Yazar, senarist, sinema oyuncusu, hekim Ercan Kesal; 5 soru 1 yazar bölümümüzün konuğu oldu. Keyifli söyleşimizin içinde edebiyat, sinema ve çokça hayat var.
Keyifli okumalar.
Çocukluğunuzu, doktor kimliğinizi, hayatınızı kurmaca içinde yazdığınız gazete yazılarınızda, Peri Gazozu’nda, Nasipse Adayız’da keyifle okuduk, okuyoruz. Bir yazarın kendi yaşamı üzerinden kurmaca yazması bir hayli zor geliyor bana. Sizi, kendi yaşamınızdan çıkışla yazmaya iten yaşadıklarınız mıydı yoksa içinizdeki anlatma isteği miydi ya da bunlardan tamamen bağımsız başka bir şey miydi?
Bu konuda daha iddialı şeyler de söyleyebilirim: Yazılmış ve yazılacak her şeyin özünde, tüm kurmacaların temelinde yalnızca onu kaleme alan kişinin “deneyimleri” vardır. Yazdıklarım tam da kendi yaşamım, başımdan geçenler ve deneyimlerimin bende kalan izleridir. Ancak o derin çizgiler bir insanın yaratıcılığını ve hayallerini harekete geçirebilir. Başka nasıl olabilir ki? İnsan yaşadıklarının toplamından başka nedir ki? Bir hikâye, bir senaryo siz filmi nasıl çekerseniz çekin, o filmin ruhuna nasıl sinerse, yaşadığımız her şey yazdıklarımızın içine sızar ve oraya yerleşir. Bir senaryonun filmin özünü belirlemesi gibi yaşadıklarımız da yazdıklarımızın biricik ve mutlak esin kaynağıdır.
Yazarın bir konuyu yazarak anlatma eyleminin, tek başına ve yalnızca yazara ait bir eylem olmadığını, bir bütün olarak “hayatın”, onda yarattığı derin izlerin sonucu olarak bizzat yazarı kışkırttığını düşünüyorum. Yazarın gerçekliği yeniden yaratırken elindeki tek malzeme yine kendi yaşamı ve onun basit gerçekliğidir.
Peri Gazozu da, Nasipse Adayız da ve galiba bundan sonrakiler de, kendi deneyimlerimden ve yaşadıklarımdan yola çıkarak icat ettiğim yeni gerçeklikler olacaktır.
Belleğimin sunduğu malzemeyi kullanarak yarattığım yeni bir dünya işte! İster anı deyin, isterseniz kurmaca…
Diyelim ki bir terazi var önünüzde. Bu terazinin bir kefesine kaleminizi diğer kefesine doktor önlüğünüzü koyduk. Hadi gelin, ezber de bozalım: Teraziye üçüncü bir kefe daha ekleyip ona da klaketi koyalım. Terazi neyi eksik, neyi fazla tartar? Hangi kefe ağır basar? Kefeleri birbirine karıştırmayı düşünür müsünüz?
Hiçbir zaman “birini al, ötekini bırak” ikilemini yaşamadım. M. Demirtaş’ın dediği gibi, “Yaşadığım hiç bir şeyden pişman değilim, öfkem yaşayamadıklarıma!” İyi ki hekim olmuşum; yoksa o hikâyeler nasıl gelir bulurdu beni. İyi ki sinemacı olmuşum; yoksa kime anlatabilirdim içimdeki alt-üst oluşları… Diyelim ki “Bir zamanlar anadolu’da” olduğu gibi, nasıl bir insanlık hikâyesine dönüşebilirdi 25 sene öncesinde bir gece başımdan geçen ve sabaha kadar süren ceset arama yolculuğu, iyi ki yazmışım bunları, yeniden ümitli bir buluşmaya vesile oldular çünkü.
Bütün terazilerim aynı şeyi tartıyor: Bu dünyada niye varım? Kendimi nasıl gerçekleştirebilirim? Varoluşum nasıl bu dünyanın hayrına olabilir?
Benden önce var olan ve benden sonra da bir biçimde var olacak olan bu sonsuz ummanın bir damlası olabilmek.
Nisan ayında İKSV’nin “Felaket Günlerinde Edebiyat” söyleşisindeydiniz. Ne yazık ki felaket günlerimiz bitmiyor. Söyleşiye katılamayanlar için bu konu hakkında neler söylemek istersiniz? Böylesi günlerde size göre yazanlar nasıl yazın içinde devam etmeli, okurlar nasıl edebiyatla kalabilmeli mi?
Türkiye felaket günleri mi yaşıyor? Buna herkes kendi zaviyesinden farklı bir cevap verebilir. Ama çok daha emin olduğum bir başka iddiam var: Türkiye, utanç ve ayıp günlerini yaşıyor! Böyle günlerde edebiyatın yeri nedir? Neyin dermanı ya da hal çaresidir edebiyat?
“Edebiyat gerçekliği yorumlarken, yeniden keşfederken onu tanımamıza yardım eder. Gerçekliği tanımak, onu değiştirmeye başlamak için de gereken ilk adımdır. Edebiyat muhalefettir, karşı çıkış ve başkaldırıdır. Bizim adımıza çağına tanıklık eder edebiyat. Mesela, hiçbir sosyolojik araştırma, Kolombiya’daki şiddet hakkında Marquez’in ‘Albay’a Kimseden Mektup Yok’ tan fazla bir şey öğretemez.” Böyle söylüyor Galeano; koşulsuzca katılıyorum.
