Sevgili Yaşar Kemal, gençliğinde halk edebiyatı ürünlerini derlediği sarı defterlerini 1992’de bana armağan etti. Bunlar, polis, candarma baskınlarından kurtulmuş derlemeler… Uzun yıllar sonra -ölümünün ardından- anasının sandığından çıkmış. Sarı defterler, bloknotlar, çizgili okul defterleri, cep defterleri, kâğıtlar… İlk bakışta, o yılların defterleri için, “evlere şenlik dersiniz.” Kötü kâğıtlı, zevksiz kapaklı… Oysa, o yığın yığın hazinelerin bir bölüğü bu defterlere, kağıtlara sığdırılmış. Yaşar Kemal’in elyazısıyla doldurulmuş olması değerini kat kat arttırıyor. Nasıl sevindim, kıvanç duydum. (…) İşte o yığın yığın hazine arasında, kırışmış, kıvrılmış “pelür” kâğıtları da vardı. Biraz çalışınca, bir yap-boz bulmacasının yerine konan parçalarla oluşması gibi, Yaşar Kemal’in ilk öyküsü “Zeytinlik” ortaya çıktı.
Böyle heyecanla anlatıyor, yazar ve yayıncı Alpay Kabacalı, Yaşar Kemal‘in unutulmuş ilk öyküsü Zeytinlik‘i nasıl bulup ortaya çıkardığını.
Onu, bu kadar heyecanlandıran öykü:
Zeytinlik
Onu çocukluğumdan beri tanırdım. Ama hiç konuşmamıştık. Kim bilir neden? O ayrılmış kasabadan, ben ayrılmışım. O gelmiş kasabaya, ben gitmişim. Yoksa böyle küçücük bir kasabada yaşayıp da konuşmamaya, en azdan selamlaşmamaya imkân yoktur. Hele benimle onun gibi insanların…
Küçük kasabalarda yaşayanların yaşayışlarına aykırı gidilirse, onların yaşayış tarzından dışarı çıkılırsa, insanın yandığının resmidir. Alırlar ele düşerler yola…. Vay haline o zaman. Bu verimli güney kasabası gibi de insanların yüzde doksanı kahvede ömür çürütüp bir dedikodu için canını verirse…
Benim gibi elinde gazete, cebinde kitap… Önüne gelenden türkü yazana… Hay anam, ne kulplar takmazlar. Kasabanın planını yapıp satmaklar, telsiz istasyonu kurup gâvurlara sırlarımızı vermekler. Neler de neler. Akla ne olmayacak işler gelirse…
O da benim cinsten bir insandı. Ama benim gibi herkesle konuşmaz, herkesle içli dışlı olmazdı. İnsanlardan çok çekmiş de ondan mı, nedir? Yoksa o, göründüğünden başka insandır. İyi insandır yani.
Her neyse… Bir kahvede oturuyordum. Yaz günüydü. Masanın üstünü bir parmak toz kaplamıştı. Güneş, şeker sandıklarından ve gaz tenekelerinden yapılmış sebzeci barakalarının üstünü buğulandırıyordu. Ötede beride yarım pabuçlu, çatlak topuklu, kapkara gözlü, gözlerinin yanı kırışmış köylüler tembel tembel dolaşıyorlardı. Ayağımın dibinde, kahvenin sıcağının gölgesinde hantal, dişleri dökülmüş kocaman bir çoban köpeği uyuyordu. Sinek, alabildiğine sinek… Masanın üstünde kenarlarında kahve bulaşığı kalmış ağzı kırık bir fincan duruyordu.
Gelip karşıma oturdu. Kara düz saçları tozdan apaktı.
“Merhaba Kemal Efendi,” dedi.
Çocuk gözleri hayran, pırıl pırıldı.
Merhaba Tahir Bey, diyemedim. Ne sebeptense…
“Merhaba Tahir,” dedim.
