Oruç Aruoba, 28 Mayıs 1986’da aramızdan ayrılan Türk şiirinin en önemli şairlerinden Edip Cansever‘i, ölüm yıldönümünde kaleme aldığı yazıyla anıyor.
1993 yılının Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan yazıyı sizlerle paylaşıyoruz.
Keyifli okumalar.
Edip’ten başka olmayan Edip
Hep yalnız oldu – bu da doğruydu.
Kendisi gibi oldurdu şiirini de: Yalnız
ve doğru…
Kendisi gibi, şimdi en sevdiği yer de yok: Bebek Gazinosu’nun önünde, Boğaz’a çıkılmış platformun üstündeki barda ziyaret ederdim onu, esintili yaz ikindilerinde.
Başlangıçta mesafeli bir nezaketti takındığı – kimdim ki ben?… Ancak sonraları biraz açmıştı kendini.
Söylediklerinden birçoğu aklımdan gitmiyor – özellikle de biri: ‘Alkol ve şiir’ gibi bir şeyler konuşuyorduk – galiba Turgut Uyar’ın ardından ortaya çıkan pis kara çalma açmıştı konuyu. Bir durup düşündü, gözlerini dalgalardan ayırıp bana çevirdi; sakin ve kuşkuya yer bırakmayan bir sesle, şunu söyledi: “İçkiliyken tek bir dize yazmadım.”
Sonra yazma biçimini anlattı: Sabahlan, kahvesinden sonra, öğleye kadar… Her şeyin alkol parantezine alındığı ‘modem-entelektüel’ dünyada bir ayıklık odağı oluşturmuştu kendine – ve şiirine.
Olanaklar oluşturdu – yaşadıklarından ve yaşayamadıklarından; “bir yeni
biçim ekle(di) insan olacağa”: Kendini…
Türkçe şiirin hep kurumlaşmaya; ‘ideoloji’ ya da ‘ekol’ olmaya yönelik eğilimlerinden uzak durdu: “İnsan olacağın” kendi kendinde sınadığı olanaklarını -ve olanaksızlıklarını- şiirleştirdi. Sahiciliğin odağıydı, o odak.
“Öyleyse ben nasıl bir şeyim ki, bilmem ki
Bildiğim, dünyanın adamakıllı
yansımış bir parçası olmalıyım
Yani gerekli bir olmanın yüküyüm sanki.”
Bu “yük”; bu “çok ağır bir yük”, kendi taşıdığı kendisiydi – “hiçbir şeyin öyle
pek tamamlanmadığı “Bir çağda”, “bütün eksik kalmaların Sessiz ve ünü olmayan bir tanığı” olmanın yükü…
“Hiç kimselerin ilgilenmediği Bazı olayların tarihçisi” gibi hissettiği oldu kendini: Yalnızca kendi “olma”sıyla ilgili düşüncelerini, oysa, imgelere dönüştürüp şiirleştirirken, dünyayı yansıtıyordu.
“Yakup”tan başlayarak temel bir gelişme çizgisi, şiirini kişi-imgeler çerçevesinde kurmak oldu: Hiçbir kurumlaşmaya oturmayan, hiçbir toplumsal yeri olmayan kişi-imgeler. Yalnızca yaşamanın yükünü ve acısını; bazen de sevincini ve neşesini taşıyan kişiler. Buna, baştan beri izleri görülen, ama sonradan son kitabının odak noktası olan bir imge katıldı: Otel…
Kişilerin -yolcuların: Gezginlerin- gelip gittiği geçici yaşam yerleridir oteller: Onların yazgısıdır; kişiler, gelirler, ve zorunlu olarak geçicidirler; geçip giderler.
Bu imgeyle yaklaştı yaşama ve kişilere: Son yazdıkları, bir otelin bahçesinde, bazı imge-kişiler arasında oluşan; tiyatro oyununu andıran bir dramdı.
“Gelmek”, “geçmek”, “gitmek” fiilleri ağır basıyordu. ‘Dize’ ve ‘replik’ arasındaki fark neredeyse yitiyor, karşılıklı ‘diyalog’ içinde birbirlerine şiirler okuyordu, kişiler. Sonunda da, oyunların sonuna konan büyük bir “BİTTİ”…
Edip Cansever’in yapıtı, ölümünden sonra, ‘bütün’lendi, ‘ciltlendi. Sonraki kuşak(lar) bu yapıtta neler bulacaklar, ondan neler alacaklar onu ne yön(ler)de ileriye götürecekler, şimdiden bilinemez; ama, şimdiden belli olan bir şey varsa, bu ’alıp götürme’nin hiçbir kurumlaşma yönelimi taşımayan kişiler için söz konusu olabileceği ancak; ancak tek başına ve kendi kendine oluşacak şiir girişimleri için yol gösterici olabilecek. Onun gibi olanlar, onda kendilerini bulacaklar.
Hep yalnız durdu – bu doğru muydu?
Oruç Aruoba
Yoruma kapalıdır.