Sizlere Şilili şair ve yazar Roberto Bolaño‘nun henüz Türkçeye çevrilmemiş öykü kitabı The Secret of Evil‘den iki öykü çevirisi sunuyoruz.
- Roberto Bolano – The Secret Of Evil
- New Directions, 2014
ŞEYTAN’IN SIRRI
Roberto Bolaño
(Çeviri: Deniz Moralıgil)
Paris’te, gece; Kuzey Amerikalı bir gazeteci uyuyor. Aniden telefonu çalıyor, tanımlanamayan bir aksan ile İngilizce konuşan biri Joe A. Kelso’yu istiyor. “Benim”, diyor gazeteci saatine bakarak. Sabahın dördü, yatalı henüz üç saat olmuş ve hâlâ yorgun. Hattın öbür ucundaki ses, “bir bilgi aktarmak için sizi görmeliyim”, diyor. Gazeteci, “ne hakkında”, diye soruyor. Bu gibi telefon konuşmalarında adet olduğu üzere, ses hiç renk vermiyor. Gazeteci, “en azından bir ipucu”, diyor. Ses Kelso’nunkinden daha düzgün bir İngilizce ile yüz yüze bir görüşmekten yana olduğunu belirtiyor. Hemen ardından ekliyor, “kaybedecek zamanımız yok”. Kelso soruyor, “nerede?” Ses, Seine Nehri üzerindeki köprülerden birinin adını söylüyor ve ekliyor, “yürüyerek yirmi dakikada varırsınız”. Yüzlerce kez buna benzer buluşmalar yapmış olan gazeteci, “yarım saate oradayım”, diyor. Giyinirken, bunun geceyi geçirmenin en aptalca biçimi olduğunu düşünürken, hafiften şaşırarak bütün öngörülebilirliğine rağmen telefon konuşmasının uykusunu kaçırmaya yol açmış olduğunun ayırdına varıyor.
Kararlaştırılandan beş dakika evvel köprüye vardığında, etrafta arabalardan başka bir şey görmüyor. Bir müddet bekledikten sonra, bomboş köprüden karşı tarafa geçiyor, öbür tarafta da birkaç dakika bekledikten sonra geri dönerek daha fazla beklemektense evine dönmeye karar veriyor. Yolda sesi düşünüyor; “kesinlikle Amerikan aksanı değildi ve sanırım İngiliz aksanı da olamaz”, ancak yine de emin değil. Güney Afrikalı veya Avusturalyalı olabilir, yahut Hollandalıdır belki, veya okulda öğrendiği İngilizcesine hakimiyetini anglofon ülkelerde yaşayarak geliştirmiş bir Kuzey Avrupalı. Tam caddenin karşı tarafına geçerken birinin seslendiğini duyuyor: “Bay Kelso”. O anda, bir binanın karanlık girişinden seslenen adamın köprüde buluşmak üzere sözleştiği kişi olduğunu anlıyor. Kelso duracak gibi oluyor ancak ses yürümeye devam etmesi talimatını veriyor. İlk köşeye varınca dömüp arkasına bakıyor ve kimsenin kendisini takip etmediğini görüyor. İçinden geri dönüp adamın izini bulmak geçse de bir anlık duraksamadan sonra en iyisinin yoluna devam etmek olduğuna karar veriyor. Adam aniden yan sokakların birinden çıkarak onu selamlıyor. Kelso selamı alıyor. Adam elini uzatıyor. “Sacha Pinsky”, diyor. Kelso uzatılan eli sıkıyor ve kendini tanıtıyor. Pinsky sırtını sıvazlıyor ve viski isteyip istemediğini soruyor. “Birazcık viski”, asıl dediği bu. Aç olup olmadığını soruyor Kelso’ya. Tazecik, yeni pişmiş kruvasan bulabilecekleri bir bar bildiğini söylüyor gazeteciye. Kelso adamın yüzüne bakıyor. Şapka takıyor olmasına rağmen Pinsky’nin yüzü, sanki yıllarca kilit altında tutulmuş birininki kadar beyaz. “Nerede acaba?” diye meraklanıyor Kelso. “Hapishanede mi, yoksa bir tımarhanede mi?”, hangisi olursa olsun artık bu işten kurtulmak için çok geç. “Bir kruvasan fena olmazdı”, diye düşünüyor.
Barın adı Chez Pain ve oturduğu mahallede olmasına rağmen (hiç kuşkusuz dar bir ara sokakta) buraya ilk kez ayak basıyor ve dahası belki de ilk kez görüyor. Sıklıkla gittiği yerler Montparnasse‘daki haklarında bir sürü efsanevi yakıştırma olan; Scott Fitzgerald’ın bir kez yemek yediği, Joyce ve Beckett’ın İrlanda viskisi içtiği, Hemingway ile Dos Pasos’un, Truman Capote ile Tennessee Willams’ın müdavimi olduğu yerler. Pinsky Chez Pain’in kruvasanları konusunda haklı: lezzetli ve tazeler, kahve de hiç fena değil. Tüm bunlar Kelso’yu düşündürüyor – evhama salan bir düşünce bu – “ya adam buralarda yaşıyorsa, ya komşuysalar”. Bu ihtimal aklından geçerken, Kelso’yu bir ürperti alıyor. Belânın teki, paranoyak, deli, dikizci, paçayı kurtarmanın güç olacağı birisiyse. “Pekâlâ” diyor sonunda, “dinliyorum”. Bir şey yemeden yalnızca kahvesini içmekte olan adam ona bakıyor ve gülümsüyor. Gülümsemesinde yoğun bir hüzün var, yorgun da. Sanki gülümsemek yorgunluğunu, bitkinliğini, uykusuzluğunu anlatabilmek içim kendine tanıdığı tek yol. Ancak hemen ardından, gülümseyi keser kesmez, bakışları bir anda, olağan buz gibiliğine geri dönüyor.
