Yine uzun günler ya da haftalar uğraşıp da bir türlü bir sayfaya anlatamayacağım konular içinde boğuluverdim. Ama en sonunda karar verdim. Boğuluyorsak da birlikte. Hem bir sevginin içinde boğulmak ne kadar kötü olabilir ki? Tesadüf eseri bulduğum Bedri Rahmi‘nin Ernestine yani evlendikten sonra adını Eren olarak değiştiren güzel kadın ile fotoğraflarından sonra bu aşkı araştırma isteği duydum. Fakat pek bir ayrıntı yakalayamadım. Ama içimde hiç susmayan bir ses vardı. İlla ki bir yerlerde yeşerttiler bir kaldırım taşını dedim. Dedim ve buldum. Birbirlerine yazdıkları mektupları ikisi de vefat ettikten sonra oğulları toparlamış ve kitaplaştırmıştı. Kitabın basımı durdurulmuş olmalı; çünkü hiçbir stokta yok ve hiçbir sahafta da. Zar zor elime geçen bu mektuplardan sizlere de bu küçük oyuklarda gizlenerek büyümüş aşkı göstermek istedim.
Sadece Bedri ve Eren isimleriyle değil, sevginin gittiği yollardan yürüyerek içimizde hissedelim istedim. Umarım etkilendiğim kadar sizi de etkiler bu mektuplar.
Matematik dersinde olan başarısızlığından dolayı okuldan soğuyan Bedri Rahmi Eyüboğlu, babasına bu duruma açar. Babası onu Güzel Sanatlar Akademisi’ne yazdırır. Akademideki öğretmenlerinden birisinin babasını arayarak bu yeteneğin buralarda değil Avrupa’da daha da geliştirilmesi gerektiğini, bu akademiden alacağını aldığını söyler. Zaten yurt dışında olan ağabeyinin yanına gönderilir Bedri Rahmi.
Paris’te bir atölyede sanatını geliştirmek isteyen Romen kızı Ernestine de aynı Bedri Rahmi gibi Güzel Sanatlar Akademisi’ne gittikten sonra açılır Avrupa’ya. Hep derim; bu dünyada bizim yapacaklarımız bizi çevreleyen bir çemberin olduğu yere kadardır. Çemberin dışındaki alana bazıları kader der, bazıları alın yazısı, evrenin gücü, enerji, sinerji, doğa, samanyolu… Bildiğim bir şey varsa o da bazı şeyler bizim isteklerimiz dışında şekillenir.
Yolların farklı yerlerde ama aynı şekilde yüründüğü bu iki insanın birbirleriyle buluşma anları gelmiştir. Atölyede çalışan Ernestine’nin yanına artık bir Bedri Rahmi çizelim. Şöyle kalpler de, büyük bir sevgi içerisinde doğan sanat çalışmaları da şuraya. Tablo muhteşem oldu. Asabiliriz herkesin görebildiği yere.
Atölyeye Cemal Tollu’nun evinde olacak davet için adres öğrenmeye gelen Bedri Rahmi’nin çaldığı kapıyı Ernestine açar. Biraz beklemesini, Cemal Bey’in henüz gelmediğini söyler Ernestine. O sırada bir çok çalışmanın asıldığı duvara gider Bedri Rahmi. O öyle dikkatle çalışmaları incelerken elinde ve yüzünde boyalar olan Ernestine bu dikkati fark ederek yanına gider.
“Bana beğendiğiniz üç tuvali gösterin,” der. Bedri Rahmi beğendiği tuvalleri söyler Ernestine’ye. Ernestine gülümser. Yüzlerce çalışma arasından gösterdiği üç çalışmanın hepsi Ernestine’ye aittir. Yollar kesişmişti ya az önce, şimdi sarılmıştır yollar birbirine. Kenetlenmiştir.
İki ciltten oluşan kitapların ilk cildi işte bu süreçten sonra oluşan sevginin birbirlerinden ayrı yerlere gittikten sonra başlar. Önsözlerini oğulları Mehmet Hamdi yazmıştır. Hikâyelerinin bildiği kadarını yazdığı bu kitaplarda fark edilen bir diğer ayrıntı da şudur:
Bu iki âşık birbirlerine lakaplar takmışlardır. Ernestine Bedri’ye “Memişka” ya da “Şeker Çocuğum”, Bedri Ernestine’ye “Küçücüğüm” ya da “Nanoşum” diyor mektuplarda. Aralarda mektupları şiirleriyle de süslüyor Bedri Rahmi. İşte ilk ciltten seçtiğim birkaç güzel mektup:
“Lyon’dan Paris’e
Pazartesi 4 Nisan 1932
Ernestine,
Odamda yapayalnızım. Pastel kutusunu bana ödünç veren
bir ressam arkadaşın pastelleriyle bir şeyler yapmaya çalıştım.
Yalnızım. Dışarıda yağmur yağıyor… ve ben, belki de yirminci
kere mektubunuzu okuyorum. Hatta size, mektubunuzu okuya
okuya ezberledim, diyebilirim.
Evet, Ernestine… Mektubunuz bana neler neler, ne ümitler
vermedi ki! Hiç durmadan, ben şu cümleyi tekrarladım durdum:
“Bana güveniniz”
Güvenmek! Nasıl olur da ben size güvenmem? Ernestine…
Edebiyat yapmış olmamak için, size: “Bütün kalbimle size güveniyorum”
demeyeceğim. Size çok samimi ve çok basit olarak, sadece:
“Ben size güveniyorum, Ernestine” diyeceğim. Aklımdan en
ufak bir yaramazlık geçirmeden, bunu size söyleyeceğim. Güvenmek…
Bu güven duygusu olmazsa ne hayat yaşamaya değer, insan
ne ümit edebilir, ne de hayal kurabilir. Ernestine hayal kurmak
istiyorum.
Dışarıda çılgın gibi yağmur yağıyor. Bu yağmur bana, sizin
yanınızdan ayrıldığım son geceyi hatırlatıyor. O akşam da ne çılgın
bir yağmur vardı. O gece metroya nasıl binebildim, Cemal’den
valizimi nasıl alabildim, hiç bilemiyorum. Bildiğim tek
şey gara vardığımda sırılsıklam ıslanmış olduğumdu… O zaman
kendimi ne kadar acayip bir duyguyla dopdolu hissetmiştim!
Kendimi, çok güzel bir rüyanın en heyecanlı yerinde uykusundan
uyandırılan çocuklar gibi hissettimdi… O akşam bu rüyayı benden
başka kimse görmesin, kimsecikler bilmesin diye, benliğimin
ta içine saklamıştım.
Halen bu rüyayı, olduğu yerde sıkı sıkıya muhafaza ediyorum…
Daha da çok uzun sure saklayacağım, Ernestine. Ya şu iki
aya ne demeli? Ne kadar aptalca ve ne kadar uzun koca iki ay!..