Elimdeki gazeteye uzandı, aldı. Başını içine sokup okudu. Neden sonra
“Size,” dedi, “kardeşim, size iş vermiyorlar. Vermezler de. Vermesinler kardeşim. Acından ölmüş mü var? Acından ölmüş mü var kardeşim. Hiç üzmeyin kardeşim. Hayat bu… Şey işte… Nolacak yani… Yani kardeşim, ben sizi çok severim. İnsanlar anlamazlar böyle adamları. Beni de kardeşim, beni de anlıyorlar mı aziz kardeşim?”
“Boşver be,” dedim.
“Tabii boşver, be kardeşim. Yani ben de kardeşciğim, ben de bir dul karının oğluyum. Öldük mü yani* Bırakmadılar etmediklerini, bırakmadılar kardeşim.”
Epeyce daha dertleştik. Kalkarken, zorla, kahvemin parasını da verdi:
“Hiç üzülme kardeşim. Ben çalışıyorum ya. İkimize de yeter. Bir karın doyurmak için değil mi kardeşim. Hiç üzülme. Hiç üzülme be Kemalciğim.”
“Yok be Tahir,” dedim, “nasıl olsa bir iş buluruz. Bizim gibi adamlara iş ne? Yarın çıkar batos. Giderim batosa…”
“Ona kalmasın be kardeşim. Ben bana yetenden fazlasını kazanıyorum. Sen üzülme kardeşim. Seni anlıyorum.”
Tozlu saçlarını parmaklarıyla taradı:
“Kardeşciğim, benim işim var şimdi. Bundan böyle bol bol görüşürüz. Ha,” dedi, “ben bu akşam size gelirim. Teyzemin ellerinden öperim.”
Onun benim hakkımda bildikleri kadar, belki daha da çok, onun hakkında bilgiye sahiptim.
Kasabada tenekeci dükkanı açmış. Sonra batoslarda makinistlik, ne bileyim ben, daha bir sürü işler.
Sonra… Kasabanın civarında bir bahçe var. Kocaman bir portakal bahçesi… Adına “Tahirin Bahçesi” derler. Demesine derler ya, bahçe Tahir’in değil, eli kırbaçlı, külot pantolonlu, parlak çizmeli ağalardan biri olan Osman Beyindir. Peki niçin “Tahir’in Bahçesi” öyleyse? Dediklerine göre, bu bahçeyi Tahir yetiştirmiş. Toprak ağadan, çalışma Tahir’den, yarıya… Ortaklık… Sonra Ağa netmiş etmiş, elinden almış bahçenin tümünü Tahirin.
Düz saçlarını parmaklarıyla taradı:
“Kardeşim,” dedi, “niçin girdim Ziraat Okuluna, biliyor musun? Toprağı ve insanları sevdiğim için. Toprağı ve insanları sevdiğim için, kardeşim. Tek gerçek, kardeşim, toprak ve insan.”
“Peki,” dedim, “neden ayrıldın öyleyse?”
Gözleri parladı. Onu hiçbir zaman bu kadar canlı görmemiştim. Eli saçlarında kaldı. Saçlarını tuttu:
“Öyleyse neden mi ayrıldım? Toprağı ve insanları sevdiğim için. Toprağı ve insanları sevdiğim için, kardeşim.”
Dirseklerini masanın üstüne koydu, ellerini çenesine dayadı:
“Ben toprağı ve insanları seviyorum. Toprak alabildiğine geniş, uçsuz bucaksız. Ve yaratıcı. Toprağın yüreği var. Toprağın kardeş yüreği.”
Elinin birini masanın üzerine hızla indirdi:
“Söyle, dünyada bir başak kadar güzel şey var mıdır?”