DANIELA
Roberto Bolaño
(Çeviri: Deniz Moralıgil)
Adım Daniela de Montecristo, 1915 yılında Arjantin’in başkenti Buenos Aires’de üç kız kardeşin en küçüğü olarak doğmuşum ve kendime evren vatandaşı diyorum. Babamın sonraki evliliğinden bir erkek evladı olduysa da, bebek ilk doğum gününü göremeden öldü. Babam geride kalanlarla, yani kızkardeşlerim ve benimle mutlu olabillirdi. Bunu neden anlattığımı bilmiyorum. Hepsi fî tarihinde kaldı. Kimsenin umursamadığı bir çocuk hikâyesi.
Bekâretimi on üç yaşında kaybettim.
İşte, belki bu birilerinin ilgisini çeker.
Çiçeğimi çiftlikte çalışan işçilerden biri kopardı. Adını anımsamıyorum, tek bildiğim ırgatlardan biriydi ve yaşı yirmi beş ile kırk beş arasında olmalıydı. Tecavüz değildi. Bu kadarını anımsıyorum. En azından ben bunun tecavüz olabileceğini hiç aklıma getirmedim. Her şey bittiğinde, ben ombu ağacının arkasında giyinirken ırgat da ağacın diğer tarafında dalgın dalgın sigarasını sarıyordu, ki yaktıktan sonra birkaç nefes çekmem için bana uzattı. Hayatımda içtiğim ilk sigaraydı. Bu kısmı çok net anımsıyorum. Tütünün ağzımda yayılan acılığını, karşıdaki ovaların giderek uzaklaşmasını ve titreyen bacaklarımı. Fakat asıl titreyen beynimin içinde dönen düşüncelerdi. Gidip herşeyi babama anlatabilirdim. Gece boyunca, hatta takip eden iki gece boyunca bu fikri aklımdan geçirdim durdum. Ancak yapamadım. Zira, hem başımdan geçenleri dile getirip tekrar yaşamak istemiyordum; hem çiftlik babamın değildi; arkadaşlarından birinin mülküydü. Kendi kanımdan kimse cezasını veremeyecekti, benim gerçek adalet sayabileceğim bir hükme varılamayacaktı, törelerin gereği yerine getirilemeyecekti.
Babamın asla kendine ait bir çiftliği olmadı. Büyük ablam bir avukatla evlendi, adam acınası düzenbazın biriydi, babama olan aşırı hayranlığını habire tekrarlamaktan usanmazdı. Diğer kızkardeşim bir çiftlik sahibinin oğlu ile evlendi. Çılgının biriydi birkaç sene içinde küçük bir serveti kumarda kaybetmeyi başarınca babası mirasından mahrum bıraktı.
Özet olarak; ailem bildim bileli orta sınıfa mensuptu, ne kadar sil baştan yaparsak yapalım ve farklı yolları denersek deneyelim ki bunlar sıklıkla ümitsiz yollardı; ait olduğumuz sosyal sınıftan ki, bu aslında topluluğun içindeki heyecan verici kişilikleri (meselâ benim gibi) ayıplayarak hasta eden bir yapıda olsa da; rahat bir sınıftı, ancak biz bir gıdım ileri gidemiyor ve basamakları çıkmak için ne kadar çabalarsak çabalayalım; adaletin ve ahlakın resmi gardiyanı sayılan katı ve değişmez üst tabakaya bir türlü alınmıyorduk: on üç yaşındaki ben, bize ait olmayan o çiftlikte; zamanın içinde bildiğimiz zamanı iptal eden bir boşluğun içine düşer, anlık, başdöndüren seraplar görürdüm ki hani “dünya vatandaşıyım” derler ya ondan hareketle “evren vatandaşıyım” demeye başladım ve zaten artık yaşlanmış olsam da şutrası çok açık ki aptal değilim ve dünyada başdöndüren seraplara yer olmadığı kesin olsa da.. evrende neden olmasın?
Hasta eden demiştim değil mi?
Gecelerden.. ırgatın çiçeğimi kopardığını söyleyip söylememeyi düşünüp durduğum gecelerden söz ediyordum ben…
Söylemedim…
O adamla bir daha sevişmedim…
Hastalık… Hastalığımın ilk belirtileri kendini yüksek ateşle gösterince, babam beni Buenos Aires’e geri gönderip, Dr. Guarini’nin güvenilir ellerine teslim etti.