Söyleyin bana, nasıl geçireceğiz bu ayları? Resim yapmak gerek…
Deliler gibi çalışmak icap edecek… Tek çıkış yolu bu … Resim benim
biricik ve en sadık dostumdur. Bütün bu son gelişmelerle resim
beni tanıştırmadı mı?
“Gauguin” için bana cesaret verdiğiniz için size çok teşekkür
ederim. Fakat ben henüz çalışmalarıma başlayamadım. Tuvalin
hazırlanması epey uzun ve belalı bir iş oldu. İnşallah yarın çalışmaya
başlayacağım. Belki de giriştiğim bu işi beceremem. Ama,
yine de buyuk bir tuval üzerinde çalışma şansım olacak. Herhalde
bu da bana bir cesaret verecektir. İşte mektubumu bir iki tahta
baskıyla berbat ediyorum. Bir daha ki sefer size “Gauguin”nin
küçük bir eskizini yapıp, yollarım.
Söyleyin bana … Şu fotoğraflar üzerine söylediğiniz kötümser
düşünceler de nereden cıktı? Duvarlarınızda görüp çok beğendiğim
fotoğraflarınızdan kopyalar istemiştim sizden… Bir daha ki
mektuba niçin kaldıklarını pek anlayamadım! Bana bir başka fotoğraf
yollamanıza da pek şaştım. Ama ben bu resmi değil, duvarda gördüğüm öteki fotoğrafı istiyordum.
Madem bu resim cansız ve ölüydü de, siz canlıydınız da öyleyse neden evinizin en
güzel duvarında ona yer verdiniz? Hay Allah. Bir resim için yine
çocuklaştım. Artık başka bir şey söyleyemiyorum!
Sizin çalışmalarınız nasıl gidiyor? Fotoğraflarını bekliyorum.
Hay Allah, yine fotoğraflar!…
Bu portre, serginizin ilk resmi olacak anlaşılan. Ben de ağabeyimin
bir resmine başlayacağım. Ben ağabeyim uyurken çalışmayı
tercih ediyorum. Biliyor musunuz o uyurken daha da yakışıklı
oluyor. Hiç kıpırdamayan, sakin ve anlamlı bir yüz…
Haydi, Ernestine; sizden mektupların en uzununu beklerken,
size kollarımı yolluyorum. Onlara izin verin de, sizin yaramaz sac
buklelerinizle oynasınlar ve yüzünüzdeki boya lekelerini silsinler!
B. Rahmi”
“Paris ’ten Lyon’a
9 Mayıs 1932
Bedri!
Biraz geç bile olsa yazıyorum. Kabahat benim değil… Mektubunuz
beni çok düşündürdü. Evet! Neredeyse bir çocuk gibisiniz.
İsteklerinizi belki çok içtenlikle belirtiyorsunuz ama bu isteklerinizin
yaratabilecekleri zorlukların hal ve gidişatıma ne kotu
etkiler yapabileceklerini pek düşünmüyorsunuz… Sahiden de Tahiti
çok güzel. Siz de çok sevimli bir hayalcisiniz, kendi deyişinizle.
Ama gerçekler bizden daha kuvvetli. Beni, siz Lyon’a çağırıyorsunuz.
Halbuki ben de sizin Paris’e geleceğinizi sanıyordum.
Ne kadar da farklı bir durum… Meğer Bedri Rahmi benim sandığımdan
daha da bencilmiş.. Eğer bir erkek arkadaşınız olsaydım,
şimdiye kadar çoktan atlar gelir, sizi ziyaret ederdim. Benim çevremdeki
insanları siz, geri zekalı mı sanıyorsunuz? Şerefimi, haysiyetimi
hiç düşünmediniz mi? Lyon’a gelmem, hiç söz konusu bile
olamaz. Ben bir Romen kızıyım. Gelişmiş bazı ülkelerin kızları
gibi hareket edemem. Kişisel olarak, ben de, aşırı serbestlikten hiç
hoşlanmayan birisiyim. Demek ki, gelip gelmeyeceğiniz henüz belli değil… Anlaşıldığına
göre gelemeyeceksiniz. Bu sefer benimle, ciddi olarak konuşun…
Kulaklarımı ne yöne çevirirsem çevireyim hep “hayır” ,
“ hayır” , “ hayır” sesleri duyuyorum. Şimdi, kaleminizi elinize
alıp, kararınızı bana bildirin. Beni daha çok kısa bir suredir tanımanıza rağmen, beni hiç
hoşuma gitmeyen bir tarzda yargılıyorsunuz. Yazık. Belki birbirimizi
biraz daha fazla tanıyabilseydik, hakkımda böyle düşünmezdiniz.
Ama belki de, gelirsiniz. Ben çok sabırlıyımdır. Mayıs ayı gelip
geçecek. Belki, Bedri, sen de benden intikam almak için bana:
“Ben de çok genç bir delikanlı sayılırım. Ne yapayım? Ağabeyim
bana Paris’e gelmeye yeterli harçlığı veremiyor” diyebilirsin…
Londra’ya söz konusu olsaydı, o başka bir şey. Orası bambaşka
bir topluluk. Ayrıca benim orada akrabalarım da var… Sadece
arkadaşlarımın hakkımda ne düşündükleri de beni pek etkilemez…
Asıl önemlisi, kendimi, olduğumdan bir başka turlu olmaya zorlayamam.
Herkes hak ettiğini alır. Mesela ben bir Bedri Rahmi icin, hicbir zaman,
“yeteneksiz bir ressam” diyemezdim.
Bu konuyu burada kesiyorum.
Desenlerini çok güzel buluyorum. Genç kız başıyla, delikanlı
kafası için çok teşekkür ederim. Onları çok sevdim. Şimdi sizden
cevap bekliyorum. Ama cevabınız düşlerle dolu olmasın. Ben de
bayılırım duş kurmaya ama bazen de ciddi olmak gerekir. Bu sefer
bunu sizden istiyorum.
Şimdi sizden ayrılmam gerek… Akademiye gitme saati geldi…
Bütün yaptığınız işlerde ve özellikle “Gauguin”de size iyi
şanslar dilerim.
Mektubunuzu bekler, en iyi hislerimi yollarım.
Ernestine.”
“Lyon ’dan Paris’e
22 Mayıs 1932
Ernestine,
Size uzun zamandır mektup yazamadım. Sadece, gecen günü
size bir kartpostal yolladım ve Romence sizden özür diledim.
Size, hiç başka bir şey yazamadım. Bu işte suçum yok… Sizin
mektubunuz da beni alt üst etti… Sizi buraya davet ederken acaba
deli mi olmuştum? Yahut da sizin o hoş söylemenizle, “sevgili
bir hayalperest” miydim? Ne desem ki Ernestine! Bu his benden
daha kuvvetliydi. Bu benim uzun zamandır aklımda olan bir şeydi.
