Ferit Edgü ile tanışma serüvenime O/ Hakkâri’de Bir Mevsim ile başlamıştım. Hem olaylara bakışına hem de üslubuna hayrete düşmüştüm ve bu vakite kadar okumadığım için kendime çok üzülmüştüm. Daha sonra O/ Hakkâri’de Bir Mevsim’ini yazma kararı aldım ve yazdığımda sonunda “Hem unutmayalım ki birer yolcuysak bu hayatta, yolumuzu yitirmemiz an meselesi olabilir ve yolunu yitiren bir yolcu için artık eski yolun bir önemi yoktur.” demiştim. Tanışma serüvenime Bir Gemide ile devam ederken görüyorum ki, yolunu yitirmiş yolcular için eski yolun gerçekten bir önemi yok. Ferit Edgü öyküleri ile sadece yolunu yitirmiş yolcularla değil bireyin içinde bulunduğu toplumdan tamamen ayrı duruşu olan karakterlerle ve durumlarla da karşılaşıyorsunuz. Öyküde zenginliğine ulaşmak böyle bir şey olsa gerek.
Bir Gemide, 1979 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer görüldü. Arka kapak yazısına göre yayınlandığı yıl edebiyat dünyamızda geniş yankılar uyandırdı. 8 öyküden oluşuyor. 8 ayrı birer yolcu, 8 ayrı durum, 8 ayrı bir anımsamak da diyebilirim. Kaza öyküsü ile başlayacak olursam, anlatıcının sunduğu gerçeklik yani kendi yaşantısından çıkarak oluşturduğu kaza ve öyküye göre gazetede oluşan kaza, bambaşkadır. Yani çatışan iki gerçeklik vardır öyküde; bireyin yani anlatıcının gerçekliği ve gazetedeki gerçeklikle çatışan gerçeklik. Çatışan bu gerçeklikler, iletişimsizliği resmeder.
“Kentin Üzerinde Dayanılmaz Bir Koku” öyküsünde ise, koklamak da biraz yoklamaktır diyen bir karakterle yani kokuya tabiri caizse biraz takılmış bir kişi ile tanışıyoruz. Bir sabah karakterimiz berbat, dayanılmaz, iğrenç bir kokuyla uyanır. Bu kokunun nedenini çok sorgular. Hikâye gelişir, büyür. Hâlbuki bu koku, kentin kokuşmuşluğunun kokusudur. Bu hikâye bana Gogol’u hatırlatmasıyla kalmadı Hakan Bıçakcı’yı da hatırlattı, özellikle de Hikâyede Büyük Boşluklar var adlı kitabını. Çünkü, bu hikâyede olduğu gibi modern bireyin, kentteki sıkışmışlığı üzerinde çokça durmuştu.
Kitaba adını veren Bir Gemide öyküsünde, karakter diğer öykülerdeki karakterler gibi gerçekliğe saldırmakla kalmaz, varoluşumuza da saldırır. “Bu geminin üstünde doğup büyümüş olmayı, buradan, bu gemiden ve denizle gökten başka yeri görmemiş, yaşamamış olmayı yediremediğim için mi bu düşü kuruyordum; yoksa, bir başka yaşam, bir başka geçmiş mi arıyordum kendime? Bilmiyorum.”
Kaptan Tanrı’yı, gemi dünyayı, yolcu insanı simgeler. Diğer öykülerde yalnız olan karakterlere rağmen bu sefer karakterimiz yalnız değildir. Genç bir yolcu vardır ve karakterimiz onu görür. Henri Bergson’un dediği gibi, “Gözler sadece beynin algılamaya hazır olduğu şeyleri görür.”
Kitap yayınlandığı zaman Ferit Edgü, kitabın arkasına, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ından bir cümle not düşmüştü: Bir gemide “toplumsal ve bireysel felaketlerle dolu günler yaşıyoruz.”
Kitabın genelinde hâkim olan bu duyguyu en çok da “Bir Gemide” öyküsündeki cümlelerle hissetmemiz mümkün: “Bir geminin üstündeyiz. Adı belleğimizin derinliklerinde silinmiş bu geminin üstündeyiz. Hoş adını bilsek de neye yarar? Ne nereye gittiğini biliyoruz, ne niçin gittiğimizi. Yiyip, içip, yatıyoruz.”
Bu kitabı, özellikle de “Bir Gemide” öyküsünü sevenlere Tolga Karaçelik’in filmi olan Sarmaşık’ı öneriyorum. Bütün öykü boyunca peşimi bırakmadı. Cem Karaca hiç durmadan Deniz Üstü Köpürür’ü söyledi, durdu.
Kanca öyküsü, Gün ve anlatıcının öyküsü, anlatıcının “Anıları da böyle örtmeli. Beyaz örtülerle. Ve örtüleri hiç kaldırmamalı” dediği bir anısı, bir hatırlatılan, eksik ve boşlukta sallanıp duran bir durum.
