Daha önce deneme kitapları yayımlanan tiyatrocu-oyuncu, yazar Levent Tülek, bu sefer her biri özenle yazılmış, fantastik unsurları bol, gerçek hayattan çokça etkilenmiş öykülerle okuyucuyla yeniden buluştu.
Levent Tülek’le hep kitap etiketiyle raflardaki yerini alan yeni kitabı Pitbull üzerine konuştuk. Bizlere kitabın oluşma sürecini, öyküyle bağını, okuma deneyimlerini, yazma dünyasını ve daha birçok konuyla ilgili düşüncelerini paylaştı.
Keyifli okumalar dileğiyle.
Söyleşi: Caner Almaz – Salih Atalay
Herkes sizi tiyatrocu-oyuncu kimliğinizle biliyordu; kitapla beraber edebiyatçı yönünüzle tanışıyorlar. Aslında sizi az çok tanıyanlar sizin böyle bir yönünüz olduğunu biliyorlardı; daha önce yayımlanmış iki deneme kitabınızın haricinde bir de öykü ödülü almışlığınız var. Şimdi de Pitbull’la okurların karşısındasınız. Biraz kitabınızdan bahsedelim. Yazma sürecinizi sizden dinleyelim…
Ben çok fazla masal okuyan, masal dinleyen bir çocuktum. Anneannemden, annemden, dayımdan çok masal dinledim. Biraz büyüyünce anladım, dinlediğim öykülerin çoğu korkunç öykülermiş ki bu, kitabıma da yansıdı. Dünyanın her yerindeki mitlerde; kuzey mitlerine de baksanız, doğu mitlerine de, genelde distopik bir dünya hâkimdir. Ama bu dünyayla birlikte hayal gücü de bayağı genişler. Bazı masallarda mutlu son yoktur. Belki de onları cazip kılan buydu. Dolayısıyla çocukken bu kadar çok masal okumuş, masallarla büyümüş bir insan olarak masalı hiç terk etmedim. Öykü okumaya başladığım yıllarda, bu yolculuğu takip ettim. Ömer Seyfettin okudum. Kemalettin Tuğcu okudum. Sonrasında Aziz Nesin’i keşfettim, ilkokulu bitirmeden. Bambaşka bir kapı açıldı benim için, mizahı keşfetmeme vesile oldu. Ardından Sabahattin Ali’yi keşfettim. Sonrasında Türk edebiyatının acayip koridorlarına girdim. Hepimizin böyle bir yolculuğu vardır. Ne bulduysam okumaya başladım. Romandan çok öykü denen şey beni çok cezbetti. Öykünün aslında hafifsendiği, küçümsendiği bir dünya olduğunu da fark ettim o yaşlarda. Özellikle Türkiye’de. Yayınevlerinin öykü basmama gibi bir eğilimleri olduğunu gördüm. Öykü okunmuyor diye değil, öykü satmıyor diye bir argüman vardı. Edebiyatın her alanına aç bir okur olarak okuyordum. Deneme de okudum, roman zaten okuyordum. Sadece yerli yazarlarla sınırlı değil tabii ki. Latin Amerikalı yazarlardan etkilendiğimi söylemeliyim: Borges, Marquez beni çok etkiledi. Biraz da bayrak oldular bizim gelişmemize, özellikle yirmili yaşlarımızda. Çok da iyi çevirilerden okuduk. Borges’i Tomris Uyar çevirileriyle okumak büyük bir şanstı. Boris Vian’lar, Hemingway’ler, Kurt Vonnegut’lar, Nabokov’lar, Capote’ler, Steinberg’ler…Göçmen olmanın verdiği bu hava bana biraz yakın geliyordu.
Kendi okuma yolculuğunuzu kendiniz belirleyip okuduklarınızı sanki imbikten geçirip bir dünya kurmuşsunuz kitabınızda…
Bunları okuyorsunuz, ardından da kendi yaşadıklarınızı, dünyanızı ve bakış açınızı kâğıda döküyorsunuz. Bu bir müzik gibi. Kendi müziğiniz var. Bu müzikle oluşturuyorsunuz yazdıklarınızı. Yazarken buna çok özen gösteriyorum. Kendi müziğim, ahengim olsun istiyorum. Çok caz dinleyen bir insanım. Caz gibi yazmayı, emprovize yazmayı çok seviyorum. Bunun içindeki ahengi kaybetmemeye çalışıyorum. Kibirli olmamak benim en büyük şiarım. Yazarken asla yazar kibrine ve o tuzağa düşmeme derdindeyim. Bir de okur bunu sever, bunu okur, bunu sevmez gibi bir derde düşmemeye çalışıyorum. Bu sanatın en büyük derdi, özellikle de günümüzde. Sadece edebiyat için değil, bütün disiplinler için bu böyle. Üretimin zor olduğu bir dönemdeyiz. O yüzden aradan çıkan şeyler mücevher gibi neredeyse. O tuzaklara çok dikkat etmek gerekiyor. Kendime otosansür uygulamadan, kendimi kısıtlamamaya dikkat ederek yazmaya gayret gösteriyorum.