Sonunda da, sizi davet ettim. Siz de, beni gayet ağır bir şekilde
horlayıp, geri çevirdiniz. Mektubunuzu aldıktan sonra aklım öylesine
karmakarışık oldu ki, Ernestine, sizin düşünceleriniz bir
hayli uzun bir yer tutmuş… Halbuki ben sizden “Gelmem” veya
“Gelmek istemiyorum” şeklinde kısa ve net bir cevap bekliyordum.
Fakat, artık bunu geride bırakalım… Sizden, tekrar özür dilerim.
Evet, kabahatliydim. Bunu artık unutalım.
Fakat bu arada beni pek tanımamış olduğunuzu da yazmamız,
beni çok düşündürdü. Birbirimizi tanımaya nasıl vaktimiz
olmadı? Benim sizi tanıyamadığımı, söylüyorsunuz. Eğer, giderek
birbirimizi daha da iyi tanıyabilirsek o zaman kendi ağabeyimin
beni hiçbir zaman çok iyi tanıyamadığını size söyleyebilirdim Ernestine!
Ne de ben ağabeyimi tam anlamıyla tanımış değilim!
Ernestine, Lhote’un atölyesinin giriş kapısında size “Cemal
burada mı?” diye sorduğum günü bilmem hala hatırlıyor musunuz?
İşte Ernestine… Sizin sevimli hayalperestiniz, sizi, daha o ilk
anda tanıdı… Nasıl unutabilirdim o anı? Elinizde kullanılmış fırçalar vardı.
Bütün yüzünüz boya lekeleriyle kaplıydı. Ellerinizi temizlemiştiniz
ağır, ağır. Ben ise bu esnada, sizi çok buyuk bir dikkatle
inceliyordum. Gözleriniz dalgındı. Dudaklarınızda çocuksu
bir eda vardı. İlk kahkahalarınızı duyduğumda, artık emindim.
“Evet, bu küçük bir kız” diye düşünmüştüm.
Ernestine… Demek sizin sevimli hayalciniz aslında hiç de hayal
görmüyormuş. Lütfen hatırlamaya gayret edin.
Evet.. Evet… Ernestine… Ben sizi çok iyi tanıdım.
Hatta, ben sizi, hiç de tahmin edemeyeceğiniz kadar iyi tanıdım, diyebilirim. Benden ciddi
olmamı istiyordunuz.. Peki, ciddi olalım. Bütün bu çocuksu konuları geride bırakalım.
Bizim sergimizden biraz konuşalım. Bugüne kadar, bir hayli çalıştım …
Ama işlerim benim kadar ciddi değiller. Bazen, işlerime de bir ürkeklik siniyor…
Dolayısıyla Ernestine, ben sizin eserlerinize çok güveniyorum . Sizin kocaman
tuvallerinizin yanında, ben de, gülünç desenlerimle yer alırım.
Müzedeki zavallı kopyama gelince… Çalışmalarım iyi gidiyor ama iş henüz
sona erdi sayılamaz. Başlangıçta çok cesurdum. Yüzde yüz başarılı olacağıma
inanıyordum. Ama gel gör ki şimdi biraz cesaretim kırıldı diyebilirim. Bazen
krokiler yapıyorum. Bazen de “poşatlar” çalışıyorum. Çalışma heyecanım
bir saat bile sürmüyor, Ernestine… Birdenbire bir çalışma sevinci geliyor…
Bu sevinç çeyrek saat devam ediyor… Müthiş bir hızla çalışıyorum, çabuk, çabuk..
Sanki bir makineymişim gibi…
Hızlı! Hızlı! Düşünebiliyor musunuz bu tempoyu? Tabii
sonuçlar genellikle korkunç oluyor! Eğer bu sıralarda bir de
yeni bir kitap edindiysem, içim allak bullak oluyor. Bazen “Modigliani”
bazen “Raoul Duffy” bazı günlerde de “Matisse” okuyorum.
Böyle derken çok buyuk laflar ettiğimin farkındayım.
“Matisse” okuyormuşum… Yok daha neler! Size demek istiyorum
ki çok sevdiğim bir ressamın, çoğu kez, etkisinde kalabiliyorum.
Burada, tehlikeli olan taraf şu: Etkilendiğim bir suru ressam
var. Mesela Gauguin için çıldırıyorum. Ama aynı zamanda Cezanne’na
da vurgunum. Onun özellikle eskizleri, beni cıldırtıyor…
Ya Picasso? Biliyorum Ernestine de “Picasso”ya hayran.
Daha, sizin ilk portrenizi gördüğümde bunu anlamıştım… Cemal’de,
onun evinde bir Picasso kitabını karıştırırken sizin haliniz
görülecek bir şeydi…
Bakalım bir daha Ernestine’i tekrar görebilecek miyim?
Ernestine..Daha üç hafta Lyon’dayım. Üç hafta sonra da Paris’teyim.
Fakültede bir imtihana girmem lazım. Fransız diliyle ilgili
bir sertifika almak istiyorum! Ayda elli franga dersler veriyorlar.
Dersler sonunda sertifikayı alıyorsun. Bakarsınız bir devlet
burslusu öğrenci olabilmeme yardım eder bu sertifika… Eğer
burslu talebe olabilirsem. Paris’te üc sene daha kalabileceğim.
Çok zayıf bir olasılık bu. Yine de Paris’te dört ay kalabileceğim… Belki bu süre biraz
daha uzayabilir. Ama hep Ernestine’le beraber… Hep Ernestine’le
birlikte… Beni uzun zaman mektupsuz bırakmayın. İyi günler.
B. Rahmi”
“Paris’ten Londra’ya
23 Temmuz 1933
Sevgili Memişka,
Önceden konuştuğumuz üzere trene bindim.’” Kalkışı gecikince,
bir an yoluma devam etsem, mi etmesem mi diye bocaladım.
Gel gelelim, biletim delinmişti. Bütün cesaretimi toplayarak,
yerimde kaldım. Hiçbir şey düşünmek istemiyordum. Derken tren
birden hareket ediverdi. Beni Dieppe’den uzaklaştırdı. Son vedalaşmalar,
birbirlerine hiç güvenmeyen insanlarla havası ağırlaşmış
bir kompartımanda burun buruna yolculuk etmek içimi bayılttı…
Böyle bir haleti Ruhiyeyle yolculuk etmek hiç de hoş değil. Yarı
ölü gibiydim. Dieppe’i nasıl ve hangi kuvvetle terk edebildiğimi
havsalam almıyordu. Yolculuk nereyeydi? Paris’e mi dönüyordum,
acaba? Beş saatlik sıkıcı bir yolculuk sonunda Paris’e, “St-
Lazarre” Garına, geldim. Kendimi, senin yanında, Londra’da
sandım bir an. Metro ile evimin önüne gelişim, bana çok ters geldi.
