Varoluşçular Kahvesi isimli kitabıyla son dönemde ülkemizde adından sıklıkla söz ettiren Sarah Bakewell‘le geçtiğimiz yıl içerisinde yapılan bir söyleşiyi sizlere sunuyoruz.
hazlitt.net sitesi için Naomi Skwarna’nın yaptığı söyleşi, hem kitabı bizlere açıklarken hem de Bakewell’ın yorumlamalarıyla “varoluşçuluk”un günümüz dünyasındaki yansımalarını bizlere gösteriyor.
Keyifli okumalar diliyoruz.
Çeviri: Merve Turan
Naomi Skwarna: İlk gençlik döneminizde varoluşçulukla ilgilenmeye başladığınızı, bunun da kendi yolunuzu çizmek için okuldan ayrılmanıza neden olduğunu yazdınız. Sizi varoluşçulara döndüren nedir?
Sarah Bakewell: İlk aşka dönüştü bu. Üniversitede felsefe okudum, sonra doktorada Heidegger üzerine çalıştım. Programı bitiremedim, aşkım tükenmişti sanki, belki de amacımı kaybetmiştim. Tamamen farklı şeyler yapmak üzere doktorayı bıraktım. Tarihî kurgu dışı metinler, özellikle de biyografiler yazmaya başladım. Böylece Montaigne kitabı çıktı ortaya. Ama bu çalışma beni yeniden felsefeye yönlendirdi, özellikle de Montaigne’in ilk fenomenolog olduğunu iddia eden Maurice Merleau-Ponty. Bu iddianın sebebi, Montaigne’in deneyimleri ve değişken benliği hakkında yazma yöntemi ve yaşamı boyunca sorumluluğunu üstlenmesi.
Döndüğünüzde farklı olan neydi?
İlk seferinde çok gençtim, düşüncelerin verdiği saf heyecan aklımı başımdan almıştı. Daha yaşlı, kinik ve daha eleştirel bir bakış açısıyla döndüm.
Kitabın büyük bölümü filozoflar arasındaki ilişkilere dayanıyor, ilişkilerde zaman zaman karmaşık bir ağ oluşuyor.
Beni gerçekten etkileyen şey birbirleriyle nasıl ilişki kurdukları, düşüncelerinde daima bir başkasının söylediği ya da yazdığı bir şeye cevap vermeleriydi. Birbirlerini okuyorlardı, birbirlerine karşı çıkıyorlardı, kavga ediyorlardı, hatta bazen fiziksel kavgalar! Hiç tanışmasalar bile aynı mirasın vârisleri gibiydiler. Herkes, kendinden önce yazılanlara tepki veriyordu. Bu etkinin yarattığı bir endişe de vardı: Hepsi de çok farklı bir konu seçerek geçmişte diğer insanların söylediğinden farklı bir şey söylemek istiyordu.
Bugünün ortamından çok farklı değil.
Onları farklı kılan kişisel özellikleriydi; fikirlerini, bütün felsefelerini yaşamaları, bunu da kendilerine özgü bir yolla yapmaları. Varoluşçuluğa dair bir şey bu; varoluşun mücessem hâli, gerçekten neyi yapmayı seçtiğiniz ve diğer insanlara nasıl tepki verdiğiniz. Yaşayan bir felsefe. Özel yaşamlarında ne yaptıklarıyla daha fazla ilgili. Mesela Sartre ve Beauvoir arasındaki açık ilişki rastgele bir kişisel tercih değil, onların özgürlük felsefesiyle yakından ilişkili.
Çok sayıda felsefeyi, Sartre ve Beauvoir gibi önemli düşünürlerin karakterlerine ve ilişkilerine yerleştirdiniz. Sadece davranışlarımızla varoluşçu olur muyuz yoksa bunun için filozof olup varoluşçuluk hakkında düşünmemiz, konuşmamız ve yazmamız mı gerekir?
Bir bakıma, varoluşçuluğun revaçta olduğu bir dönemde, sadece bazı kafelere ve barlara gittiğiniz için “Ben varoluşçuyum” diyebilirdiniz ya da dans ettiğiniz ve doğru kıyafetleri giydiğiniz için, ki o günlerde doğru kıyafetler ekose gömlek ve trençkottu. O döneme dönüp baktığınızda varoluşçuluk bir felsefeden çok moda gibi görünüyor. Felsefe, ne de olsa, yazılmalı, gelecek nesiller için kaydedilmeli. Varoluşçuluk, tanınmış bir mirası olan bir felsefedir; bir yanda Kierkegard var, 19. yüzyılda parlak bir öncü, biraz Nietzsche, biraz Dostoyevski, sonra Merleau-Ponty gibi fenomenologlar. Herkes biraz varoluşsal kaygıyla mücadele ediyor. Bu insan olmanın getirdiği bir şey. Fenomenoloji felsefi bir yöntem sağlıyor, eski varoluşçu gelenek de kaygıyı getiriyor. İkisini yan yana koyduğunuzda gerçek bir fikirler dizisi elde ediyorsunuz.