Bahsettiğiniz yansımalar öykülerinizde çok belirgin. Köpeğin ağzından bir öykü dinliyoruz, keza bir bebeğin, bir robotun ağzından öyküler dinliyoruz. Çok değişik karakterli öyküleriniz var. Kendinize has bir dünya oluşturmaya gayret göstermişsiniz. Bu öyküleri kitaplaştırma düşüncesi oluştuğunda öyküleri nasıl belirlediniz?
Çok öykü eledim. Hatta en son birkaç öyküyü gönderdiğimde hiç içime sinmemişti, editörüm Işıl Özgüner de benimle aynı fikirdeydi ve onları çıkardı. Bu kitaba uymuyorlardı. Bu kitabın bir müziği var, başından sonuna bir bütünlük arz ediyor. Temaları da, izleği de öyle. Kitabın kendi içinde başlayıp biten derdi var. Bu derdi, bu ahengi bozmak istemedim. Öyküleri de oluştururken buna dikkat ettim. Tuhaf bir şey; şunu yazayım, bunu yazayım gibi değil. Kitabın içindeki temalar bana yardımcı oldu. Başta köpek olmak üzere, bebek, bina, araba, ayna gibi -ki aynayı Borges’ten ödünç aldım- temalar var. Niki Lauda bir F1 pilotuydu ve 70’li yıllarda geçirdiği kazada yüzü yandı. Onu anlattım aynı isimli öykümde; çocukken şahit olduğum bir şeydi ve beni çok etkilemişti. Bu temalar benim derdim olan şeylerin birer yansıması. Bunlar çağımızda ıskaladığımız, hepimizin derdi olan şeyler: kentsel dönüşüm, insanın yavaş yavaş saflıktan uzaklaşması, vb.
Karakterler üzerinden vermek istediğiniz temalar çok belirgin: unutulmuşluk, mutsuzluk, tamamlanamamışlık gibi… Son öyküde de bir çatışma temeli var. Bu temaları günümüzden, gündemimizden ne kadar etkilenerek oluşturdunuz?
Çokça etkilenerek. Fantastik ögeler bunun anlatımını kolaylaştırdı. Daha masalsı hale getirdi. Bu bir uzaklaşma yöntemi aynı zamanda, kaçma yöntemi. Farkındaysanız günümüzün başka bir argümanı da kaçma mevzusu. Hepimiz bir şekilde kaçmak istiyoruz; sadece siyasi bir şeyden bahsetmiyorum. Birey olarak çokça sıkışmaya başladık ve hepimizin kaçmaya ihtiyacı var. Bu kaçışı gerçeklik meselesinden uzaklaşarak yapmaya çalışıyorum. Bunu anlatarak daha etkili olabileceğime inandım ve dediğim gibi bahsettiğim müziği, ahengi böyle yakalıyorum. Okunması kolay öyküler olsun istedim biraz da; Sait Faik gibi bir usta varsa bu ülkede, benim kalkıp aciz bir öykücü olarak zor okunan öykü yazmam gibi bir durum olamaz. Biz onun çıraklarının çıraklarıyız. Hişt hişt! öyküsünü hatırlarsınız; bence en büyük fantastik öykülerden birisidir ve beni çok etkilemiştir. Çok daha gerilere gittiğimizde Dede Korkut Hikâyeleri’nde, Binbir Gece Masalları’nda fantastik öğeler bulunuyor ve gerçeklikten çok kopuk olmalarına rağmen hepsi kafamızda yer etmiştir. Bütün öykülerim hayatta geçiyor; mesela bir robot var bir öykümde, evet ama benim hayatımda gerçekten vardı o robot. Abim bir robot yapmıştı ve ben de onu anlattım. Çünkü olay çok ilginçti. Abim çok sıkışık ve kötü bir dönemiydi, bu dönemden robot yaparak çıkmaya çalıştı.