Odam ve meşhur merdivenlerim beni ürküttü. Demek sahiden
geri donmuştum Paris’e, Burada ne yapacaktım şimdi ben? Her şey
bıraktığımı gibi yerli yerinde duruyordu… “Montparnasse”
ve “Dome” yerlerinden hiç kıpırdamamışlardı. Ama sen yanımda
olmadıkça, bütün bunlar kaç para eder. Eve dönüşte, tuvallerimi
sevimsiz ve soğuk buldum, içimi ısıtan hiçbir şey yoktu içlerinde.
Bana yaşama sevinci veren yegane şey, bana gülerek bakan fotoğrafındı!
Ah! Memişciğim. Oralarda ne yapıyorsun? Neler düşünüyorsun?
Haydi ne yapmam gerektiğini çabuk söyle bakayım.
Bir turlu karar veremiyorum. Acaba çocuklar gibi oturup, hüngür hüngür ağlamalı mıyım?
Yoksa metanet mi göstermeliyim? Ah!
Ağlamaktan başka çarem kalmadı galiba… Odam, içinde yatılacak bir halde değil. Cehennem gibi sıcak.
Ölsem de kurtulsam.
Hiçbir gayem, hiçbir yaşama sevincim kalmadı. Niçin kalkıp seni
takip etmedim sanki? Sen şimdi yine bana kızacaksın! Ama sana
yazdıklarımda, inan, çok samimiyim. Derdimi, senden başka kime
açabilirim? Eğer seninle ben bunları konuşamazsam kiminle
paylaşırım? Şimdi bana: “Edebiyat yapma” diyeceksin, bilirim.
Ama, Memişim, gözlerimden fışkıran yaşlara mani olamıyorum
ki? Senin, ne kadar iyi bir Şeker Çocuk olduğunu düşünüyorum.
Şimdi tek düşüncem seni bir daha görebilmek! Vakit bir an evvel
geçse de, İstanbul’da tekrar görüşsek. Seni tekrar kucaklayabilsem!
Kollarının gücünü bedenimde tekrar hissedebilsem!
En önemlisi seninle doya doya resim konuşabilsem! Memişcik.. Şimdi,
Londra’da ağabeyinin yanındasındır. Kim bilir, belki de tatlı
tatlı konuşuyorsunuzdur. Ben ise oturmuş sana yazıyorum. Bu da
büyük bir nimet benim için. Bütün gece oturup, sana yazabilirim!
Sana yazmak istediğim o kadar şey var ki! Fikirler, el ele vermişler,
kafamın içinde hora tepiyorlar! Onları sıraya sokmakta buyuk güçlük çekiyorum.
Üstelik müthiş bir baş ağrısı da peydah oldu.
Dahası, cebimde beş kuruşum bile kalmamış… Sana bu mektubu
atacak param bile yok! Çaresiz, borç alacağım ve bu mektup yarın
yola çıkacak… Eve dönüşümde “La Revue Moderne” i buldum.
Beş adet yollamışlar. İçlerinde ikimizden de söz eden makaleler
var. Senden bahseden yazı çok iyiydi. Her halde bu yazının
sana çok faydası dokunacak. Halbuki benimle ilgili yazı memleketime
pek faydası dokunmayacak sanırım. Sana yollayacağım
onları. Bu mektupla birlikte sana dergiyle, “Paris-Soir”ları da
yollayacağım. Yarışma sonuçlarını da yollarım. Yarın da “Boulevard
Jo u rd a in ” garajından”’ senin dergileri de alacağım. Yeter ki
istediklerini bulup çıkartsınlar ve bana versinler. Derhal paketler,
yollarım. Çok üzgünüm. Bagajlarımı taşımaktan da kollarım ağrımış.
Bir de esaslı bir baş ağrısı geldi, yerleşti. İnşallah yarma bir
şeyim kalmaz. Dergilerle birlikte Mina ablamdan da bir mektup
geldi. Kısa, hic haber vermeyen, tatsız tuzsuz bir mektuptu. Beni
gormeye gelecek birisiyle kendisine bir eşarp yollamamı istiyordu.
Ama bu adam, biz Dieppe’de iken gelmiş olmalı. Goruşemedim,
dolayısıyla eşarbı da yollayamadım. Bana İngiltere’ye ne zaman
gideceğimi soruyor. “Bana oradan mutlaka yaz” diyor. Ah! Bir
daha ki ay elimden ne geliyorsa yapacağım, gelebilmek için. Ah!
Şu gözü kor olası para, nasıl da isteklerimizi gerçekleştirebilmemize
mani oluyor? Küçücüklerin başına neler geldi şu para kıtlığından,
değil mi? Bir hamal tutabilecek kadar paramızın olmayışı,
rezaletti. Çok zorlandık. Çocuk da sayılmayız, ama iyi bir ders
oldu. Ağabeyine, başımıza gelenleri anlattın mı? Herhalde çok
kızmıştır. Ama senin bunda hiçbir suçun yoktu. Hepsi benim ma-
* B. Rahmi garajın hemen üzerindeki odada kalıyordu. (M.H.E.)
rifetim… Nereye gidersen git, senin yanında olmak istedim. Kolay
kolay ben böyle bir tedbirsizlik etmezdim ama… Nasıl oldu
bu iş, hiç anlayamadım. Galiba bizim paralarımızın bir kısmı Dieppe’de
çalındı! Söyle bakayım, benim küçük çocuğum, dinleniyor
musun? Yoksa karnını mı doyuruyorsun? Nasılsın? Bu kadar
birbirimize yakınlaştıktan, kaynaştıktan, aynı havayı soluduktan
ve aynı dertleri paylaştıktan sonra, yapayalnız kalmak bir garip
geliyor insana. Artık benden kimse bir şey istemiyor! Ne “ bir
kahve yapsana” diyenim var, ne de “ salata var mı?” diye soranım
var! Sana bir çocuk gibi bakmak ne kadar hoşuma gitmişti. Al
bakalım… Şimdi gerektiğinden de fazla hürüm. Ama bu hürriyet
de beni ürkütüyor. Bu boşluğu nasıl doldurabileceğim hiç bilemiyorum!
Bana kalan tek kurtuluş yolu çalışmak. Güzel tuvaller
yapmaya gayret edeceğim. Nonoşumun beğenisini kazanmak istiyorum.
Çalışmalarımda senin görüşlerine çok önemli bir yer veriyorum.
Ben sadece sana, tam anlamıyla sana güveniyorum. Benim
çalıştığım tuvalin, sana bir eskizini yollamak istiyorum. Ah!
Benim için desen çizmek hiç de kolay bir iş değil ama, bir deneyelim,
bakalım!
