Ne Okuyorum? sitesinde Bizim Büyük Çaresizliğimiz’in olmamasını fark eder etmez, yaşadığım birkaç olayın üst üste gelmesiyle, geçen sene bu zamanlar okuduğum kitabı tekrar elime aldım. Sayfaları, karakterleri, kitap hakkında yazılan tüm eleştirileri okuyup soluğu burada aldım.
Günümüz Türk edebiyatında “Ankaralı yazarlar” diye bir tabir duyuyoruz. Aslında sözü edilen yazarların (Emrah Serbes ve Mahir Ünsal Eriş) hiçbirinin kökeni Ankara değil sadece üniversite yılları veya hayatının bir bölümü Ankara’da geçmiş olan yazarlar. Emrah Serbes, Barış Bıçakçı için “Barış Bıçakçı’nın en iyi kitabı, Aramızdaki En Kısa Mesafe. Ama o bunun farkında değil. Olabilir, herkes yanılabilir” demiş. Mahir Ünsal Eriş seneler önceki tweetinde “Barış Bıçakçı’nın en iyi kitabı, Bizim Büyük Çaresizliğimiz. Ama Emrah Serbes bunun farkında değil. Olabilir, herkes yanılabilir.” demiştir.
Öncelikle Barış Bıçakçı’yı tanımakla başlayalım. 1966’da Adana’da doğdu. Hüseyin Kıyar ve Yavuz Sarıalioğlu ile birlikte Ocak 1994 ve Ekim 1997’de iki şiir kitabı yayımladı. İletişim Yayınları’nca çevirileri hariç, yayımlanan kitapları şunlardır: Herkes Herkesle Dostmuş Gibi (2000), Veciz Sözler (2002), Aramızdaki En Kısa Mesafe (2003), Bizim Büyük Çaresizliğimiz (2004), Baharda Yine Geliriz (2006), Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra (2008), Sinek Isırıklarının Müellifi (2011), Seyrek Yağmur (2016). Ayrıca Barış Bıçakçı, Behçet Çelik ve Ayhan Geçgin ile birlikte Kurbağalara İnanıyorum(2016) adlı kitapta yazdı.
Bazen okuduğumuz bir kitabı fazla içselleştirip, yazılan her cümleyi aklımıza kazırız. Çünkü kitap yani cümleler, en önemlisi de yazar okuyan kişinin kendisidir. Kitap, çok uzakta olmayan bize yani kendimize “Bak! Ben de buradayım. Senin gibiyim” diyerek el sallar. Benim için el sallayan kitaplardan biri Bizim Büyük Çaresizliğimiz’dir. Kitabın da dediği gibi “Bazen edebiyat hayattan daha açıklayıcıdır.” Bizim Büyük Çaresizliğimiz de hayattan daha açıklayıcı ve somuttur.
Barış Bıçakçı’nın dördüncü kitabı olan kitap, 167 sayfadır. Ender’in ağzından Ender ile Çetin’in hikâyesidir. Ender ile Çetin sadece yakın iki arkadaş değil, çocukluk yıllarından ortaokulda henüz arkadaş olmamalarına rağmen Ender’in tebeşir tozuna bulanmış karatahta silgisini Çetin’in ceketine sürmesi ile başlayan gelen bir dostluk, 17 yıldır süren bir güzellik. Pisboğaz olmayan insanlara pek ısınamayan, yaşadıkları şeyleri sabırla tekrar yaşayan çünkü Ender’e göre hayat, tekrardan ibaret ve hayatın gücü, tekrarın gücü. Bu güçten mutlu olan iki insan, biri kel diğeri göbekli.
Çetin’in ailesi, Çetin daha sekiz yaşındayken ölmüştür. Çetin,28 yaşındaki Murat ağabeyi ile büyümüştür. Murat Ağabey, 28 yaşında kendisine böyle bir sorumluluk yüklenildiği için lise ve üniversite yıllarında kızan ve kural koyucu olarak görünse de Çetin ve Ender tarafından seneler geçtikten sonra niye böyle olduğu anlaşılacaktır. Murat ağabeyin işi nedeniyle İstanbul’a gitmesi, Çetin’in de üniversite yıllarında sadece İstanbul’u yazması ile 15 yaşından beri aynı evde yaşıyor gibi olan bu ikili bir süreliğine ayrılsa da, telefon konuşmaları ve sosyal medyamızda sanki iki aşığın birbirine yazdığı cümleler gibi geçen cümleler aslında Çetin’in dersteyken yazdığı ikinci mektubundandır;
“Dışarıda yağmur yağıyor, hoca kısmi türevi anlatıyor ve ben seni düşünüyorum.”
