Claire Adam’ın Literary Hub’da yayımlanan yazısını size sunuyoruz.
Çeviri: Merve Turan
Gabriel García Márquez’in eserlerini çok geç okudum. Kitaplarından birini okumam neden bu kadar zaman aldı, bunu açıklayamıyorum. Belki de böyle birini okumak insana çok fazla sorumluluk yüklüyordu, Nobel ödüllü ve edebiyat kanonunun öncü isimlerinden birini okuma sorumluluğu.
Çocukken Yüzyıllık Yalnızlık’ı annemle babamın kitaplığında gördüğümü hatırlıyorum. Bana itici gelen şey, “yüzyıl” kelimesiydi: Bu kitap tarihle, hem de çok sıkıcı bir tarihle ilgili olmalıydı; “yalnızlık” da kulağa pek eğlenceli gelmiyordu. Kitabın, yüz yıldır yalnız olan bir adamı anlattığını düşünmüştüm; durmadan kendi kendine, “Olmak ya da olmamak” nevinden konuşmalar yapıyordu herhâlde. Bir de Kolera Günlerinde Aşk vardı, o da kolera hakkında olmalıydı. (Annem de babam da doktordu, dolayısıyla evde çok sayıda tıp kitabı bulunuyordu. Tropikal Bulaşıcı Hastalıklar için El Kitabı’nı sık sık karıştırırdım, bu yüzden kolera hakkında her şeyi biliyordum.)
Yirmili yaşlarıma geldiğimde, Amsterdam’da bir kitapçıda, İngiliz dili bölümünde dolaşırken her nasılsa elim Yüzyıllık Yalnızlık’a gitti ve kitabın ilk cümlesini okudum. Sonra paragrafı, ardından da sayfayı sonuna kadar okuyup tekrar ilk cümleye döndüm. Kitabı bırakıp dolaşmaya devam ettim, ama kitapçıda öylece dolaşırken farkında olmadan arkama dönüyor, kitabı koyduğum rafa bakıyordum. Nihayetinde kitapçıdan elim boş çıktım ve hayatıma devam ettim, fakat sonraki yirmi küsur yıl boyunca o cümle aklıma gelip durdu, her seferinde kelimelerin dizilişine dikkat kesildim, bu kadar etkileyici olanın ne olduğunu anlamaya çalıştım. Zamanla ilgili bir şeydi, “yıllar sonra”yı “o çok uzaklarda kalmış ikindi vakti”ne bağlayan bir şey ve ana fiilin seçimindeki şaşırtıcı bir şey. Cümlenin tam çevirisi şöyle:
“Albay Aureliano Buendia, yıllar sonra idam mangasının karşısına dikildiğinde, babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü o çok uzaklarda kalmış ikindi vaktini anımsayacaktı.”*
Tabii İspanyolca aslını da vermeliyiz:
“Muchos años después, frente al pelotón de fusilamiento, el coronel Aureliano Buendía había de recordar aquella tarde remota en que su padre lo llevó a conocer el hielo.”
Bu cümleye döneceğim, ama ondan önce, daha yakın bir geçmişe, sadece birkaç yıl öncesine ait başka bir anımdan söz etmek istiyorum. O zaman da şimdi olduğu gibi Londra’da yaşıyordum; evliydim, çocuklarım vardı ve bir şeyler yazmaya çalışıyordum. Bir süre farklı neticeler alarak yazmayı denemiştim. Bir yazı kursuna başladım; orada eğitmen bize zamanı anlattı. “Zaman,” dedi, “tek yönlü hareket eder. İleri doğru, geriye değil.”
Çok iyi bir eğitmendi, söylediği şey tartışmasız doğruydu; böylesine önemli ve apaçık ortada olan bir gerçeğin nasıl farkına varamadığımı merak ediyordum, bu farkındalıkla yazılarımı bir hayli geliştirebileceğimi düşündüm. “Aslında,” diye devam etti eğitmen, “zamanın geçtiğini hatırlamak için sadece mevsimlere bakmamız, sonbaharda yaprakların dökülüşünü izlememiz yeterlidir.”
İşte o anda aklıma bazı şeyler geldi. Birincisi, Yüzyıllık Yalnızlık’ın ilk cümlesi ve onun zamanı alışılmadık şekilde sunuşu. İkincisi Márquez’in de benim gibi tropikal bölgeden olduğu. Üçüncüsü, tropikal bölgelerde dört mevsim yaşamadığımız, aslında hiç mevsim yaşamıyoruz da diyebiliriz. “Söylediklerin tropikal bölgelerde yaşayan bizler için geçerli değil.” diye düşündüm. “Zaman bizim için başka.”