Benim odamdaki dirseklerini masaya dayayan Matisse’i kopya
ettim. Yarın da kendi oto-portremi çizeceğim. Memiş… Kızma…
Daha aklım başıma gelmedi. Kendimi toparlamam lazım.
Kuvvetli olmam lazım. Yarın Lucienne’e telefon edeceğim. Onunla
konuşmaya ihtiyacım var. Onun varlığı, hep birlikte, defalarca
kahvelere gidişlerimizi hatırlatacak bana. Ah!! Şu hatıraları kim
icat etti? Kaç kere, önüne oturup, hayallere daldığın penceremiz!
Kahvelerimizi höpürdetir, ne güzel sigaralarımızı içerdik… birlikte…
Değil mi? Karınlarımızı doyurduktan sonra üzerimize çöken
tembellik… Şekerlemelere ne demeli? Ya tam senin çalışma heyecanın
geldiğinde “pat” diye kesilen elektriklere ne buyrulur? Şimdi onu tamir etmişler.
Elektriği, biz burada olmadığımız için, bağlamamışlar…
Az sonra inip, açtıracağım. Yarın da kirayı, aşağı inerek, param geldiğinde ödeyeceğimi bildireceğim.
Bakalım, param ne zaman gelecek? İnşallah çok sürmez! Ah!
Şu kafam, bir sürü şeyi düşünmekten bir gün çatlayacak… Şu baş ağrısı izin verse
de uyuyabilsem. Benim küçük yatacığım, bana cömert davransa.
Çarşaflar arasında, salıncak kurup sallanabilsem! Denizin dalgalarının beni çekip sürüklediği gibi…
Alıp götürse. Nasıl da boğulacağım diye kıyametleri koparmış, seni de bir güzel kızdırmıştım,
değil mi? Benim ürkekliğim, nasıl da seni deli etmişti? Memiş,
her şeye rağmen sen bana şu yüzmeyi öğreteceksin, değil mi?
Bir daha, acaba, birbirimizi ne zaman görebileceğiz? İstanbul’da
mı? Bana “Şeker Çocuğum” diyerek beni uzun uzun, kucaklayacak
mısın? Ah! Gerçekler henüz çok uzakta, sabretmemiz lazım…
Kim bilir, belki bu gece, yatağımın başına tüneyen bir kuş olup,
şarkılarınla beni uyutursun, belki. Fotoğrafına bir göz atıyorum.
Hala akıllı uslu, bana bakıp, gülümsüyor… Haydi kızım… sen de yat. Geç oldu.
Nonoşuna da, en iyi sağlık dileklerini yolla… Onu,
sayısız kere kucakla. Bu mektup sana mutluluk getirsin. Haydi,
yarın görüşmek üzere, küçücüğüm. Seni çok çok öperim. Ellerini tutup, sıkarım.
Senin küçük kızın
Ernestine”
“Paris’ten İstanbul’a
2 Eylül 1933
Memişcik, çalışmaya ara verdim. Çünkü aklım fikrim sendeyken,
çalışmamın hiçbir yararı olmuyor. Bir aldatmaca… Hep,
ilk tanıştığımız günleri yeniden yaşıyorum. Ne müthiş bir tesadüftü değil mi?
Evet, üstüm başım, yüzüm ellerim, her yanım boyalıydı…
Aklımı başıma toplar toplamaz, her şeyi yeni baştan düşüneceğim.
Ah! Bakalım aklımı ne zaman başıma toplayabileceğim?
Ne zaman? Ya uyku icat olmasaydı, ne yapardım acaba? Allahtan,
gecelerim sakin… Uykularım da güzel rüyalarla bezeli…
Buna çok seviniyorum, çünkü aslında pek rüya da gören birisi değilimdir…
“Concorde” meydanının yanındaki bankoların birinin
üzerinde, uzun sure önce bana söylediklerini hatırlıyorum. “Zor
günler bizi bekliyor” demiştin. Çok doğruymuş. İşte, sen Türkiye’ye
döndün. Ben de Paris’te kalıverdim. Gözlerimden yaşlar fışkırıyor.
Ama ne yapayım, onları tutup biriktirmek içimde fırtınalar
yaratacak. Sana ne demeliyim? Sana her şeyi soylemek isterdim.
Bunları yazınca, boğazım tıkanıyor. Aramızdaki mesafeyi
düşünüyorum. Şu hayatın cilvesine, nasıl dayanabileceğim bilmiyorum.
Hayat, omuzlarıma çok ağır gelmeye başladı. Evet ümitlerle,
cesaret verecek bir suru de neden var ortalıkta, ama sevdiğim
insandan, bu kadar uzak ve çaresiz kalmak da inan bana, hiç
kolay değil… Sana yemin ederim ki çok zor. Gözlerimi kapayıp,
başımı sallamak ve “Bütün bunların hepsi bir rüyaymış” demek
isterdim. Fakat bunu bir turlu yapamıyorum. Çünkü, rüyalar çok müphem.
Halbuki sen, benim içimde capcanlısın. Seni, ta küçük çocukluğumdan beri hayal etmiştim.
Nonoşum. Aslan Nonoşum.
Senin yanında, sana bunları Londra’daki son saatlerinde imkanı
yok açık açık söyleyemezdim. Kendimi çok gülünç hissederdim.
Üzüntülerimin, müşküllerimin kimse farkına varsın istemem. Bu
da benim kotu tarafım. Lime lime çözülüp kalmışlığımı, bu çaresizliğimi
kimselere anlatamam ki ben. Ah! Seni nasıl arıyorum?
Bir gülücüğün dünyalara değerdi… Bana, neşemi geri verirdi. Beni
ağlar görünce sakın üzülme Nonoşum. Bu benim değil, tabiatın
kabahati. Bu sefer neredesin? Kim bilir nerelerdesin? Bu kez
çok uzaklarda, ailenin yanı başındasın… Ya ben küçük çocuğun
yüzüstü bırakınca neylerim? Başımı, çılgınca göklere çevirip, bizikavuşturması için Tanrıya dualar ediyor,
her gördüğümden, senden haberler soruyorum. Gri renkli kapının önünde olduğumu
sanıyorum. Seni bir iskemlenin üzerinde oturur buluyorum. Küçük
Nonoşum. Keşke seni bulabilsem de baş ucunda kanayan iri
gözyaşlarıyla ağlayabilseydim! Neredesin Nonoşum? Ne yapıyorsun?
Çabuk söyle bana … Bucişini unuttun mu? Meraktan ölmek
üzereyim. Senden mutlaka haber gelmeli. Senin “cömert gözlerini,
mini minicik küçücük burnunu öpüyorum.” diye seslenmeni
bekliyorum. Seni çok ama çok arzu eden bana yaz bütün bunları…
Aslan Bucişim. Bir an önce yaz…
Memişciğim, bu sabah yazmaya devam ediyorum. Sana yazmak
için, mektubunun gelmesini bekleyecek halim hiç kalmadı.