Çetin’in Ankara’ya dönmesiyle yıllarca birlikte yaşama isteği duyan bu ikili hayalini gerçekleştirir. Fakat bu ikilinin dünyasına bir kadın katılır. Lise arkadaşları Fikret’in babası Niyazi Amca ve üvey annesi Melahat Teyze’nin trafik kazası sonucu hayatlarını kaybederler. Fikret, Amerika’da yaşadığı için kız kardeşi Nihal’in, iki yıllığına Ender ve Çetin’in yanında kalmasını ister. Lisedeyken hayalini kurdukları, birlikte yaşama hayaline kavuşalı 3 aydan sonra evlerine iki yıllığına bir misafir gelecektir. Başlarda kız çocuk sahibi gergin babalar gibi olan bu ikili, iletişim kurarak git gide Nihal’e de alışacaklardır. Kendi çaresizliği altında ve ona iyi davranan insanların iyiliğinde ezilen Nihal, ölümlerden arta kalan bir fidandır. İlk zamanlarda kaba davranarak, Ender ve Çetin ile iletişime geçmeyerek, onu neşelendirme çabalarına ifadesiz bir yüzle karşılık vererek kendi sessizliğinde yaşar. Ne yapacağını şaşıran Ender ve Çetin, Nihal’in eve sarhoş, arkadaşlarının yardımı üzerine eve gelip “Sakın bana iyi davranmayın” demesiyle Ender ve Çetin sert bir tavır takınmaya çalışır. Başka bir gün dışarı çıkan Ender ve Çetin ile vakit geçirmek isteyen Nihal’in, Denizciler Caddesi’ne kadar birlikte yürüdükleri Gençlik Parkı’na opera kapısından girip donmuş havuzun üstünde yürüdükleri ve lokantada mercimek çorbası, turşu ve büyük bir iştahla isteyip yediği ekmek kadayıfı yedikleri günden sonra Nihal’de Ender ve Çetin ikilisine karışır. Ankara ise o zamanlarda, “Her şey köhne ama anaçtı. Kıştı işte” diyebilecek bir kıvamdadır.
Milat meraklısı gazeteciler göre bir gün olan “Her şey karlı bir cumartesi günü başladı” cümlesiyle başlaması gereken roman, Ender’in seneler sonra aşağıdaki cümleleri kurmasıyla başlar.
Bu iki kişilik dünyalarına katılan Nihal ile birlikte yaşadıkça bu ikili Nihal’e âşık olacaktır. Fakat kitap, sandığımız kadar basit bir aşk romanı değildir. Ender ve Çetin’in ortaokul yıllarına dayanan dostluklarından, ergenliklerinden, aşklarından, ihtiyarlıktan, edebiyattan öyle güzel bir ilişki sunulur ki bizler aşk dediğimiz olgunun “Aşk, eşitler arasında yaşanır” olgusundan farklı bir bakış açısıyla okuduğumuzu anlarız.
Barış Bıçakçı’nın ayrıntıları görme gücü için geçen sene (Sinek Isırıklarının Müellifi kitabını okuduktan sonra özellikle de) “Eğer okumak iki kat görmekse Barış Bıçakçı ile on kat görüyorsun” diye bir cümle yazmıştım notlarımın arasına hatta bazen kıskanmıştım bazen azar azar okumuştum kitapları bitmesin diye.
Ayrıntıları görme gücü örneklerini sık sık cümlelerle örnekleyeceğim bu yazımda. Mesela birincisi, “Hareket etmezsen, acı üzerinde birikir!” Cenaze evlerinde sürekli hareket eden bir tip vardır. Sürekli hareket eder, çay doldurur, bulaşığı yıkar, çok fazla sohbet etmez, duaya karışmaz sanki evdeki bu işler için doğmuştur. Fikret ve Nihal’in anne ve babası öldüğü zaman cenaze evinde bu tipler Ender ve Çetin. Çay demlemek ve gidene gelene bir şeyler hazırlamak onlara düşmüştür. Fakat bu, onlara iyi gelmiştir. Çünkü bu tip insanları hareketsizlik öldürür.