Bunu pek çok kurmaca eserde görebilirsiniz: Zamanın geçişi mevsimlerin değişmesiyle ifade edilir; yazarlar zamanın geçtiğini anlatmak için yazın sonbahara, kışın bahara dönüşünü kullanırlar; her mevsim başka bir şeyin sembolüdür. Fakat mademki ben çok uzun bir süre ılıman iklimde yaşadım, o hâlde zamanın kuşatıcılığını anlayabilirim. Ben bu yazıyı yazarken mevsim kış mesela; saat dört civarı, hava kapalı, bütün gün işim vardı ve yürüyüşe çıkamadım, şimdi de neredeyse gün bitti! Kış ayları bitmek bilmeyecek gibi görünür, baharın dönüşünü hevesle bekleriz.
Yaz mevsimi hiç bitmeyecekmiş gibi bir hisle gelir, sonsuza dek sürecekmiş gibi; fakat çok geçmeden yapraklar sararıp dökülmeye başlar ve sen yine sokaktan aşağı yürürken düşünürsün: “İşte böyle! Bir yıl daha geçip gitti.” Ilıman iklimlerde, dünya gözünün önünde durmadan değişir: Doğa, geçip giden zamanın daimî bir hatırlatıcısı gibidir.
Fakat dünyanın her yerinde böyle değildir. Tropikal bölgede sonbahar yoktur. Dökülen yapraklar yoktur. Kış ya da bahar yoktur. Benim geldiğim ülkeyi, Trinidad ve Tobago’yu düşünün; burası, ekvatorun on bir derece kuzeyinde, Venezuela kıyılarında küçük bir ikiz ada ülkesi. Burada bütün yıl boyunca sıcaklık aşağı yukarı aynıdır, gündüzleri 26-32 derece civarında. Yılın her günü güneş saat altı civarında doğar, öğle vakti tam tepededir, akşam altı buçuk sularında da batar.
Bütün yıl boyunca bu saatler en fazla yirmi dakika değişiklik gösterir, bu da hiçbir değişiklik olmadığını, her günün bir öncekiyle tamamen aynı olduğunu hissettirecek kadar küçük bir değişikliktir. Günler ne uzar ne de kısalır. Ağaçların ritimleri vardır, fakat birbirleriyle eş güdümlü değillerdir. Yapraklar dökülmez, ölüm ve diriliş hissedilmez. Havanın yağmurlu olup olmaması dışında, bir günü diğerinden ayıran hiçbir şey yoktur.
Hakikaten tek fark yağmurdur. Yılın yarısı yağışsız geçer, bu döneme kurak mevsim deriz. Yılın diğer yarısı çok yağmurludur, bu döneme de yağmur mevsimi deriz. Kurak mevsim, yağmur mevsimi, kurak mevsim, yağmur mevsimi: Durum bundan ibarettir. Dolayısıyla bizim ritmimiz basit bir tik taktır: kuru-ıslak veya gece-gündüz. Kuru-ıslak, gece-gündüz, kuru-ıslak, gece-gündüz; asla sonu gelmeyen bir tik tak, tik tak, hiç durmayan bir metronom gibi. Sonra tabii etrafımız tamamen denizdir. Bir düşünün. Dalgalar gelir ve çekilir. Gelir, çekilir; gelir, çekilir. Bu hiç sona erer mi? Burada ölüm ve diriliş görüyor musunuz hiç? Kuru, ıslak, gündüz, gece, gelme, çekilme. Hayır, bizim doğamız zamanın geçtiği hissini vermez; bunu sizin doğanız, sizin ılıman ikliminizde yapar. Bizim doğamız bize tamamıyla başka bir his verir: zamanın sonsuzluğu, ardı arkası gelmezliği.
Cümleye tekrar bakalım.
“Albay Aureliano Buendia, yıllar sonra idam mangasının karşısına dikildiğinde, babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü o çok uzaklarda kalmış ikindi vaktini anımsayacaktı.”