Bu tarz başka kurgularınız var mı kitabınız içinde?
Evet, Flu öyküsü de böyle. Bir oyuncunun cenazesini gördüm ben Ağa Camii’nde. Yalnızca dört beş kişi vardı. Eski, unutulmuş bir aktördü. Kapıda bir figüran duruyordu, onun yakasında fotoğrafı vardı. Figüranı tanıdım, fotoğrafı görünce şoke oldum… Konuştuk, o klişe hikâyeyi anlattı: Son yıllarını eski bir otelde, köhne bir odada geçirmiş. Birtakım saplantıları ve bağımlılıkları varmış… Bunlar onu öldürmüş. Çok etkilenmiştim ve o sırada Gezi Olayları vardı. Bir yanda hayat çılgın gibi akarken, diğer tarafta bir metrelik duvarlar arasında bambaşka bir trajedi yaşanıyordu. Buradan etkilendiğim bir hikâyeydi. Resim ve bellek denen şey çok acayip. Öykü yazarken bir şey düşünüyorsunuz, bir fikir düşünüyorsunuz… Birdenbire bir resim geliyor, tuval gibi ona işlemeye başlıyorsunuz…
Biraz yazma rutininizden bahsedelim: Nasıl yazarsınız, bir düzeniniz var mı? Bu öyküler nasıl ortaya çıktı?
Gece doğurgandır, gece çok üretkendir. Gece çalışmayı çok severim, sabaha karşı 4-5 gibi uyanıp yazarım. Hatta bu yazdığım öykülerin çoğunu bu saatlerde yazdım. Herkesin uyuduğu saatlerde çalışmayı seviyorum. Günün aydınlık olan saatlerinde de çalışmalarımı toparlarım, temizlerim. Çok disiplinliyimdir. Ben disipline ve çalışmaya çok fazla inanırım. Sanırım bizim topraklarımızda eksik olan şey bu. Bohem olmak çalışmamak anlamına gelmiyor. Sanatçılar “Biz bohemiz” deyip çalışmamayı tercih ediyorlar. Bu adamlar nasıl yazıyor, nasıl resim yapıyorlar, diye düşünürdüm… İnanamazdım. Bir yandan da hepimiz okuduk, büyük yazarların biyografilerini okuyorum, nasıl bir çalışma disiplini içinde olduklarını görüyoruz. En son Nabokov’un biyografisini okudum, sabahın 5’inde, 6’sında kalkıyor ve çalışmaya başlıyor. Sonra Nabokov kelebek avlıyor biliyorsunuz… Kelebek koleksiyonu yaptığı için. Bir de elitist bir tarafım vardır, karım bana kokoş(!) der mesela… Kazağımı, gömleğimi, giysilerimi bütçeme uygun olması şartıyla iyi yerden alırım, her zaman temizimdir. Israrla söylüyorum, bohemlik denen şey süflilik değildir. Kötü, pis, pejmürde görünmek değildir. Joyce’un Kızı çok önemli bir kitap mesela. Joyce’un Paris’teki hayatının çok büyük bir kısmını anlatır. Otobiyografik bir kurgu. 1920’lerden savaş dönemine kadar, şaşaalı, güzel giyinilen, su gibi içkiler içilen, uyuşturucu kullanılan dönemde bile, parasız olmalarına rağmen, Joyce, karısı ve kızı müthiş bir ihtişam içinde yaşıyorlar. Çünkü o dönemde hakikaten öyle olmasalar Joyce’un Joyce olmasına imkân yok. Kim okur Finnegan’ın Vahı’nı Joyce olmasa? Bir yandan da bir duruşu olması gerekiyor. Siyasi, toplumsal, donanımlı ve görsel bir duruş olmalı. Çağımız görselliğe çok önem veriyor. Ben ne kadar reddetsem, itiraz etsem de bu böyle.
Hayatı kendime zindan etmem, hiç öyle bir adam değilim. Ben beslenmenin hayattan geçtiğini düşünüyorum, hayattan soyutlanarak değil. Hayattan soyutlanırsanız distopyaları gerçek hale getirirsiniz. İyilik ve kötülük kavramları çok net kitapta. Ben kötülüğü mutlaka bir ironiyle gösteriyorum. Bunun için karamsar olmamaya dikkat ediyorum, iyimser olmaya gayret gösteriyorum. Hayattan beslenmeye, hayattan kopmayaya dikkat ediyorum. Yalıtılmışlık bana göre değil. Kenti seviyorum. Bu halini değil tabii ki…
Öykülerinizin iyileştirici bir yönü olsa, bir şeyleri düzeltme yeteneği olsa, gerçek hayatta neyi iyileştirip düzeltmesini isterdiniz?