İkincisi, Nihal’in bütün ölümleri tek bir ölüme dönüştürmesi, en yakınının en sevdiğinin ölümüne. Hepimizin aşina olduğu bir şeydir. En son ölümü diğer yaşadığımız tüm ölümlerle bağdaştırıp kendi çaresizliğimizle başa çıkmaya çalışmak.
Üçüncüsü, birisi bizden okumak için kitap önermemizi istediğinde kalbimizi istediğini sanmamız. Ben hiçbir zaman net cevap veremedim bu isteğe. Kitabın ana karakterlerinden Ender de şöyle diyor; “Benden okumak için kitap önermemi isteyenlerin kalbimi de istediklerini sanıyordum hâlâ öyle!” durumu, okuduğum için benden kitap önermemi isteyen birisine hiçbir zaman net bir cevap veremedim. Karşımdaki için nasıl bir şey okumak ister ki diye düşündüm çünkü sadece bir kitap önermeyecektim benim de bir parçam olan kitap söyleyecektim. Çünkü bilecektim ki, Ender gibi küçük bir çocuk edasıyla oyuncaklarını serip oyuncakları tek tek anlatırken afallayacak. Aslında kendimi de anlatan bir karaktere dönüşecektim.
Dördüncüsü, bir erkeğin/ kadının âşık olma durumu. Hayatımıza yeni birisi geldiği zaman eski aşkların tozunu alıp, Ender’in düşündüğü gibi “Kadınlara Neden ve Nasıl Aşık Oluyorum?” tarzında psikoloji dönem ödevi hazırlamışcasına insanın kendini sorgulaması veya basit şeyler isteyince, basit şeylerden zevk alınca aşık olduğumuz insanla basit şeyler yapıp günü öldürme isteği ile yanıp tutuşunca, aşık olduğumuzu anlayan, ömrü boyunca onu aramış gibi düşünen, zaaflarımızın üstüne abanarak seven, “Sonra onun her şeyini ezberledim ben!” diyen insanlarız çoğumuz. Kendisi için aşkın mümkün olmadığını düşünen, her şeyi darmadağın bırakan, düzenleyerek değil dağıtarak allak bullak ederek hatırlamaya, yazmaya devam eden Ender gibi düşünürüz ;“Birine âşık olunca, ömrün boyunca onu aramışsın da sonunda bulmuşsun gibi, geçmişini tekrar kurgularsın. Basit tesadüfler aşkın ilahi gücünün işaretleri olur çıkar”
“Bende ve hatta başka kimsede olmayan bir şeye sahip olduğunu sezdiğim kadına hemen âşık olurum” diyen Ender, kitabın sonlarına doğru “Aşkın insanı zenginleştirdiğini biliyorduk, fakirleştirdiğini de bilelim” der. Daha sonra vücudumuzun bütün fonksiyonları unutacak kadar kafamız karışır.
Beşincisi, bir çevirmen olan Ender’in ağzından hayata ve edebiyata dair göndermeler. Barış Bıçakçı’nın okuduğum bütün kitaplarında rastladığım bir durumdur bu. Bizim Büyük Çaresizliğimiz ’de Çetin, Ender’in aksine konuşan, okumak ve yazmak gibi şeyler ona göre olmayan bir karakterdir Ender ise evine, odasına kapanarak çalışan, günlük hayata pek karışmayan bir çevirmendir. Bu çevirmen tarafından söylenilen cümlelerde edebiyatın ayak izleri daha nettir. Örneğin, neredeyse okuduğumuz çoğu eserde karşılaştığımız “Der gibi baktı” cümlesiyle biten cümlelerin sıkıntısı. Çok ayrıntıda da olsa gözüme çarptı bu cümle, Barış Bıçakçı tarafından alelade yazılmış bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bu bitiriş ile cümleyi bitiren, sığınan yazarlara bir göndermeydi büyük ihtimal. Her okuyanın yazar olması, şiir yazması ve kendini ortaya daha net bir şey koymadan yazar diye nitelendirme sorunu yaşayanlara da gönderme vardır kitapta.