Bu cümlede bir dolu harika şey var, fakat benim konuşmak istediğim şey, zamanı nasıl işlediği. “Yıllar sonra” ifadesi, zamanda iki noktayı bağlıyor. Zamanda belli bir nokta var, buna X diyelim, burası geçmişte bir nokta. Bir de “yıllar sonra” gelen zaman var, buna da Y diyelim. “Yıllar sonra” ifadesi, bu iki noktayı bağlıyor ve aralarındaki mesafeyi işaret ediyor. X gününde yaşanan bir şey, Y gününde yaşanan bir şeyle bağlantılı; eğer bir kâğıda, biri X gününü, diğeri Y gününü temsil eden iki nokta koyduğunuzu düşünürseniz, bu iki nokta arasında bir çizgi çizebilirsiniz ve çizdiğiniz bu çizgi, X ve Y’nin bir fonksiyonudur. Bu koordinatların tek boyutluluğunu aşmış ve daha yüksek bir bilginin parçası olmuş gibidir. X ve Y arasındaki bu çizgiyi gözümüzde canlandırabiliriz, bu her tür çizgi olabilir: Düz bir çizgi olabilir, kıvrımlı bir çizgi ya da bir sarmal olabilir. Nasıl olursa olsun, bu çizgi “yıllar sonra”ya karşılık gelir.
Tabii ki pek çok yazar böylesi bir ifade kullanabilir. Yirmili yaşlarımda, Amsterdam’daki o kitapçıdayken Yüzyıllık Yalnızlık’ın ilk cümlesini okudum. Yıllar sonra, kırklı yaşlarımda, Londra’da yaşarken o cümleyi tekrar okudum. X yirmili yaşlarımda, Amsterdam’da olduğum zaman; Y ise kırklı yaşlarımda, Londra’da olduğum zaman. “Yıllar sonra” bu iki olay arasında geçen yaklaşık yirmi yıla atıf yapıyor. Fakat cümle, bu yaklaşık yirmi yıllık zaman zarfında özel herhangi bir şey yaşandığı hissini veriyor mu bize? Onun yerine “ertesi gün,” “birkaç ay sonra” ya da “bir yıl sonra” desek de olur muydu? Sanırım olurdu. Sanırım burada şöyle bir olasılık var: Bu cümlelerin yazarı (bu örnekte ben oluyorum) geri dönecek ve bu “yıllar sonra” ifadesine anlam kazandıracak; fakat o zamana kadar bu zaman diliminde özel bir şey yaşandığını gösteren hiçbir şey yok. Dolayısıyla elimizde sadece şunlar var:
Bir şey oldu.
Zaman geçti.
Başka bir şey oldu.
Bunda bir sorun yok, her zaman böyle şeyler yazarım, başka pek çok kişi de yazar. Söylemek istediğim şey şu: “Yıllar sonra” ifadesini kullanmak tek başına dâhiyane bir fikir değil.
O hâlde García Márquez’i farklı kılan ne? Sonraki ifadeyi düşünün: “idam mangasının karşısına dikildiğinde.” İşte her şey burada başlıyor. İlk olarak, işte burada, bir romanın açılış cümlesindeyiz (uzunca bir romanın üstelik) ve idam mangasının karşısına dikilmiş bir karakterle karşı karşıyayız. Bir an, oturma odanızda sıcak bir koltuktasınız, belki yanınızda bir bardak çay, haydi çıtırdayan bir ateş de var diyelim, dizinizin dibinde kediniz; sonraki an: idam mangası. İkincisi, burada bize genellikle bilinemez olan bir şey bildiriliyor: birinin kendi ölüm anı. Birdenbire her şeyin bilinebilir olduğu gerçeküstü bir alana taşınıyoruz. Şöyle de diyebiliriz: Bir ayağımız gerçeklikte, çünkü kuşkucu bir kimse şunu bilir: ölüm bu karaktere o kadar yakın ki onun geldiğini görebilir; fakat diğer ayağımız gerçekliğe o kadar da saplanıp kalmamış, çünkü bir insanın kendi ölüm anının yaklaştığını görmesi, hiç de gündelik rutinimizin parçası olan bir durum değil.
Sonra “anımsayacaktı”ya geliyoruz. Zamanda neredeyiz? X’te mi yoksa Y’de mi? Hatırlamanın gerçekleştiği an Y’de, fakat “anımsayacaktı” bizi Y’nin dışında bir zamana, hatta zamanın büsbütün dışına götürüyor.