Aileleri düzeltmesini isterdim. Müthiş bir aile problemi var. Çocuklar çok yanlış yetiştiriliyor. Eğitim sistemi berbat. Ardından kentleri, binaları değiştirirdim. Ki Kebap öyküsünde geçer: “İnsanlar yaşadığı binalara benzer.” Çok çirkin binalarda yaşıyoruz. Kentlerimiz çirkin. Yaşamla bağımızı çok fena koparmaya başladık. Sadece barınmak için evlerimize giriyoruz. Sadece üremek için çocuk yapıyoruz. Sadece doymak için yiyoruz. İnceliğimizi, zevkimizi kaybettik.
Victor Hugo Sefiller’i yazarak bizlere Fransız Devrimi’nin hangi şartlarda gerçekleştirildiğini gösterdi. Tolstoy Savaş ve Barış’ı yazarak o dönemin şartlarını, koşullarını bizlere aktardı. Edebiyatın bir görevi de içinde bulunduğu dönemi geleceğe aktarmak. Günümüzde bu ne kadar gerçekleşiyor?
Bahsettiğiniz dönemler içinde bulunduğumuz döneme göre temiz dönemler. Bilgi kirliliği yok. Dünyanın o kadar çok derdi oldu ve bunlar o kadar çok birikti ki… Dünyadaki halkların o kadar çok derdi var ki… Bunca dert arasında sanatın yeşermesi, bu dertlere dokunmadan yeşermesi çok güç. Hepimiz bu dertlere bir şekilde dokunuyoruz. Hızlı tükettiğimizden ötürü ileriki yıllara, sonraki çağlara çok fazla şey taşıyamayacağız gibi geliyor bana. Bir günde gündem değişiyor. “Pop-Art” bir günde dünyayı değiştirdi ve hâlâ rüzgarı devam ediyor neredeyse, şu anda “Pop-Art” çıksa, bir hafta sürmezdi etkisi. O kadar çabuk tüketip eziyoruz ki… İnsanların sanata yaklaşma biçimleri de farklılaştı. Hastalıklı olmaya başladı. Temiz değil. Saf değil. Geçen gün bir arkadaşımla konuşuyoruz, “Bana kitap önersene” dedi mesela. Bu ne kadar tuhaf bir şey aslında. Ben de “Eskileri oku,” dedim, “Dostoyevski oku, Tolstoy oku, Nabokov oku…” Bir yerden başlamak gerek. Plastik sanatlar konusuna da ilgili olduğum için orada da aynı durum olduğunu söyleyebilirim. Aynı şey ebediyatta da varmış gibi hissediyorum. Edebiyat da kendi kendini baltalıyor, yok ediyormuş gibi geliyor bana. 1970’lerdeki kuşağın darbe sonrasındaki kopukluğu tam tamir olmadı sanki. Orhan Pamuk gibi, Selim İleri gibi iyi çalışan yazarlar, çalışan bir kuşak maalesef yok. Yeni kuşağın aklı karışık, kafası dağınık diyebilirim. Kadın yazarlar dışında büyük bir problem görüyorum. Kadın yazarlar daha derli toplu, disiplinli, kalıcı işler yapıyor. Pozitif ayrımcılık yapıyorum, erkeklerin daha erkeksi dünyaya yaslandıklarını görüyorum. Burada bir problem var.
Edebiyatçıların bir arada bulunduğu bir semt ve sokaklar düşünsek, sokaktaki komşularınızın hangi yazarlar olmasını isterdiniz?
Kafka’yla iyi anlaşırdık diye düşünüyorum. Onun karanlık görünmesi dışında çok eğlenceli ve tuhaf bir mizahı olduğunu biliyorum. Kurt Vonnegut’un çok sigara içmesine rağmen arkadaşım olmasını isterdim. Balkonumda sigara içerdi. Nabokov’u da çok seviyorum. Capote’yle de dedikodu yapardık heralde. Arthur Miller’la arkadaş olup Marilyn Monroe’yu ondan dinlemek isterdim. Yakın komşularım bunlar olsun. Selim İleri zaten arkadaşım. Woody Allen’ı isterdim bir de. O da beni çok etkilemiş bir adamdır. Okuduğum en zeki, en muzip ve yaratıcı yazarlardan birisi.