Bir gün Nihal, aralık duran kapıyı sertçe itip, “Ender benim için şiir yazar mısın?” der. Ender, Nihal’i “Okumak kimilerine yazmayı öğretir, banaysa yazmamayı öğretti. Edebiyat ve ibadet dâhil, bir tür vecd hali yaratan bütün faaliyetlerin niahi amacı o faaliyeti yapmamayı öğretmek olmalı. Üstelik, edebiyatçıların, özellikle de şairlerin, güzellikle ilişkilerinin sorunlu olduğunu düşünüyorum. Ya ona itaat etmek ya da hükmetmek istiyorlar. Güzellikle birlikte uslu uslu yaşayamıyorlar vesaire vesaire” diyerek afallamış bir şekilde reddetse de bir şiir yazar.
uzaktakini çağırıyordu en uzaktakini.
mevsimlerin tekrar edemediği bir şeyi çağırıyordu,
gelmesi mümkün olmayanı.
ve bir adım öne çıkıyordu mayıs.derindekini çağırıyordu, fırtınayı, tekneyi,
yokluğu fark edilmeyeni.iyiliği çağırıyordu cücelerdeki, kamburlardaki,
kendi içine kıvrılanı çağırıyordu
gökadaların, çiçeklerin her şeyi içine alan sarmalını.parmağının ucuyla aşka dokunuyordu
bir yıldızın ucuna dokunur gibi yanıp sönen.yürüyordu sonra, birbirine açılan sokakların,
meydanların, pazaryerlerinin ezberini bozuyordu:
darmadağınık bir şarkıydı, çağrısı.
yürüyordu koşuyordu kreşendo toz duman
ne kadar eşlik etse de kema, dile gelmiyordu acısı.
Daha sonra Ender dostu Çetin’e “Çetin, kadınlar kendileri için şiir yazılmasını neden ister?” diyerek sorar. Kafası karışmıştır.
Dördüncü maddede belirttiğim âşık olma durumuna da eklenebilir ve Ender’in sözleri üzerine dair bir makale bile yazılabilir. Bazı son dönem yazarlarına bakınca keşke önce okumuş olsalardı da yazmamayı da birazcık öğrenmiş olsalardı diyebiliyorum. Dergi ve kitapların niteliksizleri beni böyle demeye her geçen gün itiyor. Bazı şeyleri okumadığımı düşünüp kendime sık sık bu cümleyi hatırlatıyorum.
Altıncısı, ihtiyarlık durumları, birden bire ihtiyar olabilmek. Ender’in babası ve babasının arkadaşı olan Reşit Bey’de kendisi ve Çetin’i görmesi, Reşit Bey’in ölümü. Babasının arkadaşı olan Reşit Bey’in Eşref hikâyesi, kitabın içinde ayrıca kalmış bir öyküdür. Yaşlandıklarında Çetin ve Ender, Ender’in tahminince diğer ihtiyarlar gibi, “Buranın kardiyoloji bölümü iyiymiş diyorlar” diyen iki tatlı ihtiyar olacaklar, ilaçlarını margarin kutusuna koyup yanlarında taşıyacaklar herhalde.
Yedincisi, Barış Bıçakçı’nın şair Oktay Rıfat’ı her kitabına bir dizesini koyacak kadar olan sevgisi. Bizim Büyük Çaresizliğimiz de Ender’in içinden “rakının çıldırtan bulutu avucunda” demesi. Barış Bıçakçı’nın diğer kitaplarında da bu ayrıntıya rastlamamız mümkündür hatta son kitabı Seyrek Yağmur’da Oktay Rıfat sevgisi farklı bir boyuttadır.