Alnındaki terleri sildi. Eli gene çenesine destek oldu:
“Saçak saçak, apak pamuklanmış bir pamuk fidanı… Ne güzeldir değil mi? Bundan daha güzel şey olur mu allahaşkına? De be, bundan güzel şey olur mu kardeşim… Yeşil… Yeşil arasından çıkı çıkıveren turuncu yuvarlaklar… Bak kardeşim, bütün bu güzellikleri, bütün bu güzellikleri yalnız insanlar görüyor, insanlar seviyor. Yaa kardeşim. Ben toprağı ve insanları sevdiğim için… Yaa kardeşim… Bir ana, çocuğunu; bir aşık, sevgilisini ne kadar; bir dost, dostunu ne kadar sever biliyor musun, cancağızım? İnsanlar iyidir. İnsanları seviyorum. İnsanların mayasındaki iyiliğin yanında, kötülük vız kalır. Yaa, kardeşim, vız kalır.”
Dişlerini sıktı:
“Ben biliyorum insanları bu hale getireni. Kardeşim, ben biliyorum işte. Sen hiç karınca yuvası gördün mü? Ben karıncaları da çok severim. Nasıl çalışırlar… Ya onların dünyasında da böyle ise? İçerde ne geçtiğini kim bilir? Ben hep seyrederim karıncaları. Ya içerde oturup da hiç çalışmayan bir karınca varsa? Yoktur herhalde canım. Olmaz öyle şey.”
Bir eli saçını taradı. Sonra beni kucakladı:
“Allahaısmarladık canım kardeşim.”
“Güle güle.”
Yağmur yağmış, güneş açmıştı. Gök alabildiğine maviydi. Güney yönünde ak bulutlar vardı, top top. Topraktan ince bir buğu yükseliyordu. Koluma girdi.
“Kardeşim,” dedi, “haydi gidelim. Toprak ne güzel kokuyordur şimdi.”
Tahirin Bahçesine doğru yürüdük.
Portakal, çürümüş kabuk ve keskin bir toprak kokusu birbirine karışıyordu.
Bir avuç toprak aldı, burnuna götürdü:
“Bak kardeş bak,” dedi, “ne harikulade koku. Ne harikulade…”
Bana uzattı:
“Değil mi öyle? Bundan güzel bir koku duydun mu? Söyle be kardeş…”
Birden irkildi. Yüzü soldu. Eli saçma gitti.
“Namussuz,” dedi, “namussuz. Bu fidanlar böyle mı olacaktı. Hiç budamışlar, diplerini yapmamışlar. Böyle bahçe olur mu hiç. Bahçeye böyle bakılır hiç? Söyle be kardeşim. Ah… Ahmak insanlar. Ah, kardeşim.”
Kuruca bir yer bulup sekilendik. Yanımızdan, dibindeki çakıl taşları görünen bir su akıyor, ıslak portakal yaprakları ışılaşıyordu.
“Biliyor musun kardeşim, bu bahçeyi ben yetiştirdim.”
“Yaaa,” dedim.
“Ben yetiştirdim. Çocukluğumdan beri gözüm bu topraktaydı. Mektepten atılınca, ben, kardeşçiğim… Buldum sahibini buranın. Dedim, ‘Kardeşim toprak senden, çalışma benden.’ Canımı dişime taktım. Bir fidan için aylarca, bir çocuk gibi uğraştım. Bir ana çocuğuna nasıl bakarsa, öyle baktım. Gençliğimi çürüttüm yolunda. Ne kıza baktım, ne kadına… Bir ağaç canımdan ileriydi benim. Bak, bak ne hale getirmişler. Bu olacak iş mi?”
“Ee, sonra?” dedim. “Hani ortaktınız?”
Yüzü kırıştı, çocukça bir masumiyet geldi.
“Elimden aldı,” dedi. “Elimden aldı”
“Biliyoruz. Neden aldı?”
“Verdim mahkemeye… ‘Ben,’ dedi, ‘bu adamı aylıkla çalıştırıyordum. Hiçbir hakkı yok. Tıkır tıkır aldı aylıklarını, yoksa bunca yıl nasıl yaşardı parasız.’ Aldı işte…”
“Mukavele falan?”