-
- Varoluşçular Kahvesi – Sarah Bakewell
-
- Domingo Yayınevi
-
- Çeviri: Emre Gözgü
-
- 424 sayfa
Varoluşçu düşünce, çatışma içinde gelişmiş gibi görünüyor. Varoluşçu felsefenin gelişmesi için bu kadar heyecan gerekli miydi?
Pek de öyle bir atmosfer olduğunu düşünmüyorum, sadece varoluşçuluk İkinci Dünya Savaşı sonrası, büyük soruların sorulduğu bir dönemde yükseldi. Hiroşima’dan sonra dünyanın politik geleceği neydi, en temel soru buydu. İnsan ırkının kendi kendini yok etmeyeceğini nasıl garanti edebilirdik? Hem Sartre hem de Camus unutulmaz açıklamalar yaptı; öncelikle, insan ırkı şimdiden sonra her gün, yaşamak isteyip istemediğinin kararını vermeliydi. Bu varoluşsal bir karar, çünkü bize bağlı. İnsan ırkı kendini yok edip etmeyeceğine karar vermekte özgür. Bu etkili ama korkutucu bir düşünce.
Buradan gelen politik seçimler üzerinde varoluşçuluğun etkisi var mıydı?
Yani, örneğin Küba Füze Krizi sırasında verilen kararlar tamamen varoluşçuydu. Gururumuzdan vazgeçmeyip çatışmakta diretecek miyiz? Anlaşmaya mı varacağız, anlaşacaksak bu nasıl olacak? Bu kararlar tamamen şununla ilgiliydi: İnsan ırkının büyük bir bölümünün yok olması karşısında ne yapacağız? Sorun, İkinci Dünya Savaşı sonrası yıkımdan ve ahlaki otoritenin kaybolmasından kaynaklanıyordu. Kesinliğin geleneksel yasaları işe yaramıyordu. İnsanı ve politik ilişkileri kontrol etmek için yeni bir yol bulmak gerekiyordu. Varoluşçuluk bu yenilik arzusunu kavradı, komünizm gibi, insanlık için bir fırsat sunuyor görünüyordu.
Bugünkü protestolarda varoluşsal sorgulamanın yankılarını görüyor musunuz?
Bir bakıma, şimdi de aynı şeylerin çokça yaşandığını görüyorum ya da yaşanması gerekir diye düşünüyorum. Fransa’da şimdilerde devam eden şu yeni hareket var, insanlar bütün gece dışarıda kalıyor ve neredeyse her şeye itiraz ediyorlar. Buna Nuit debout deniyor, Küresel İşgal Hareketi’ne çok benziyor. Kısmen son dönemde Fransa’da yaşanan terör saldırılarına, bunları takip eden baskıya ve mültecilere yapılan muameleye karşı bir tepki. Hatta şu Fransız Devrimci şeyi yapıyorlar, kendi takvimlerini oluşturdular, direniş tarihinden başlıyor ve 54 Mart gibi devam edip gidiyor. Süregelen bir şey olması canlılık veriyor.
Varoluşçuluk ilkelerinin yayılmasından söz ederken, otantikliği Sartre’ın kastettiği anlamda kullanabilir miyiz?
En kötüsü, bugünkü kullanımında otantiklik daha ziyade bir moda deyimi gibi ve tabii daha çok parayla ilgili; otantiklik alınabilir ve satılabilir. Varoluşçuların bahsettiği şey bu değil. Onlar kendi seçimlerine sahip çıkmaktan bahsediyorlardı, ne yapacağınızdan ve başkalarının dünyasıyla nasıl ilişki kuracağınızdan. Tabii ki her zaman otantik yaşamak, kötü niyet taşımamak ya da kendini aldatmamak mümkün değil. Bunlara biraz ihtiyacımız var.
Bilinç dışına dair Freudyen bir düşünceyi kabul edersek, kendimizle ilgili bilmediğimiz çok fazla şey var.
