Oğuz Haluk Alplaçin, nam-ı diğer “Hayalet Oğuz”u ölüm yıl dönümünde anlatmak istedim size. Ancak takdir edersiniz ki bazıları öyle bir hayat yaşar ki bunu anlatmak cesaret ister.
Bu yazımda dilim döndüğünce Hayalet Oğuz’u tanıtacağım size. Zira onun hakkında iddialı konuşamayacak kadar bilgi yoksunu olduğumuzu düşünüyorum. O sadece görünmek istediği kadar ‘göründü’ ve ‘gitti’ bu dünyadan.
Alplaçin, doktor bir babanın oğludur. Kardeşleri de babasının yolunda yürümüş ve doktor olmayı tercih etmiştir. Ancak Oğuz, kendi elleriyle bir yaşam inşa etmiştir.
Birçok işi tecrübe etmiş hatta İstanbul’a geldiği ilk zamanlarda fotoğraf sanatçısı olan Limasollu Naci’nin asistanı olarak çalışmıştır. Daha çok burada filmleri banyo etmiştir. Bir süre sonra tamamen çevirmenliğe yönelmiş başta polisiye romanlar olmak üzere birçok yabancı eseri Türk edebiyatına kazandırmıştır. Agatha Christie, Stefan Zweig çevirdiği yazarlardandır.
Çevirmenliğinin dışında senaryolar da yazmış ancak senaryolarını yazdığı filmleri görmemiştir bile. Dergilerde şiirleri dahil birçok yazısı yayımlanmış ancak gerçek adı hiçbir zaman ön planda olmamıştır. Tam bir ‘hayalet’tir Oğuz. Tıpkı misafir olduğu evlerde hissettirmediği varlığı gibi yazılarıyla da edebiyat dünyasında varlığını hissettirmemiştir. Çünkü bu durumla hiç ilgilenmemiştir; ünlü olmak, tanınmak onun sözlüğünde yer almamıştır. O sadece hayatı yaşamıştır.
Tezer Özlü, yakından tanık olduğu Oğuz’un yaşamını bize şu cümlelerle sunmuştur:
”Çoğunlukla da elinde bir İngilizce polisiye roman bulunurdu. Türkçeye çeviri ve derleme olarak yüze yakın kitap kazandırmıştı. Adını hiçbir zaman çevirmen, yazar, ozan, şunu yaptı, buna çalışıyor, bunu hazırlıyor… gibilerden kullanmadı. Yazın çalışmalarında tam bir fabrika işçisiydi. Sığınabileceği bir köşede çalışır, çalışması bitmeden kazanacağı parayı çekmiş, bitirmiş, sayfalarca çeviri bedeli de borçlu kalmış olurdu. Yüzlerce film senaryosu yazdı Yeşilçam’a. Bunların tümünün adını bile bilmez, filmleri de görmemiştir. Parasını alınca da dar paçalı bir blucin, bir kazak, bir montgomeri ya da mevsime göre yeni bir gömlek satın alırdı. İyi bir yemek yer, ardından Kulis, Papirüs gibi barlara uğrar, barmenlere önceki içki borçlarını öder, yanındakilere içki ısmarlar, oracıkta rast geldiği bir iki dostuna:
– Şu paramı saklayıver, sonra senden isterim, hepsini bitirmeyeyim, der, belki o gece Kulüp 12’de bir şişe viski açtırır, geceyi bir bar kadınının yanında, kadına dokunmadan sızarak geçirir, ertesi gün bir Bafra sigarası alacak parası kalmadan, gene Taksim-Beyoğlu çevresinde yaşamına başlardı.”
Tezer Özlü’nün anlatısından da anlaşıldığı üzere Hayalet Oğuz yaşamasını bilen ve seven zeki bir adamdır. Sürekli okuyan, yakınlarının tabiriyle adeta ayaklı kütüphane gibi dolaşan, hatta birçoğunun belleğinde kaldığı gibi sürekli kolunun altında gezdirdiği İngilizce sözlük ve İngilizce polisiye romanlarla nevişahsına münhasır biridir.
Aidiyet duygusunu tamamen reddetmiştir. Tezer Özlü, onun bu durumu ”Ev almadı, ev kiralamadı, eşya almadı, eşya tamir ettirmedi, belki de bir tek mobilya mağazasına girmedi. Pasaport almadı, karı almadı, karı boşamadı, kimseyi gebe bırakmadı, resmi dairelere girip çıkmadı… Canlı ya da cansız hiçbir şeye malı gözüyle bakmadı.” sözleriyle özetlemiştir.