“Sahte oldu. Hâlâ bahçenin adı Tahirin Bahçesidir. Şu koca kasabada köylüsü kentlisi buraya Tahirin Bahçesi der. Bu alçaklardan biri, o kadar yalvardım yakardım da, ‘Burası Tahirindir, bunca yıl emek verdi,’ diyemedi. Korku, can korkusu… Canını alırdım o gümüş kırbaçlı pezevengin ya, bir yer buldum. Bir yer ki, bundan daha iyi. Zorlu zeytin olur. Ağa malı falan değil… Kız gibi. Toprak o toprak olmasaydı, canı cehennemeydi gümüş kırbaçlının. Bir zeytin olur kardeşim, deme gitsin. Para biriktiriyorum. Yıllardır, onun için para biriktiriyorum. Yemeden, içmeden… Ben cimri miyim kardeşim? Ne cimriliğim var benim?”
Gözleri kıvılcımlandı, ellerini açtı:
“Tasavvur et kardeşim. Kız gibi toprak… Zeytinler… Büyücek fidan ekerim. Bir aşı, iki yıl sonra mahsul… Bu yıl da batosta çalışırsam kardeşim, tamam. Param olur. Bir bayram ederiz. O gün bir iyice içeriz. Değil mi kardeşim?”
Boynuma sarıldı:
“Değil mi kardeşim… Toprak… Hey kurban olduğum toprak…”
Anamla gündeliğe gidiyorduk. Deste çekiyorduk. Birkaç ırgat iki üç gün içinde, düpedüz ovanın ortasına kocaman kocaman harmanlar konduruyorduk. Akşam eve gelince, yemeği yedikten sonra hiç konuşmadan hemencecik yatıyorduk. Gün ışımadan tarlada olmak gerekti. Biz hep gün ışımadan tarlaya varır, çiyli desteleri, derimize kılçık bata bata kaldırır, harmana götürürdük.
İişin biteceği günlerdeydi. Anamla tarladan dönüyorduk. Gün ta aşağılara inmişti, gölgeler upuzundu. Bir aralık anam :
“Hani senin ‘toprak, toprak’, ‘kardeşim, kardeşim’ diyen bir arkadaşın vardı. Hani Ayşenin oğlu… Nerede ola? Gözükmez oldu,” dedi.
“Tahir mi?” dedim.
“He, Tahir. Ne tatlı çocuktu.”
“Bilmem,” dedim. “Yüreğire gitmiş diyor anası. Batosçuluğa…”
İş bittiği için ben sabahları erken kalkmıyor, yatağın içinde dönüp duruyor, düşünüyor ya da kitap okuyordum.
Bir sabah kapı hızla açıldı. Tahir içeri girdi. Beni kucaklayıp öptü. Yatağın üstüne oturdu.
“Biliyor musun,” dedi, “bu insanlar namussuz. Öyle namussuz ki bunlar, köpekler gibi birbirlerini yiyorlar. Hayır hayır kardeşim, köpekten de beter. Köpekten de aşağı.”
“Yahu dur,” dedim, “noldu, ne var? Ne yaptı sana insanlar?”
“Bana değil, bana ne yapacaklar? Birbirlerini yiyorlar, birbirlerini. Kardeşim bir üzülüyorum ki, kahroluyorum.”
“Yahu anlat ne oldu? Nerelerdeydin, ne yaptın?”
“Dur be kardeşim, dur da anlatayım.”
Elini şapkasına götürdü, eski püskü şapkayı aldı yere koydu. Parmaklarını saçlarının arasına daldırdı.
Bugün, nedense, her günkünün aksine üstü başı perişandı. Daha önce kasabanın en şık giyinen adamıydı. Ütüsüz pantolonla gezdiği görülmüş değildi.