Bu ilginç noktalardan biri; çünkü Sartre, Freud konusunda epeyce endişeliydi. Onun bilinç dışı kavramını olduğu gibi reddediyordu neredeyse, çünkü öyle yapmak zorundaydı. Bu kavram onun felsefesine uymuyordu.
Bu isimleri ve aralarındaki bağlantıları detaylıca göstererek harika bir iş yapıyorsunuz. Sartre, hem çekici hem de katlanılmaz biri gibi görünüyor.
Evet, sanırım sizi sinir etmeye başlamadan önce birlikte bir akşam geçirilebilecek biriydi; bitip tükenmek bilmeyen, korkutucu bir enerjisi vardı; ama bu enerjinin bir kısmı amfetamin alışkanlığından kaynaklanıyordu. Yazarken de konuşurken de yorulmak bilmiyordu.
Hakkında yazdığınız kişilerden herhangi birine karşı özel bir yakınlık hissettiniz mi?
Merleau-Ponty karakterini ve onunla ilgili çalışmayı çok seviyorum, Merleau-Ponty aslında varoluşçu değildi. Fenomenologdu, ama varoluşçularla aynı dairede hareket ediyordu. Kaygı üzerine pek fazla yazmadı. Mutlu bir çocukluğu vardı, sevildiğini her zaman hissetti, esasında mutluydu. Beauvoir gençken, “Kendinden memnun biriyle herhâlde birlikte olamam,” diye düşünmüş. Merleau-Ponty, burjuva bir ailesi olduğu için de mutluydu. “Olsun, ben ailemi seviyorum,” diyordu.
Ve Merleau-Ponty’nin yazıları sizi varoluşçulara geri döndürdü?
Evet, Algının Fenomenolojisi onun başyapıtı; büyük bir ilgiyle tekrar okudum. Son ama tamamlanmamış kitabı The Visible and the Invisible’da [Görünür ile Görünmez] zihinle dünyanın nasıl kesiştiğini yazmayı deniyordu. Geleneksel felsefi düşünce şu: Zihin ya da ruh, maddi olmayan bir şey ve fiziksel dünya içinde değil; fakat beden, dünya ve her şey onun içinde. Bilmece, bunların nasıl bağlantılı olduğu. Sartre, düalist bir dünya resmediyor; tam anlamıyla bir hiçlik olan zihin var, diğer yanda bir şey olan, beden, fiziksel dünya ve geri kalanlar var. Fakat Merleau-Ponty, bunların birbirinden ayrılamayacağını söyler. Bilinç ve dünya bir şekilde iç içe dokunmuştur, kiazma biçiminden -şu X şekli- ve her şeyin sıkı sıkıya örüldüğünden söz eder. Bilinci, dünya içinde küçük bir kıvrım olmak gibi tanımlar, küçük bir cep. Tüm bunlar, onun yaşamı boyunca süren, insan deneyiminin ne olduğunu tanımlamaya çalışma işinin bir parçasıydı. Biz bedenliyiz (embodied) ve bedenimizin olması, deneyimimizin bir parçası. Bunu insan olmaktan ayıramazsınız.
Varoluşçu kavrayıştan şu anda nasıl yararlanabiliriz?
Varoluşçuluğun fikirlerini kesip yapıştıramayız, ama bu fikirleri kendi dönemleri içinde anlamaya çalışabiliriz, ki ben bunu yapıyorum. Fakat bunu yaparken kendimi sık sık şöyle düşünürken buluyordum: Bizim zihinlerimizde olan şey, zihnimizi kaplayan şey, bütün bu özgürlük meselesi. Bireysel özgürlük, kadın özgürlüğü, sivil haklar, LGBTİ hakları. Bütün bu hareketler, ifade özgürlüğü, gözetlenmeden azade olma. Peki mahremiyet? Özgürlük ve güvenlik arasında nasıl denge sağlarız? Bize hep “daha fazla” güvenlik için medeni haklarımızdan vazgeçmemiz gerektiği söylendi. Bunları nasıl dengeleriz?
Ve bu özgürlükleri nelerin tehdit ettiğine dayanarak çok fazla şey değişiyor.
Evet, öyle. Özgürlük kolaylıkla suistimal edilen bir kelime, özgürlükle hiçbir ilgisi olmayan her türlü politik amaç için kullanılabilir. Özgürlükle ilgili varoluşçu fikirler bu sorunları çözmez fakat sorunun ne kadar zor ve önemli olduğuna dikkat çeker. Bu sorunlar varoluşçulukla birlikte başlamadı. Bunlar insaniyetin birer cüzü.