Seninle konuşmaya, sana günlerimi anlatmaya, öylesine ihtiyacım
var ki… Anlatamam sana. Bana kalırsa, herhalde, Sabahattin’le
beraber siz Viyana’da kalmadınız. Kalabilseydiniz oradan bana
muhakkak bir kartçık olsun yollardın. Demek, dosdoğru Türkiye’ye
yöneldiniz. 30 veya 31 Ağustos’tan beri İstanbul’da olmalısınız.
Senden ne zaman mektup alabileceğimi hesaplıyorum durmadan.
Acaba benim yolladığım ilk mektup eline geçti mi? Zarfın üzerine çok uzun ve karmakarışık bir adres yazmıştım. Benim kutularımı karıştırdım. Sana, eskiden gelen paketlerin kağıtlarını
bile atmamışım, adres malzemesini oradan edindim. Şimdiye kadar
bütün arkadaşlarını görmüşsündür… Hocanla, dostların resimlerin için neler dediler?
Memiş, sağlığın nasıl? Baş ağrıların ne alemde? Bu kadar uzun bir yolculuktan sonra, kim bilir ne kadar
yorulmuşsunuzdur. Gümrüklerden geçerken zorluk çıktı mı? Yeni elbiselerinin başına inşallah bir iş gelmemiştir? Bana gelince, dönüşte, vapurda sırtıma saplanan müthiş bir bel ağrısıyla çok
uğraştım. Birkaç gündür epey azaldı. Geceleri uyku gelmemesinden
şikayetçiyim… bu gece mesela, topu topu dört saat uyuyabildim.
Çok az tabii. Ama, uyansam da yatağımdan dışarıya çıkmıyorum.
Aklımdan güzel şeyler geçiriyorum.”Ne güzel oğlan” gibi
şarkıları hatırlıyorum. Birdenbire “Hyde Park” aklıma düşüyor.
Ne kadar mutluyduk, değil mi o günü. Londra’da dışarıya ilk yalnız
başımıza çıkışımızdı! Yeşil ve gür çimenlere nasıl da yan yana
uzanmıştık… Ne kadar mutluyduk. Üstümüzde bir sürü yeşil
yaprak, mavi gökyüzü altında ne de güzel titreşiyorlardı. Her şey
ne kadar güzel ve iyiydi… O anları yeniden yaşamayı ne kadar isterdim.
Herhalde o anları, sen de düşünüyor ve hatırlıyorsundur!
Her zaman insan kendisini öyle hissedemez!
Ya sonunda, yalnız başımıza kaldığımız akşamların, yorgun
mutluluklarına ne demeli? Mutluyduk… ve sen hep benimle olmayı
istiyordun! Sana hiç kıyamıyordum. Çok mutluydum. Ah!
Bunu şimdi, binlerce kilometre öteye gittiğinde, çok daha iyi anlıyorum.
Ah! Güzel Türkiye. Doğduğun ülke. Onu ne kadar da çok seviyordun. Gözlerin, nasıl da pırıl pırıl parlıyordu, Türkiye’ye dönmekten söz açılınca. Meyvelerinizden, özellikle üzümlerinizden,
dönüşte kavuşacağınız bir suru şeyden bahsedince, sende gördüğüm kavuşma sevinci beni ne kadar da hüzünlendirirdi. Ben bu uçsuz bucaksız mutluluğun yanında, aynı zamanda üzüntülerin
de olabileceğini hissederdim. Sen hiç üzülme Bubuşum.
Ben, her zaman yanındayım. Her zaman seninim. Yüreğin sıkıldığında,
yaz bana … Bana her zaman ve ne şartlar altında olursa olsun,
her bakımdan güvenebileceğini bilmeni isterim. Bana her
yönden güvenebilirsin. Senin için yapmayacağım hiçbir şey olamaz.
Anlıyorsun beni, değil mi? Nonoşum söyle bana… Yazdıklarım, seni üzüyor mu? Ama ne yapayım.
Ben böyleyim. Yapmacık olamam. En azından samimiyetimden en ufak bir şüphem
yok… Senin de hiçbir şüphen olmasın. Böyle bir Şeker Çocuğa
başka nasıl davranabilirdim? Haydi, kapat o kara zeytin gözlerini…
ve terk et benliğini, okşamalarıma. Ah! Londra’nın Mavi
Perdeleri artık çok uzakta kaldılar. Her şey çok uzakta… Ama,
şimdi ben, başka pencereler, başka perdeler düşünüyorum! Rüyalarımı
bundan sonra hangi beşikte uyutacağız, göreceğiz. Kesin kararımı vermeden önce mutlaka gelip göreceğim seni. Senden çok uzun bir sure ayrı kalabileceğimi hiç sanmıyorum. Bunu çok kuvvetle hissedebiliyorum, eğer elimde bir olanak olsaydı, hemen şu anda uçar gelir yanı başına konardım. Hazreti Muhammed’in vaat ettiği cennette İstanbul’da… Her yerde senin yanında olurdum. Benim bir uçan atım olsaydı, iki üç kanat darbesiyle beni
sana ulaştırabilseydi… Şu kapıyı açtığımda ardında seni görebilseydim.
Garip bir his. Senin bir türlü çok uzaklarda bulunduğuna, kalbim inanamıyor!
Hayır diyorum. Ne konuşma tarzı, ne de alışkanlıkları. Bu sefer onun hiçbir yönü değişmeyecek! O, hep benim küçük Nonoşum olarak kalacak. Yeni güzel elbiseni çok beğendiğimi sana söylemeliyim.
Ben aslında, orasında burasındaki deliklere rağmen, senin eski gri elbiseni de çok seviyordum. O da sana çok yakışıyordu. Fakat yeni elbiselerin, mesleğimizi göz önüne aldığımızda, ne önemi kalır ki! Evet sana soracağım. Benim içinde bulunduğum durumda çalışabilmem mümkün mü acaba?
Ya senin, çalışma sabrın var mı şu sıralar? Ben resim yapacağıma, sana mektup yazmayı tercih ediyorum. Çalışamıyorum! Ne yapayım? Bana bir tavsiyede bulun! Nasıl davranmalıyım?
Gece gündüz aklım sende… Her Allah’ın günü, bu durum tekrarlanıyor.
Bütün bunları, sana yazdığıma da, ayrıca üzülüyorum.
Çünkü bu satırlar, bir irade eksikliğinin belirtileri.
İnan bana, bütün bunlar benim elimde olan şeyler değil. Bana ne yapmam, nasıl hareket etmem gerektiğini söyle.
İlk günler kendime daha hakimdim. Hele Ostend’den yolladığın kart elime geçince, hayata olan güvenim tamdı. Mutlu olmak istiyordum. Yani etrafımda bir mutluluk çemberi yaratmaya gayret ediyordum.