“Makinist oldum Yüreğirde batosa. Bir elcibaşı var, itoğlu it. Kumar oynamayanların haftalığını yirmi beşten yukarı çıkarmıyor. Kumarcılar yüze kadar çıkıyor. Tabii üç gün sonra bütün para dönüp dolaşıp geliyor kendine. De bakayım, bunlar insan mı? Yanımda bir gün, üç yüz lira dağıttı ırgata. Üç gün sonra hepsi geri geldi kendine. İp parası ala ala…”
“Sabaha kadar kumar oynarlar. Nasıl dayanılır? Gecenin saat birinden akşamın sekizine kadar, ateş gibi Yüreğir sıcağında nasıl dayanılır? Acayip kardeşim, şaştım.”
“Bunlar neyse ne… Zamanında borçlandırılmış elci bunları. Almış nüfus cüzdanlarını yanına. Bazı güvenemediklerini var içlerinde. Akşam olunca batosun tekerleğine kilitleyip zincirler ayaklarını…”
“Bir çocuk vardı, ayakalrından zincirlerdi elci. Kefil oldum, bıraktırdım. Gece kaçmış. Elci geldi bana, “Ver paramı,” diye. Kavga ettik. Çektim geldim. Türlü namussuzluklar… Ne insanlar yahu… İğrendim insanlardan, lanet olsun insanlara… Bunları…”
“Hani sen severdin insanları?”
“Gene severim. Daha çok seviyorum insanları şimdi. Sevmiyorum bunları. Bunlar bozulmuş. Çıkmış insanlıktan. Ben, ben gene de seviyorum.”
“Bak,” dedim, “zeytinlik noldu?”
Sevinçle:
“Hemen başlayacağım,” dedi. “İzin almak gerek. Bir miktar dolaşacaksın daire daire.”
Bir zaman sonra elinde bir yığın kağıtla geldi:
“Oldu,” dedi. “Git gel, git gel. Orman Dairesi, Kaymakamlık, Kaymakamlık, Orman Dairesi… Oh, bitti ya…”
Zeytinlik yapacağı yer kasabanın üst başında, dikenli kesme ağaçları, çıtırlar, koyu yeşil mersin ağaçlarıyla örtülü bir yerdi.
Arkadaşım bir taraftan çalılar, ağaçları kestiriyor, bir yandan köklerini çıkarttırıyor, bir yandan da dünya kurulduğu günden beri saban görmemiş toprağı sürdürüyordu.
Oradan oraya koşuyor, çalı kesiyor, kök çıkarıyor, deli gibi bir sevinçle toprağı sürüyordu. O kadar zayıflamıştı ki, avurdu avurduna geçmiş, kapkara kesilmiş, tanınmaz olmuştu.
Bir gün çalıştığı yere gittim. Kurtarılmış yağlı toprak kapkara uzanıyor, ışıldıyor, insanın yüzüne gülüyordu.
Koşarak yanıma geldi. Beni kucakladı:
“Bak, bak kardeş, ilk zeytine bak. Kendiliğinden. Ben dikmedim ha. Etrafını açtırdım.”
Tarlanın ortasında bilek kalınlığında bir zeytin fidanı, yel estikçe usul usul sallanıyordu.
Toprağa boylu boyunca uzandık. Sağ elini çenesinin altına verdi. Ben de öyle yaptım.
Kardeşim, toprak ne sıcacık, sevdalı bir kız gibi yumuşacık, sıcacık değil mı? İki yıl sonra ilk mahsulü toplarım büyücek fidanlardan. Bir aşı, iki yıl sonra mahsul…”
Gözleri sevinçten yaşarıyordu :
“İlk temeli ben attım. Şu dağlar hep zeytinlik olacak. Bir zeytin fabrikası… Ben attım ilk temeli, değil mi kardeşim?
Sonra durgunlaştı. Bir eli saçında:
“Ah, param yetmeyecek.”
Kalktı:
“Bana müsaade kardeş, kusura bakma. Çalışmak gerek.”
Deli gibi, ağaçlara saldırdı.