Cümlenin sonunda X’e rastlıyoruz; X, cümlenin başında karşılaştığımız “yıllar sonra” ifadesinin çıkış noktasına karşılık geliyor: “babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü o çok uzaklarda kalmış ikindi vakti.” Bölümün sonlarına doğru, bu cümlede sözü edilen buzun bir Çingene’nin sandık içinde taşıdığı buz olduğunu anlıyoruz; fakat açılış cümlesindeyken, bunun herhangi bir buz olması mümkündü, eski çağlardaki devasa bir buzul da olabilirdi. Esasen, babanın oğlunu bir şeyler “keşfetme”ye götürmesi, eski çağlara, “o çok uzaklarda kalmış ikindi vakti”nden de eski bir zamana işaret ediyor ve ortada kuşaktan kuşağa aktarılan kadim bir bilgi olduğu hissini veriyor. (İspanyolcada “conocer” bazen “ilk defa görmek” olarak tercüme edilir, fakat aslında “karşılaşmak” demektir, bir insanla karşılaşmak gibi, yahut tanışmak, tanış olmak. “Keşfetmek” ifadesi çeviri için kesinlikle çok iyi bir seçim.)
Böylece, cümlenin sonuna gelirken, o iki kelime, “yıllar sonra,” yeni bir anlam buluyor; çünkü bu ifade, hayatının sonuna yaklaşmış bu adamın neredeyse tüm hayatına karşılık geliyor. Bu kelimelerde, bir karakterin yaşamının son anlarını işaret ederken aynı anda hem bu koca zaman diliminde geriye uzanan -başlı başına zamanın aşkınlığıdır bu- hem de karakterin akıbetine hâkim olan dokunaklı bir yan var. Bunların hepsi tek bir latif cümlede, karakterin tüm yaşamını baştan başa görebildiği kısa anda yakalanmış.
Yüzyıllık Yalnızlık’tan sonra Márquez’den başka şeyler de okudum ve okuduklarım, bu cümlenin beni neden bu kadar etkilediğini anlamamı sağladı. Márquez’in başka türlü bir zaman algısı ortaya koyduğunu düşünüyorum, sadece doğrusal olmayan, aynı zamanda nihayetsiz bir zaman bu.
Eğitmenim, zamanın tek yönlü ilerlediğini söylerken elbette bir bakıma haklıydı; hiçbirimiz geçmişte bir ana geri dönüp de yapmadığımız bir şeyi yapamayız ya da yaptıklarımızı silemeyiz, bir şey söyleyemez ya da söylediğimizi geri alamayız. Tüm yaşamımıza hükmeden bir kanundur bu, kurmaca da mademki öyle ya da böyle insanı yansıtıyor, o hâlde bu kanuna uymak zorunda. Aslında iyi kurmaca eserlerin bu kurala uyduğunu, kötülerinse göz ardı ettiğini defalarca gördüm. García Márquez bu kurala riayet ediyor. Riayet etmekten de öte, bu kural karşısında esas duruşta bekliyor, selam duruyor, sonra da ona göz kırpıyor.
Bunun yanı sıra alternatif bir zaman algısı sunmayı da başarıyor; ki ben, zamanın sonsuz olduğuna dair bu kavrayışı sağlayanın tropikal iklim olduğunu düşünüyorum. Onun hikâyelerinde döngü fikrine, durmadan tekrar eden devirlere her zaman rastlarız. Márquez’in bazı eserlerini didik didik inceledim, cümleleri geçmişe mi yoksa geleceğe mi atıfta bulunduğuna göre işaretledim ve ortaya çıkan tablo beni hiç şaşırtmadı, hepsi geçmişle gelecek arasında gidip geliyordu, geçmiş-gelecek, geçmiş-gelecek… İleri geri, ileri geri, bir metronomun tik takları gibi. Yüzyıllık Yalnızlık’ın ilk cümlesinde olduğu gibi García Márquez, geçmişle gelecek arasında bir nevi denklik varmış gibi, zamanda ileri doğru bir ok söz konusu değilmiş gibi yazar.
Gelişme aşamasındaki bir yazar olarak Márquez’in zamanı ele alış biçimini büyüleyici ve heyecan verici buluyorum. İyi metnin kuralları olabilir; fakat işte, bu kurallarla tanımlanmış alana kanaat etmeyen biri var ortada. Bu kurallar dünyanın belli bir bölümünce -hasbelkader, gizlilikle- belirlenmiş olabilir ve burada, dünyanın başka bölümünden, benim de içinde olduğum bölümden biri, bu kurallara meydan okuyor. Bu da bana tam bir güven duygusu veriyor. Her şeyin mümkün olduğunu hissediyorum.

* Gabriel García Márquez, Yüzyıllık Yalnızlık, Can Yayınları. (Çeviri: Seçkin Selvi)