İçinde yaşadığımız dünyanın karşısında, iyi edebiyatın cesaretlendirdiği huzursuzluk, despotik düzene ve onun kurumlarına karşı bir itiraza dönüşebilir. Bu da utancımızdan ya da bu utanca ortak olma ayıbından kurtulmakla ilgili iyi bir başlangıç demektir. Daha ne olsun? 12 Eylül öncesini ve faşist darbeden sonrasını yakından yaşamış birisi olarak söyleyebilirim ki, umutsuz olmak için hiçbir sebebimiz yok, lakin, bu utanç günlerinin ve böyle bir geçmişin üzerine, hiç kimse hiçbir şey olmamış gibi mutluluk inşa etmeye kalkışmasın; yıkılır. İnsanı farklı ve büyük kılan özelliği; onun karşı çıkabilen, itiraz eden ve boyun eğmeyen bir canlı olmasıdır. Bu yüzden “eşref-i mahlukat”tır ve edebiyat bu işe yarar.
Artık kamera önünde olmak istemediğinizi biliyorum. İnternette forumlara, sözlüklere bakınca izleyicilerin oyunculuğunuzu çok beğendiğini görmek mümkün. Bu kararı vermenize sebep olan etkenler nelerdi? Yakında sizden yeni kitaplar okuyup yeni filmler izleyebilecek miyiz? Bize projelerinizden bahsedebilir misiniz?
Sinemaya senarist olarak girdim. Oyunculuğumla tanındım, lakin sinemayla ilk temasım 3 Maymun’un senaryo çalışmasıdır. Bu çalışmada edebiyatçı yanımla yer alıyordum. Senaryo bitti, oyuncu seçimleri yapılırken, yönetmenin arzusu ve önerisiyle oyunculuğa başladım. Kamera önü oyunculuğun tiyatrodaki klasik oyunculuktan çok farklı özellikler taşıdığını düşünüyorum. Tiyatroda ses çok önemli, sinemada ise bakışlar. Bu yüzden minimal oynamak zorundasınız. Tiyatro baştan sona kendinizin yönetmeni olduğunuz ağır bir performans. Sinema ise her zaman yönetmene emanetsiniz ve her şey kurgu.
Setler benim için ilham kapısını sürekli açık tuttuğum yerler oldu. Senaryonun mutlak surette esiri olmadan oynarım. Doğaçlamaya çok yatkınım. Yönetmene sürekli yeni seçenekler sunarım, kendim de sürekli ararım. Bu süreçler çok yaratıcı ve heyecan verici yolculuklardır.
Ama tüm bunlara rağmen set ortamı dünyanın en acımasız koşullarına sahip işyerlerine benzer. Her set sonrası fiziken ve ruhen yorgun argın çıkarım.
Çok iyi yönetmenlerle, çok iyi senaryolarda ve çok sağlam ekiplerle çalıştım. Çok güzel duygularla ayrıldım hepsinden de. Ama, sanki kamera önünde durdukça kamera arkası hep bir hayal gibi kalacak ve içimdeki ukte kaybolmayacak. Belki de bu yüzden, kendime bazı zorunluluklar koyabilmek için son dönemde teklif edilen bir çok rolü kabul etmedim. Daha çok, çekmeyi düşündüğüm filmin senaryosu ve bu sene sonu yayımlanacak iki kitabımla ilgili çalıştım.
Bir röportajınızda “Okuyucu kitaptaki öyküleri okumasın, seyretsin!” demişsiniz, öyküleriniz sayesinde Türkiye’yi, babalık kavramını, tecavüzü ve en çok da utancı tekrar anladık, bildik ve seyrettik. Bu zamana kadar sizin de seyrettiğiniz öykücüler kimlerdir? Ne Okuyorum okuyucuları ile bu öykücüleri ve kitaplarını paylaşır mısınız?
Hemen Çehov’dan, Maupassant’dan ya da E. Allan Poe’dan söz etmeyeceğim. Ya da sadece onlarla kalmayacağım. Çok iyi öykücülerimiz var çünkü. Sait Faik öncelikle, “Tek başına bile Türk Hikâyeciliğini temsil edebilir.” cümlesini kurmaya yeter bir ustalıktadır! Sonra; galiba pek kıymeti bilinmiyor: Haldun Taner. Yakın zamanda ne kadar Haldun Taner kitabı varsa topladım ve daldım içlerine. Nasıl işlek bir dil. Nasıl usta bir anlatım ve ne kadar zengin bir Türkçe. Ne eksiği ne de fazlası var tüm metinlerin. Ya da M. Şevket Esendal. Anadolu Çehov’u yakıştırması yapılacaksa sahibi o olmalı. Refik Halit Karay; “Memleket Hikayeleri”ni okumayan birisi hayatında bir şeyi mutlaka eksik bırakmış demektir. Sabahattin Ali sonra… Orhan Kemal, Samet Ağaoğlu, Vüs’at O. Bener… Hasılı zengin, velud bir birkimimiz var, zahmet edip, okuyana!