Şu dağlar, şu fundalıklar hep zeytinlik olacak, şu koyağa kocaman bir fabrika kurulacak, yanına yönüne apak badanalı evler yapılacaktı. Bir kuyu… Artezyen… Sular fışkıracak göğe doğru. İnsanlar mutlu… İlk temeli arkadaşım atıyor. Yüzlerce yıl sonra bu yüzden rahat edecek insanlar, arkadaşımın adını bile bilmeyecek. Ne zorluklarla buraya ilk zeytin dikildi, bir insan iliklerine kadar çalışmayı şehvetle duydu… Kimsenin aklından bile geçmeyecek. Bilmesinler… Bilseler ne olacak yani? Hiç. Arkadaşım mutlu… Çalışıyor… O kadar.
Bir zaman sonra geldi:
“Bitti,” dedi. “Para o kadar yetti… Her yıl biraz daha açarım. Şimdilik bu kadar.”
Kendisi de bitmişti. Halsizlikten sallanıyordu. Ama gözleri sevinçten kıvılcım kıvılcımdı.
Aylardan ekim ayıydı. Yapraklar sararmaya yüz tutmuştu. Gök, koyu maviliğini kaybetmiş, bozarmaya başlamıştı. Güney yönünde ak bulutlar dolaşıyordu.
Tahir’in zeytinliği yanından bir gürültü, çağrıltı geldi. Gürültü azıcık sürdükten sonra durdu. Hiç ilgilenmedim. Anam:
“Senin arkadaşının tarlasını sürüyorlar,” dedi, “vay… Üç çift öküzle…”
“Kim?” dedim.
“Şeytan Veli Ağa,” dedi. “Çocuklarını, tutmalarını almış yanına…”
“Çocuk ne hale geldi kim bilir,” dedim.
“Şeytan Velinin burnunu parçalamış, az daha öldürüyormuş. Baygın düşmüş.”
Zeytinlikte üç çift besili öküz, arkalarında köten, rahat, yavaş, yıllardan beri saban yüzü görmemiş ham, yağlı toprağın altını üstüne getiriyordu. Köten demirinden kurtulmuş kara toprak, gün ışığı altında, göz kamaştırıcı bir parlaklıkla ışıldıyordu.
Şeytan Veli Ağa bir köşede durmuş, oğullarına, tutmalarına emirler veriyordu. Burnu renkli bir mendille sarılmıştı. Yanına vardım :
“Ağa,” dedim, “bu tarla senin mi?”
“Benim,” dedi. “Dededen kalma.”
“Şimdiye kadar neredeydin öyleyse?” dedim.
“Sen ne karışıyorsun? Ben buğday ekeceğim. Babasının malı mı onun? Sonra kızdı: “Avrupa kafalı oğlan, Kel Duşanın oğlu gelmiş, beleşten tarla sahibi olacak. Götü boklu. Kanun, kanun… Ulan biz yutmuşuz kanunu!”
İki parmağıyla bir işaret yaptı:
“İşte bu kanun!”
Gözleri hırsla parlıyor, kara, kırış kırış yüzünden sakalına aşağı terler akıyordu.
Tahir’in anası kapıda karşıladı:
“Oğlum,” dedi, “oğlumun hali kötü. Geldiğinden beri deli deli bir şeyler söylüyor. Anlamam… Adilik ne, diyor boyuna… Bir de boyuna ‘Ah boncuklar’ diyor. Anlamadım işte. Gavurca sövüyor zaar. Bahçeyi elinden aldıklarında da böyle olduydu.”
Tahir beni görünce yataktan doğruldu, yumruklarını bana doğru uzattı:
“Kardeşim, kardeşim, nasıl alırlar? Bu kadar emek… Bir ömür…”
“Kardeşim, kardeşim…”
Bahar… Zeytinliğin kara, yağlı toprağını göcek olmuş yumuşacık, koyu yeşil bir ekin örtüyor. Toprak toprak olalı bu üstünde biten ilk ekindi belki… Ekinin ortasında bilek kalınlığındaki zeytin fidanı uzun, taze, parlak ışkınlarıyla, yel estikçe usul usul ırgalanıyor.

Adam Öykü – Temmuz 1997