“Eksik bir şey var.
O akşam da eksik bir şey vardı.
Tüm yaşamım boyu eksik bir şey vardı.
Hiçbir zaman bulup çıkaramadım.
Hiçbir zaman bulup çıkaramadım, değil mi?”
“Dönüş” adlı öyküde ise, birey ve olmak istenilen birey çatışması söz konusudur. Bu birey, niçin döndüğünü, geldiğini sorgular ve bu bireyin hikâyenin sonunda yaşayan yani anlatıcı mı yoksa sadece bu durumu yazan bir yazar mı olduğu biraz karışmıştır diyebilirim.
“Seksek” adlı öyküde ise, kişi yine bir iletişimden eksik kalmış olandır diyebiliriz. Sadece iletişim eksik kalınan durum değil, iktidar tarafından çarpıtılan gerçeklik sorununa da değinir:
“Yemekte kurtlar çıkıyordu.
Asker kumandana kokmuş eti gösteriyordu.
Budun üstünde kurtlar oynaşıyordu.
Kumandan( ya da zırhlının doktoru),
Hayır, diyordu. Bu et kokmamıştır. Kokuşma olayı yoktur.”
Bu öyküyü birçok farklı açıdan değerlendirmek mümkün: iktidar tarafından çarpıtılan gerçeklik sorunu, bireyin diğer öykülerdeki gibi iletişimsizliği, ilk öyküde (Kaza Öyküsü) olduğu gibi bir gazete gerçekliğine değinilmesi ve karakterlerin gazeteyle olan bağlılığı yani gazetenin bir gerçeklik aracıymış gibi görünmesi, bireyin bir zamanlar aradığı yollardan çıkması ve bu istekle dolup taşması tıpkı seksek çizgisinden çıkma çabası özetle bireyin kendisine çizilen sınırları ve bu sınırlara sığamayışı demek mümkündür.
“Olanak – siz” adlı öyküde ise, yazar daha ilk cümlesinden söyler: “Hiçbir öyküsü olmayan bir öykü. Anlatırken ya da yazarken oluşan bir şey. Öyle geliyor. Ve başka bir kişinin, başka bir şeyin başından geçen. Belki bir serüven. Birinin ya da bir şeyin başından geçmiş, geçen ya da geçecek. Çünkü artık kendimden söz etmekten yoruldum.”
Öykünün içerisinde bir iskemlenin hikâyesinden de bahsedilir ve yazar, her yazarın kendine sorduğu ve sürekli olarak beynini kemiren, cevap aradığı, cevap ararken tekrar tekrar sorduğu o meşhur soruyu sorar: “Öyleyse niçin yazıyorsun?”
Son öykü, “Melek Cici” adlı öyküdür. Film öyküsü olarak yazdırılmış, yarısı çekilmiş ama filmler yandığı ve oyuncular kaçtığı için yarıda bırakmak zorunda kalınmıştır. Bu öykü Kuzgun Acar anısına yazılmıştır.
Son olarak belirtmem gerekir ki Ferit Edgü sadece” Olanak – siz” adlı öyküde değil daha birçok öyküsünde niçin yazdığını, bir yazarın durumunu, okuyucu – yazar bakış açısını sıklıkla belli eder. Mesela “Kentin Üzerinde Dayanılmaz Bir Koku” öyküsünde şöyle der: “ Yazıda, ne kesin bir öznellik, ne de kesin bir nesnellik söz konusu olamayacağına göre, okuyucunun, bu iki kavramın değerlendirmesini, mümkün olan doğruluk oranında yapmasını sağlaması gerekir yazarın. Hiç değilse, bir okuyucu olarak benim beklediğim bu.” Karakterlerin çoğu yazma durumuyla içli dışlıdır. “Bir Gemide” öyküsündeki karakterde de vardır bu durum mesela. Niçin yazdığı sorulur. Kırık bir kalemle yazdığını söyler ve karşılıklı bazı diyaloglar geçer:
“- Peki yazdıklarınızı ne yapıyorsunuz? dedi. Mektup dediniz, kime yazıyorsunuz mektupları? Nasıl gönderiyorsunuz?
Bir yazar için en güç olan durumla(sorguya çekilme) karşı karşıyaydım. Böylesi durumlarda yapılması gerekeni yaptım, kaçamak bir karşılık verdim.”
Bu ayrıntıyı yazdığım öykülerde belirtmek yerine öyleyse niçin yazıyorsun sorusundan sonra eklemeyi tercih ettim. Sahi niçin yazıyoruz, niçin okuyoruz sorusunu kendimize dert edinmemiz gerektiğini düşünüyorum son birkaç aydır sevgili okur, sevgiyle…
http://www.youtube.com/watch?v=39e65soKs70