerinin hikayesi biraz burdan da çıkıyor. Işığı olan periler bunlar. Işık perileri, ormanda kaybolanları ışıklarıyla ormanın daha da içlerine çekip, iyice kaybolmalarını sağlarmış. Zaman içinde resmimde birtakım imgeleri kullanmaya başlamıştım zaten. Orman, ev, denizkızı, köpek, kurt, ejderha ya da dinazor gibi. Henüz bir anlam yüklemeden, sevdiğim nesne ya da bir şekilde beni çeken imgeleri birbiriyle ilişkilendiriyordum. Psikoloji, kolektif bilinçaltı ve mitlerle ilgili bağları keşfetmek beni heyecanlandırdı.
“Meraklı mısındır mitolojiye?” diye soruyorum. “Aslında eskiden mitolojide anlamları ilişkilendirmekte zorlanırdım. Okurdum ve isimleri hep unuturdum. Aile ilişkileri çok karmaşık. Sonradan bahsettiğim imgelerin oluşturduğu kendime ait mitoloji dünyam gelişti. Klasik yunan öncesi mitolojiler, halk masalları çözümlemeleri, arketipler de ilgimi çekti, bunların toplumun değişimini nasıl yansıttığını gördüm. Mesela Christa Wolf’un Kassandra’sı da beni bu yolda etkiledi. Tarihe Kadın – erkek egemenliği açısından bakarak incelemek, başka bir bakış açısı sağladı. Büyücü Kirke’nin kolları adlı işimde de bu etki var.” diye cevaplıyor.
Birecikligil’in resimleri kişiliğindeki renkliliği de ortaya koyuyor aslında. O’na kimlerden esinlendiğini sorduğumda “Resimlerimde hep kadınları göreceksiniz. Bu kadınlar benim yüz farklı halim.” diyor. Resmin merkezine koyduğum figürle duygusal bir bağım olduğu zaman yaptığım resmi teknik olarak da daha iyi yaptığımı, anlamlandırmam için de bu bağa ihtiyaç duyduğumu düşünüyorum. Üniversite sonrası yaptığım aile fotoğraflarından faydalanarak yaptığım Aile serisi bana o bağı kurdurmuştu.”
Hepimiz rüyalardan besleniyoruz biraz. O da besleniyor mu diye merak ediyorum.
Kertenkelenin Rüyası ve Siren’in Ölümü iki rüyasıymış zaten. Siren’in Ölümü, anneannesini ölmek üzere olduğunu gördüğü bir rüyaymış. Anneannesini ölmekte olan çok yaşlı bir kadınla kuş arası, tüyleri yolunmuş bir yaratık olarak görmüş ve anneannesi gerçekte öleli çok olmasına rağmen o kadar dokunmuş ki bu O’na. “Güzel olarak algıladığımız ‘ideal’ bedeni kolayca kabul ederken, çirkin, sakat ya da yaşlanmış bedeni kabul etmemiz o kadar kolay olmuyor.
Ölüm anının kaçınılmazlığını, hüznünü yaşayan Kuş-kadının o hali çok dokunaklı ve aynı zamanda groteskti. İnsan olarak bizim kırılganlığımızı hatırlattı bana, ölümlülüğümüzü, kendi bedenimize karşı yabancılaşma duygusunu. ‘Kertenkelenin Rüyası’ da bir başka rüyam. Rüyamda bir şehir, yer sarsıntısı, kaçışan insanlar, yerin ısınmasıyla teraryumunda pişen kertenkeleler ve gelen uzay gemisi filosu var. Tabi bu benim bildiğim. Resimde gördüğümüz ise, önceden de kullandığım uçan gözlere benzer tek gözleri ile gökten beliren bir şehre bakan şaşkın kertenkeleler. Adeta kutsal bir aura ile ışıldayan bu kent ise gri gökdelenleriyle kurtarıcıdan çok irkiltici bir distopyaya benziyor.”
Ressamların renklerle olan ilişkisi beni hep heyecanlandırır. Banu Birecikligil’in resimlerindeki renkler öyle canlı ki…Renk seçiminde belirleyici bir öğe olmadığını, tamamıyla içgüdüsel yaklaştığını söylüyor. Ancak bu sergide renkleri daha canlı kullanmaya başladığını, koyu zemin üzerine de çalışmayı denediğini, uzun zamandan beri kuvvetli ve saydam maviler kullandığını, yeşili sevdiğini ve resimlerinde kaçınılmaz olduğunu, öğrenciliğinden beri duran mor renk tüpünü ise ilk defa açtığını söylüyor.
Peter Doig, Neo Rauch, Rosa Loy, Mamma Anderson, Daniel Richter, Paula Rego hayran olduğu ressamlar. Gerard Richter’ten bahsediyor. Önümüze açtığı yol çok önemli. Gerard Richter de olmasa ne yapardık dermiş Almanlar şakayla karışık. Resim dünyasında bir yol açmış. Alman Ekolü’ne kendisini çok yakın hissediyor. “Çok güçlü bir pentürleri var. Bir de onların tiye alan bir mizah anlayışı vardır.” Bu arada Almanları biraz da yakından tanıdığı için yakın hissediyor olabilir. Berlin Sanat Yüksek Okulu’nda da eğitim gören ressamın, o sürede bu kültürü daha yakından gözlemleme şansı olmuş. “Fotoğraf sanatını da, video sanatını da, enstalasyonu da görmek kafamı çok açtı.” diyor. “Resim sanatına da böyle bir sentezle baktığında inancını kaybetmiyorsun zaten. Resim yapmak o kadar kişisel birşey ki, herkesin tuşesi, boya katmanları nasıl kullandığı, alan ile çizgi ilişkisi, kompozisyonu… herkesin macerası kendine, tek bir formüle indirgenemez. İmgelerle, boyalarla yaşanan mücadelenin sonucunda gelişen dille belli bir estetik tat oluşuyor..” diyor. Bunun derinliklerini fark ettikçe, resim yapan kişinin de birçok şeyi keşfettiğini ve bu keşfe tanıklık etmenin heyecanlı olduğunu söylüyor.