Belki de yine bu duygularla tek bir isim almayı reddetmiş, üç ayrı isim kullanmıştır. Ne bir isme ne bir eve sahip olma duygusundadır. Bu duyguyu o kadar hissetmiştir ki öldüğünde üzerinden çıkanlar arasında ‘şiirler, otel faturaları, notlar, fotoğraflar’ vardır ama ‘kimlik’ belgesi yoktur.
İnsanların evlerinde ağırlamak istedikleri belki de tek misafirdir ‘Oğuz’. Yine Tezer Özlü’nün satırlarıyla tanık oluyoruz onun misafirliğine:
”Oğuz yaşamının çeyrek yüzyılını elliye yakın dostunun evinde geçirdi. Oğuz aylarca da benimle kaldı. Onun konukluğu bir kelebek gibiydi. İnsana kendini hiç belli etmemeye çalışır, hiçbir özel isteği olmaz, ince ve sevimli bir sesle konuşur, eve gelirken çiçekler ve pasta getirir, bana Alman eğitiminden geçtiğim için, Mutti, derdi. Yatma saati geldiğinde bir yere kıvrılıp uyuyuverir, sabah yanına erken saatte bile gelinse, hemen bir espri yapardı: -Ne o, sahura mı kalktın? Kimsenin görmesine olanak vermeden hemen giyiniverir, azalmış saçlarını özenle tarar, kolonya sürer, bir bardak çayını kendi koyup, Bafra sigarasına başlardı. Oğuz, yanında kaldığı dostlarına aldığından çok daha fazlasını verdi. Dostluk, güleryüz gösterdi onlara. Akıllıca yapılmış şakaları ve bulunmaz kişiliğiyle öylesine yeri doldurulamaz bir insandı ki, onu tanımış, onunla birlikte günler, geceler geçirmiş olmayı, erişilebilecek mutlulukların en büyüklerinden sayıyorum.”
Zekasıyla herkesi etkine altına almayı başaran Oğuz, maalesef gencecik yaşta hastalanarak aramızdan ayrılmıştır. Ölüm ya da hastalık kavramları onun yaşamında pek yer etmemektedir. Bu sebeple hastalığını ifade ederken ”Solurken ciğerlerim acıyor, uyutmuyor beni.” demekle yetindi. Çok hastayım, dememiş, doktorun terimini kullanmayı tercih etmiştir: ”Çok hastaymışım.”
Zarif ve ince bedeni bu hastalıkla daha da küçülmüş, 46 yaşında 46 kilo olarak aramızdan ayrılmıştır.
”Biz yıllardır bu kentte yaşıyoruz. İçimizde ömrü bitenler oldu. Onları oldukça eğlentili törenlerle gömdük. Bu törenlerden ağıt ve içtenlik yönünden en ağır basanı Hayalet Oğuz’un cenaze töreni oldu.” sözleriyle veda etmiştir Tezer Özlü, Hayalet Oğuz’a.
Can Yücel, onun ölümünün ardından gazeteye ‘Bir Ölüm İlanı’ başlığında bir ilan vererek duygularını ortaya koymuştur:
Hayalet Oğuz’un ölümünün ardından son sözün yine Tezer Özlü’ye ait olması gerektiğini düşünüyorum. Hayalet’e hayatında yer açtığı için, onun bu dünyadaki varlığına saygı duyduğu için…
”Oğuz öldükten birkaç gün sonra şunları yazmaya çalışmıştım: Sevgili Oğuz İstanbul kentini bu eylül ayı bıraktı. 3 Eylül 1928’de doğdu. 17 Eylül 1975’te öldü. 1.73 boyunda, 46 kilo idi. Şişli Camisi avlusuna tabutunu dört kişi hafif bir çanta taşır gibi getirdi. O zaman tabutun içinde onun yattığına kuşkum kalmadı. Oğuz’un çok güzel, neredeyse kitap adı gibi ’Eğlentili Bir Gömme Töreni’ oldu. Mezarına sahip çıkacak bir hısmı bulunamadı. Yanına kimse gömülmesin, mezar cemaatin olmasın diye, tapusu Sinematek Derneği adına çıktı. Oğuz’un çok güzel bir mezarı oldu. Üzerine açık leylek rengi kır çiçekleri diktik. Mezarlıklarda ekmek paralarını çıkaran çocuklar da bol su döktüler. Toprak canlandı. Güzel koktu. Çelenklerini üst üste yığdık. Çocuklar gene diri gonca gülleri suladı. Görevimiz bitmişti. Otuz kadar yakın dostu Krepen Pasajındaki Neşe Meyhanesinde oturup onun anısına yedik, rakı içtik, üstelik iştahla yedik. Akşamüstü aşuresi bile pişip geldi.’’ Beyoğlu’ndan uzaklaşırken biraz sarhoş ama çok üzgündüm.