Son olarak, iki hınzır erkek çocuğuydu Çetin ve Ender ama ev kuşuydular da, radyo dinlerlerdi, çay içip bisküvi yerlerdi, o da yetmezdi bisküvilerini çaya batırırlardı, gülüşlerinin bütün dişleri tamdı gençliklerinin üç dişi eksikti. Kötü olduklarında en fazla susarlardı, birbirlerine bakmazlardı, karpuz yerlerdi. Ayaş’tan domates, salatalık, biber, acur, kelek, mürdümeriği alan, birlikte turşu kuran, reçel yapan, taze fasulyeyi Çetin’in dediği susuz pişiren, pişirirken bunun üzerine sözler söyleyip sigara yakan asıl çaresizlikleri Nihal’e aşık olmaları değildi Çetin ve Ender’in. Asıl çaresizlikleri seslerinin, dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. Zamanın yani yaşamanın akmasıydı… Asıl çaresizlikleri buydu. Hepimizin sokakta oynamayı bıraktığımız arkadaşımızın sesine karışmaması, mahallede artık yankılamaması gibi. Fakat her şeye rağmen, hayat devam edecek bunu bizler de Çetin de Ender de biliyordu!
“Sonra yine bahar gelecek, yaz gelecek. Tekrar eden şeyler bizi tekrar tekrar sevindirecek.”
Ayrıca kitap yönetmen Seyfi Teoman tarafından sinemaya uyarlanmıştır. Benim buraya eklediğim video ve çoğu fotoğraf filmden alıntıdır. Film 2011 yılında vizyona girmiştir. Ender’i İlker Aksum, Çetin’i Fatih Al, Nihal’i Güneş Sayın, Çetin’in ağabeyi Murat’ı Taner Birsel, Nihal’in ağabeyi, Çetin ve Ender’in dostu Fikret’i Baki Davrak canlandırmıştır. Benim fikrimce iyi bir uyarlama olmuştur fakat kitabı okumamış olan birinin ayrıntıları tam olarak anlamaması hatta saçma bulması mümkündür. Ben de ilk önce filmi izlemiştim. Barış Bıçakçı ile tanışmamıştım henüz. Tanışınca önce kitabı okusaydım diye hayıflandım.
Çok yazdım biliyorum sevgili okur ama bu ayrıntıları okumanı istedim. Kitapta fark ettiğim bazı ayrıntıları bilerek yazmadım sana kalsın istedim. Bu kitabı da birkaç gündür tekrardan okuyup senin için yazdım. Niye yazdın sorusunu gelince yaşadığım birkaç şey demiştim ya hani onlardan bir tanesini de seninle paylaşmak isterim.
Geçtiğimiz aylarda senelerdir hayalini kurduğumuz eve çıkmıştık Yağmur ile birlikte. Evi günlerce temizledik, kitaplığı aldık küçük çocukların en sevdiği oyuncaklarını dizer gibi dizdik bütün kitapları. Sanki Ender ile Çetin gibi olacaktık diye geçirdim içimden. Farkında olmadan olmuşuz bile. Ben kahvaltıda yumurtayı yapıyorum, Yağmur müzik açıyor. Yağmur çayı dolduruyor, ben tuzluğu masaya koyuyorum. Biri mutsuz diğeri onu güldürmek için evde çeşitli maymunluklar… Kahvaltının sonlarına doğru Yağmur, peynirin üzerine çilek reçelini koyup yedi Nihal gibi, Çetin gibi… Yağmur da bizim taraftan dedim içimden! Tıpkı abim gibi, abim ile bu kavgayı küçükken öyle sık yapardım ki. “Midesiz!” derdim, tuzlu ile tatlı karıştırılır mı hiç! Bir gün abime çaktırmadan denedim sonra her sabah benim de reçel, peynir düşüncem değişti. Ben de artık öyle yemeye başladım. Güldüm sonra Yağmur’a, Ender ile Çetin’i anlatmaya çalıştım. Okumadığı için çok da anlatmak istemedim. Günlerdir aklımda olan kitabı da boşluk bulunca okuyup buraya yazdım. Yarına sabah da uyanıp Yağmur’a almaya gideceğim.
“Nihal kahvaltılarda peynirin üzerine reçel koyup yiyor! Sizin taraftan Çetin, sizin taraftan.”
Okurken film müziğini de dinlemeniz gerektiğini düşünüyor, şiddetle öneriyorum sevgili okur.
- Barış Bıçakçı – Bizim Büyük Çaresizliğimiz
- İletişim Yayınları – Roman
- 167 Sayfa