Senin kartın, hemen ertesi gününden sonra, müthiş bir mektup açlığı baş gösterdi. Zavallı kapıcıma defalarca “Mektup var mı?” “Mektup var mı?” diye sormaktan, inan ki ben bile usandım.
Doğrudan doğruya Türkiye’ye döndüğünüze göre, hemen oturup bana mektup yazacak bir durumda olmadığını da tahmin edebiliyorum.
Ama gel gör ki gönül ferman dinlemiyor. Gönül, her an senden mektup bekliyor.
Ha şimdi geldi, ha şimdi gelecek diye aklımı başımdan alıyor bu
gönül. Daha şimdiden, çok uzun bir mektup olmasını… Onu okurken uykulara dalmayı…
Uyandığımda tekrar tekrar mektubunu okumayı tasarlıyorum. Bütün bunlar, pek akıllıca şeyler değil
ama bari sen anla beni! Kadın ruhu cok hassastır. Hele, kadın erkeğine körkütük aşıksa, ruhu çok kırılgan olur.
Nonoşum! Söyle bana. Hayata neresinden başladın? Bana tüm tasarılarını etraflıca anlat.
Bütün bunlar beni çok ilgilendiriyorlar. Nasıl davranacaksın? Çalışmaya evinde mi başlayacaksın?
Yoksa buradayken tartıştığımız gibi, buyuk ebatlı tuvaller için, kendine bir atölye mi tutacaksın?
Bu arada senden bir isteğim var. Sakın benden başka model aklına bile getirme! Seni başka
modellere katiyen emanet edemem! Ne şeytan olduğunu bilirim! Hayır, hayır, hayır, hayır!
Aslan Nonoşum. Sana, benden başka model yasak… Böylelikle, seni bütün kötü düşüncelerden de korumuş olacağım!
Bu düşünce moralimi düzeltti. Ayrılığımızı unutturdu…
İyimser oldum. Oturup, seninle konuşabildiğimi hayal
ettim. İskelede, bir suru insanın toparlandığını görebiliyorum.
Seni o kalabalıkta nasıl seçemem. Sen mutlaka orada olacaksın,
beni bekleyeceksin. Londra’daki gibi bana delice sarılacaksın. Bir
sakin yer bulup sana hemen getirdiğim son resimlerimi göstereceğim.
Tabii, biricik Nonoşuma bir suru Alicengizlik getireceğimi de söylememe bilmem hacet var mı?!
Ah! Çok paralı olmayı ne kadar arzulardım! Bahsettiğin en küçük detayları bile hatırlar, hiçbir şeyi eksik bırakmamayı isterdim. Eh! İşte sabah olmaya başlıyor. Bir gün ışığı odama süzülüyor.
Odama mutluluk getiriyor, bu ilk ışıklar… Memişciğim, benim küçücük Bucişkam. Çektiğimiz sıkıntılar karşısında, insan gururunu bile ayaklar altına alabiliyor. Benim sana yazdığım çocuksu şeyler belki seni de ağlatacak. Ben senden haber alınca, sevinçten ağlıyorum. Sahici mutluluk böyle olmalı. Buna eminim.
Bu akşam kendi kendime iskambil falı açıp, bakacağım.
Mektup gelecek mi, gelmeyecek mi diye kağıtlara soracağım.
Yok! Yok! Sana benim Matisse’den desenler çizerim, daha iyi…
Belki de öğleden sonra krokiler çizmeye giderim.
Keşke, sabrım olsa da çalışabilsem. İyi şeyler çıkarsa, sana da yollarım. Tembellik yapma.
Haydi çabuk, çabuk, çabuk ol… Mümkün olduğu kadar
çabuk davran. Nonoşum. Gidişinin bir rüya olmadığını bana
söyle. İlk mektubumun eline geçip geçmediğini bana bildir. Adres
doğru mu? Doğru mu yazmışım bana söyle. Yazılanlar eline geçiyor mu geçmiyor mu, bana söyle.
Haberlerini çok buyuk bir sabırsızlıkla beklerken, seni binlerce kere öperim. Sana kocaman öpücüklerle “Yarına görüşelim” derim. Yarın da sana yazmazsam, çıldırırım. Sana, yazma arzusu dolu olarak, bu mektuba bir
son veriyorum.
Memişciğim, senin Nonoşun bir çok kere seni gözlerinden
öper.
Nonoşcuk.
Ernestine
Nonoş…
Ne oluyor? İki haftayı aşkın bir süredir senden mektup gelmedi?
Paris-Soir’ları, ardından da mektubu aldım. Sonra da sessizlik!
Dinle Nonoşcuğum… Gazetelerin içine sıkıştırdığın desenlerin
farkına varmışlar… Bir de “Beaux Arts” dergisinin içerisine
yazdıklarını görmüşler… Postadan bana bir çağrı geldi… “Her
halde, benim iyi kalpli Nonoşum’dan yine ne güzel şeyler geldi” diyerek, postahaneye koştum…
Çok terbiyeli bir memur bana:
“- Beyefendi… Bu seferlik affediyorum… Sizin gazetelerin içinden bir suru mektup çıkıyor…
Eğer bu işi devam ederse sonu kötüye varır. Arkadaşınıza yazıverin… Gazete paketlerinin içine
mektup doldurmasın. Bu seferlik, küçük bir ceza ile durumu atlatacaksınız. Ama bir daha olursa, bu sefer… vs. vs.”
Dinliyor musun beni, Nonoşum. Gazetelerin içerisinebaşka
şey koyma ve üzerilerine de yazı yazma bir daha. Eğer bana reprodüksiyonlar
yollamak istiyorsan, onları üzerilerine yazı yazmadan,
dergilerin içerisine koyabilirsin… Her neyse… Mektup yoktu, Paris-Soir” ların içerisinde…
Mektubun, dün geldi… Mürekkepli kalemle yapıp yolladığın işler için çok teşekkür ederim. Senin için esaslı bir alıştırma oluyorlar değil mi? Bu defa bu kalemi kullanmanın bütün inceliklerini öğrenmişsindir
sanırım. Son defa, sana bir siparişten söz ettimdi…
Maalesef, küçücüğüm, bu hızlı tempo birkaç gün sürdü.
Ardından başka bir iş çıkmadı. Sessizlik… Sükunet…
Bazen kendimi işi bitmiş atılmış bir boş şişe kadar boş, bomboş hissediyorum. Kendi, kendime soruyorum: “Sen, acaba ne işe yararsın” diyorum!
Nonoşum. Verecek yanıtı, hiç de kolaylıkla bulamıyorum!
Bazen resim beni bırakıp, öyle uzaklara kaçıyor ki…
Onu tekrar yakalamak benim için çok zor oluyor!
Bucişkam, bazen kendi kendime, resmin, ressamla, tabiat arasında gecen bir mücadele olup olmadığını soruyorum… Buna, ressamla, araç-gereç arasındaki sürtüşme, hatta boğuşma da diyebilirim!
