Dostoyevski’nin Budala’sı hakkında yazmaya cesaret ettim, zaman ayırırsanız buyurun…
Elbette klasikler üzerine söylenecek pek çok şey zaten söylendi bugüne kadar. Filmlere, tiyatrolara, balelere, operalara konu oldular, analiz edildiler, tartışıldılar, gönderme yapıldılar, esinlenildiler vs. vs. vs. O nedenle klasikler yorumlanması değil, okunması gerekenlerdir. Ancak, edebiyat felsefe gibidir, kimsenin dokunulmazlığı yoktur ve herkes eşit söz hakkına sahiptir. 3000 yıl öncesinden seslenen koskoca Platon’un ideaları hakkında benim de söyleyeceklerim vardır ve felsefe bizi eşitler. Edebiyatta da öyle. Ölümsüz Dostoyevski‘nin Budala‘sı için bir fani okur olarak benim de izlenimlerim oldu. [Araya bir parantez açmadan edemedim. Bir başka sevdiğim Rus yazar Mihail Bulgakov‘un karnaval tadındaki Usta ve Margarita‘sında yazarlar birliğinin lokaline girmek isteyen iki tekinsiz arkadaştan kimlik istiyordu kapıdaki görevli kadın. Şimdi Dostoyevski gelse ondan da kimlik mi isteyeceksin, diye laf kalabalığına döktüler işi. Kadın Dostoyevski öldü, gelemez deyince bizimkiler yapıştırıyordu cevabı – tekinsizdi bu insanlar ne ara bizimkiler oldu derseniz, cevaptan ötürü efendim – “İtiraz ediyorum, Dostoyevski ölümsüzdür.”]
Öncelikle Budala’nın künyesini vereyim. Budala, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski‘nin 1869 yılında, Suç ve Ceza’dan sonra Karamazov Kardeşler’den önce yazdığı tuğla kitaplarından biri. 700 küsür sayfa, sevgili Fyodor’un kalemi cömert malum. Şimdi gelelim Budala’nın kendisine.
Budala, İsviçre’de yaşayan Prens Mişkin’in ülkesine, Rusya’ya dönüşüyle başlar. Prens sara hastasıdır, ailesi o küçük yaştayken ölmüştür ve onu soylu bir adam olan Pavlişçev evlat edinmiştir. Prens’in Rusya’da tanıdığı kimse yoktur. Ülkesine dönünce uzaktan bir akrabalığı olan Yepançina ailesini görmeye gider. Orada trende tanıştığı Rogojin’le de bağlantı kuracağı insanlarla ve en önemlisi aşık olacağı Nastasya Filippovna’yla tanışır. Ve bu noktadan itibaren biz de hareketli bir ilişkiler ağının içine yuvarlanırız. Bizim prens “dünyayı iyiliğin kurtaracağına” inanan, çok iyi yürekli, affedici ve insanların “budala” diyeceği kadar saf ve iyi niyetli bir insandır. Yepançin’in küçük kızı Aglaya, Nastasya, Rogojin ve kendisi arasındaki aşk üçgenleri onun gibi hassas bir insana elbette fazladır. Bu noktada Prens bizi çelişkili duygular içinde bırakır ya da, kendi adıma konuşayım, beni bıraktı. Dünyayı elbette iyilik kurtaracak ve fakat o iyilik Prens Mişkin’in derya deniz iyiliği değildir bence. Okurken Prens’i hem sevdim hem de ona kızdım bu sebeple. Zira Prens’ten ve Budala’dan bağımsız olarak söylüyorum, adaletle birleşmemiş ve herkese aynı biçimde gösterilen iyilik aşırı uca giderek bir yanıyla kötülüğe dönüşür. [Çünkü canımın içi Herakleitos’un dediği gibi her şey bünyesinde kendi zıttını taşır ve bazen aşırılaştıkça bu zıtta yaklaşabilir.] Herkese aynı iyi niyeti gösterirsek iyi olmanın bir değeri ve anlamı kalmaz. İyilik, kötülüğü yok etme işlevini üstlenemez ve aslında kötülüğün devamını sağlar. Kötülüğe kötülükle değil ama sonsuz bir iyilikten ziyade adaletle yaklaşmak gerekir. Bu noktada fazlasıyla iyi niyetli Prens beni zaman zaman kızdırdı. Ancak masumiyetin, iyi olarak kalabilmenin, küçük hesaplarla kirlenmemenin bir simgesi olarak bakıldığında elbette hayran olunacak bir karakterdir.
Romanda pek çok zengin ve eğlenceli yan karakter de var. Dostoyevski’nin romanlarında zaten olaydan ziyade kişileri okuruz. Olay ve tema kişilerin ardında kalır. Mesela İppolit, benim en sevdiğim karakter oldu. 18 yaşındaki bu genç, yakında öleceği bir hastalıktan muzdariptir, en fazla birkaç hafta ömrü kaldığını söylemiştir doktorlar. Bu nedenle hayatı sorgulamaktadır ama bunu hüzünle değil, neşeyle yapar. Birini öldürüp idam cezası alsam ama zaten iki hafta ömrüm kaldığını öğrenseler, cezayı verenler ne kadar da bozulurlar diye yaptığı şakada bize hayatın değerinin göreceliliğini tuhaf bir şekilde sorgulatır. Öte yandan kadınlar; mesela Aglaya, annesi Lizaveta ve elbette Nastasya gel-gitli, zaman zaman yorucu karakterlerdir. Özellikle Aglaya ve Nastasya duygularını en uç noktada yaşarlar.
Budala’da yaşamın anlamı ve değeri İppolit üzerinden sorgulanırken bir yandan da daha romanın ilk sayfalarında Prens’in ağzından bir idam mahkumunun son dakikalarında ne hissetmiş olabileceğini okuruz. Bir idam mahkumu cezasının infaz edilmesinden önceki o son birkaç dakikada ne düşünür? Ve tam son anda affedilirse hayata nasıl bakar? Bu satırlar özellikle dikkatle okunmalıdır, zira bu, Dostoyevski’nin bizatihi yaşadığı bir durumdur. Dostoyevski siyasi görüşlerinden ötürü kurşuna dizilecekken cezası sürgüne çevrilir. Dolayısıyla o son anları ve affedilişi bizzat bilmektedir. Bu sadece Dostoyevski için değil, dünya için de bir dönüm noktasıdır. Affedilmemiş olsaydı dünya Suç ve Cezasız, Budalasız, Karamazov Kardeşlersiz kalacaktı. İyi ki sürgün edilmişsin Fyodor, iyi ki yazmışsın!
Budala’nın satırlarında Lacenaire adı da geçiyor. Kimdir diye merak edip araştırdım. Kendisi 19. yüzyılın ilk yıllarında doğan Fransız bir katil. Hukuk okumak için Paris’e gelir, fakat parasızlıktan okuyamaz ve 1834’te bir banka kuryesiyle annesini öldürür. Yakalanır ancak pişman değildir. Yaptığının toplumsal adaletsizliğe karşı bir başkaldırı olduğunu söyler. Yetenekli bir insanken parasızlıktan okuyamamıştır, bu bir haksızlıktır. 1836’da ölüm cezası infaz edildiğinde otuzlu yaşlarının başındadır. Çok tanıdık geldi değil mi?
Özetle Budala’yı elbette okuyun. Herkesin ondan alacağı başka başka şeyler var. İyi okumalar.
- Budala – Fyodor Mihayleviç Dostoyevski
- İş Bankası Kültür Yayınları – Roman
- Çeviri: Ergin Altay
- 779 sayfa