Yazma eylemi sizin hayatınızın neresinde?
Açık söylemek gerekirse oyunculuktan daha ağır basıyor. Oyunculuk yaptığım süre belli. Ben ilk kitabımı Cennet Mahallesi’nin setinde yazmıştım. Setlerde o kadar çok bekliyorsunuz ki… Ya dedikodu, geyik yapıyorsunuz ya da bir şeylerle uğraşmak zorundasınız. Ben ya okuyordum ya da notlar alıp yazıyordum. Tiyatro oyunculuğunun da saatleri belirli… O saatlerden sonra, koskoca bir hayat sizin. Yazarlık öyle değil. Yazarlık sadece elinize kalem alıp yazmakla sınırlı değil. Okumayla da alakalı. İyi bir okur olduğuma inanıyorum.Yazmaktan ziyade okuyorum. Tür ayırt etmeden okuyorum. Best-sellerda okuyorum, korku edebiyatı da. Çocuk kitabı da okuyorum, çok hoşuma gidiyor hatta.
Sirius 14 isimli öykünüzde toplumun üzerini kaplayan ve “Çakal”a benzettiğiniz bir gölgeden bahsediyorsunuz. Bir sistem eleştirisi var, kimsenin ses çıkarmadığı ama razı da gelmediği bir durumdan bahsediyorsunuz. Bu çatışmadan, karanlıktan, bu gölgeden nasıl kurtuluruz?
Zaten bütün derdimiz bu gölge değil mi? Maalesef bizim kontrolümüzden çıktı. Distopyadan gerçek hale geldi. Yine söylüyorum: Umutsuz olmak istemiyorum ama bunun tek yolu, çok uzun bir süre bu tahribatı temizlemekten geçiyor. Kültürel, sanatsal, yaşamsal, çevresel müthiş bir tahribat var, hayatın her alanında. Bu gölge hayatımıza yayılmış durumda. Çakal da bunun imgesiydi.
Pitbull / Levent Tülek / Hep Kitap / Öykü / 104 Sayfa
Son olarak takipçilerimiz için önerdiğiniz, gözden kaçmasın dediğiniz kitapları sizden dinleyebilir miyiz?
O kadar çok ki… Klasiklerden başlamak gerekirse Dostoyevsi’den Yeraltından Notlar ve Budala’yı öneririm. Woody Allen’ın Evet Ama Bir Lokomotif Bunu Yapabilir mi Bakalım? Adlı kitabı çok güzeldir. Oldukça eski ama benim hayatımdaki mizaha yön veren kitaplardan biridir. Boris Vian’ın Pekin’de Sonbahar’ı.Her ne kadar çağlar boyu eleştirilecekse de çok önemli bir kitaptır. Kurt Vonnegut’un Ölümlüler Uyurken’i;Batı’ya dönecekseniz bu kitabı okumanız gerekir. Marquez’den Yüzyıllık Yalnızlık atlanmaması gereken bir kitap. Borges’in Düşsel Varlıklar Kitabı benim önem verdiğim kitaplardan biridir; kitabımda da etkilerini görebilirsiniz. Shakespeare, önemli! Hamlet her zaman önemsenerek okunmalı. Hem yazan hem de okuyan kişiler için bir kenarda bulunmalı. Bundan 500 sene önceki olayların, insan duygularının bu kadar taze anlatılması, diri kalabilmesi gerçekten çok şaşırtıcı. Bu yüzden dünyanın her yerinde hâlâ oynanır. Yerli yazarlardan Sait Faik’ten Semaver, bir daha okunsun, bir daha okunsun. Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Huzur. Her zaman başlayıp okuyabileceğiniz bir kitap. Selim İleri’nin İstanbul Hatıralar Kolonyası, son zamanlardaki tatlı kitaplarından birisi. Selim İleri çok önemli bir yazardır. Ve Orhan Pamuk’tan Kar. Ben Kar’ı bir film projesi için gittiğim Kars’ta okuma imkânı yakalamıştım. Kitabın yolculuğunu orada yaptım. Orhan Pamuk’un işaret ettiği her yere gittim orada. Benim için çok özel bir kitaptır. Şolohov’un Don Hikâyeleri‘ni de bir öykücü olarak tavsiye ederim. Bir soğuk coğrafyadan bu kadar sıcak hikâyelerin çıkması müthiş.