Arşiv Odası’nın yeni kaydında, Nâzım Hikmet‘i dinliyoruz.
Oktay Akbal gazetedeki köşesinde Nâzım Hikmet’in Kemal Sülker’e 1944’te yazdığı mektubu okurlarıyla buluşturmuş.
Bahsi geçen mektupta Nâzım Hikmet, genç öykücülere öykü yazımıyla ilgili tavsiyelerde bulunmakta. 1988’de yayımlanan köşe yazısını sizlere sunuyoruz. Faydası olması dileğiyle.
İyi okumalar.
Nâzım Hikmet’ten Öğütler
Nâzım Hikmet’in Temmuz 1944’te Kemal Sülker’e gönderdiği bir mektubu okuyorum. Sülker, 1941’den beri Nâzım Hikmet’le mektuplaşmaktadır. 1943’te Konya’ya sürgüne gönderilince mektuplaşma kesilir. Bir süre sonra Sülker, Bursa Cezaevi’ne bir mektupla iki öyküsünü gönderir. Bunlar ilk öykü denemeleridir. Öykülerden biri “İki Liranın 50 Kuruşu” adını taşır, Tekel’den iki lira alacağı olan bir köylüden 50 kuruşluk bir kesinti yapılmasını anlatır. “Bekleme Salonu” da İstanbul Valisi’yle görüşmek isteyenlerin nasıl atlatıldığının öyküsüdür. Nâzım Hikmet genç yazara gönderdiği mektupta bu öyküler konusundaki eleştirilerini tam bir içtenlikle yazar.
Kemal Sülker bu ilginç mektubu “Sanat Emeği” dergisinin Haziran 1979 sayısında yayımladı. Nâzım’ın mektubu hem belgesel değer taşıyor, hem de bugün bile genç öykü yazarlarına nelerden sakınmaları, nelere önem vermeleri konusunda önemli uyarılar getiriyor. Nâzım Hikmet, genç Sülker’in öykülerini “Muhteva bakımından edebiyatın vazifesini iyice anladığınız göze çarpıyor. Bence en önemli mesele budur” diye övdükten sonra düşüncelerini şöyle sıralıyor:
“Küçük hikâyelerde en mühim şey, bitişi bitiş zamanında bitirmektir. Bence ‘50 Kuruş’ hikâyesinde bu yerinde bitmemiştir. Otomobille çiğnenmesi ihtimali ve şoför filan fazladır. Aynı şey ikinci hikâye için de bir bakıma varittir. Bu ölçü meselesi hele hikâyecilikte çok mühimdir kanaatindeyim.”
Nâzım Hikmet bir sanat yapıtında “propaganda”ya gereğinden çok yer verilmesini doğru bulmuyor, diyor ki:
“Her iki hikâyede de bu lüzumsuz izahat yüzünden bir propaganda kokusu var. Beni ters anlamayın. Propaganda olmayan hiçbir sanat eseri yoktur. Mesele bu propagandayı en sanatkârane yapabilmektedir… En başarısız eserler şematik, zorlanmış, kabataslak çizilmiş iddialı eserlerdir. Beni yanlış anlamayın yine, her eserin iddiası vardır. Mesele bu iddiayı realitede olduğu gibi ve onu ustaca realite oluş halinde bulunduğu gibi vermektir.”
Nâzım Hikmet’in kırk dört yıl önceki öğütleri bugün de geçerlidir. Genç öykü yazarlarının büyük şairimizin görüşlerinden çok şey öğrenmeleri beklenir. Dikkat edilirse, Nâzım çok yerinde ve çok haklı eleştirilerini büyük bir incelikle, genç bir yazarı kırmaktan özenle kaçınarak yapmaktadır.
Nâzım Hikmet daha sonra şöyle diyor:
“‘Az bulunurdu doğrusu… Yani sizin anlayacağınız’ filan gibi edalara sapmayınız. Edanın fenası iyisi yoktur. Yalnız mesele ye rinde kullanmaktır… Ben şahsen bizim Türk edebiyatında bu turnürleri muvaffakiyetle kullanmış bir tek hikâyeciyi henüz tanımıyorum. Aynı suretle ‘Nasıl da, değil miydi?’ filan gibi turnürler de uydurmadır. Bunlar Türk diline Esat Mahmut’ların falan soktukları tabii sokamadıkları uydurma turnürlerdir.”
Nâzım Hikmet son söz olarak öykü konusundaki görüşlerini üç noktada özetliyor:
“1- Sanatkârın mesuliyeti doktorunkinden ve mühendisinkinden daha büyüktür.
2- Mesuliyetini, yaptığı işin vehamet ve ciddiyetini anlamış bir sanatkâr realiteyi diyalektik seyriyle verir. Ölmüş olanın cesedi, ölmekte olanın can çekişmesi, doğan ve canlanışın hamlesi. Bunların arasındaki zıddiyet birliği realiteyi meydana getirir.
3- Realist bir sanatkâr yukarıda söylemiş olduğum gibi, realiteyi sadece müşahede, şerh ve izah etmekle kalmaz, fakat onu değiştiği istikamette değiştirmek için sanatkârca ve mücahitçe müessir olur.”
Nâzım Hikmet’in eleştirileri genç Kemal Sülker’i öylesine etkilemiş olmalı ki öykü yazmaktan vazgeçmiş. Yine Nâzım Hikmet, Orhan Kemal’i de “şiir” yazmaktan içtenlikli eleştirilerle uzaklaştırıp öykü ve roman alanında yüreklendirmiştir. Eleştirilerden yararlanmayı bilmek büyük bir erdemdir. Sülker bu başarıyı göstermiş.
Nâzım Hikmet’in Kemal Sülker’e ve A. Kadir’e verdiği bir öğüt de, kendisinin deyimiyle ricası da şudur:
“Bir cephe vazifesi gibi okumak, yabancı bir dil öğrenmek, yüreğinizin ve kafanızın şimdiye kadar olduğu gibi şimdiden sonra da büyük Türk halkının ve sahici insan kütlelerinin saadeti için İşlemesini temin için sabırla, inatla çalışmak…”
Oktay Akbal

Taha Toros Arşivi / Oktay Akbal / 06.08.1988