Bucişkam, gecen günü, bulutlara bakıyordum. Bulutlar, çok ağır ağır, yerlerini ve renklerini değiştirerek, başımın üzerinden geçip duruyorlardı. Kendi kendime:
“Tabiat, geçip gidiyor
Tuval, olduğu yere duruyor”
diye söylendim. Tuvalle bulutlar arasında hiçbir bağ olmaması gerek… Tabiata bir sınır koymak, ne cüret!
Buciş… Tabiat, öylesine kocaman, tuvallerimiz ve kafacıklarımızı da öylesine minicikler
ki, anlatamam!
Ah! Buciş!! Penceremden dışarıya bakıyorum… Şakır, şakır,
şakır yağmur yağıyor… Benim minareli peyzajım, sırılsıklam ıslanıyor.
Bu çılgın yağmur bana neler neler, ne güzel anılar hatırlatıyor…
Durmadan yağmur yağıyor… ben senin dudaklarını arıyorum!
Bedri Rahmi”
*Bedri Rahmi gözünden Ernestine çizimleri
Kitabın ikinci cildinde, Mehmet Hamdi Eyüboğlu önsözde yeniden açıklamasını eklemiştir. Bu kitaptaki mektuplarda Ernestine İstanbul’a Bedri Rahmi’nin ailesiyle görüşmeye gider. Bu durumdan Bedri Rahmi’nin babası rahatsız olur. Emniyette görevli bir tanıdıklarından yardım ister ve bu kızdan kurtulmayı hedefler. Bir gün Bedri Rahmi ve Ernestine, Gülhane Parkı’nda dolaşırken emniyette görevli olan birkaç kişi Bedri Rahmi’yi alıp Emniyet Müdürlüğü’ne götürür. Akrabaları olan beyefendi Bedri Rahmi’ye ailesinin bu durumdan hoşnut olmadığını, dünyada başka kızların da bulunduğunu söyler. “Bitir bu işi!” der. Ne kolaydır değil mi koca bir sevgiyi öyle tam da acı noktasından bıçaklamak. Sanki bitti diyince anlar kalp halden.
Saygıda kusur etmeyen Bedri Rahmi tek kelime etmez, elini öper büyüğünün ve eve gider. Ernestine ise Gülhane’de tek başına. Bir durum önemsiz olunca kimse emek vermek istemez. Ama bir durum tam da kalpte yeşertilmişse işte o zaman biri bozmayagörsün. Ernestine kalkıp Bedri Rahmi’nin evinin kapısına dayanır. Babası açar kapıyı.
“Rahmi Bey! Siz okumuş, uygar bir insansınız. Bunu nasıl yaparsınız?”
Bir Romen kızı, bir âşıktır bunları büyüğüne söylerken. Onu küçük bir fidan olarak gören aile, koca, devrilmez bir ağaç olduğunu fark eder.
Ama tabii hiçbir şey çözülmez böyle. Daha da altüst olur. Ernestine toparlanır ve yurduna döner. Kopacaklarını sandıkları bu sevgi bağını daha da güçlendirir bu durumlar.
“Paris’ten İstanbul’a
25 Ekim 1933
Benim küçük, kötü, Şeker Çocuğum,
Neredesin? İşte on üç gündür senden hiçbir haber yok. Ne
kadar sevimli, değil mi? Yazmıyorsun… İyi, güzel… Peki ne yapıyorsun?
Akademin başladı mı? Evet… Senden şikayetçiyim. Çünkü benim Nonoşum ya tembel ya da hasta!
Belki de, içinde bulunduğu koşullardan çok rahatsız. Yukarıdaki iki üç olasılığın, hangisinin üzerinde durmalı?
Hiç bilmiyorum. Ben de çok şaşırmış bir durumdayım. Eğer bana inanıyorsan, çok da mutsuzum!
Kapıcım da, sanki benimle alay eder gibi! Sen onu tanırsın. Çok hanımefendi bir kadındır,
ama sanki yüzündeki ifade de: “ Şu kızın mektubu, hayırlısıyla bir gelse de ben de bir rahat nefes alabilsem” diye düşündüğünü sezinliyorum.
Böyle düşünmesi de beni deli ediyor! Saat dört postasından çıkar sandım senin mektup. Hayır efendim.
Yok… Yine gelmemiş. Ah! Hayır. Hayır. Bu işkenceye bir son verilmeli. Ah! Senin küçük kızın çok endişeli. Eğer çok canın sıkılıyorsa,
niçin benimle paylaşmıyorsun? Bütün bunların nedenleri ne?
Biliyorsun ki, ben her zaman seni dinlemeye hazırım. İşte bir buçuk ay sonra, Paris’ten ayrılıyor ve senin yanına geliyorum. Seni kollarımın arasına bir alınca, çektiğimiz sıkıntıları unuturuz, uslu kollarımda, biriken nice arzuların gücü var. Nonoşum, yine de senden haber alamayınca, her şey allak bullak oluyor. Çalışabiliyor musun hiç olmazsa? Yoksa, senin de tadın tuzun yok mu? Halbuki, ben çok ciddi olarak çalışmak istiyordum. Ama gecen gün tam da çalışmamın ortasında, bana söylediğin bir sürü şey, birden aklıma geldi. Çalışmalarıma devam etmeyip, birden eve koştum. Yukarıya çıkıp senin mektubunu bir çırpıda bir daha okudum.
Nonoşum, Londra, Dieppe, Paris, 14 Temmuz, Paris’teki
son günümüz, Eyfel Kulesi ve sonra 15’inde gidişim! Gittin gideli odam sevdiğini hiç göremiyor. Halbuki, her şey yerli yerinde durmakta. Ama sen, o kadar uzak, o kadar uzaktasın ki, bu ayrılık
ürkütücü! Günlerin nasıl, nerelerde, kimlerle geçiyor? Her şeyi yaz bana. Bunları bilmeye öylesine ihtiyacım var ki! Paris’in göbeğinde, küçücük bir böcek kadar yapayalnızım. Çevremdeki korkunç kalabalık, beni eziyor. Nonoşkam. Öylesine yapayalnız ve mutsuzum ki sana tarif bile edemem. Senden hiçbir şey saklayamam, sana yalan da söyleyemem. Seni öylesine arzuluyorum ki! Bazı günler, çektiğim acı azalıyor. Derken daha da yoğunlaşmış olarak geriye geliyor… Üç misli fazla acı çekiyorum. Bir sigaranın yerinde olmak isterdim! Hiç olmazsa beni ta içine çekebilirdin! Veyahut da yanı başında bulundurduğun, sevdiğin bir eşya olabilseydim. Yanı
başında olur, senin kokunu alabilirdim!
Evet, bağlılık çok ideal bir duygu. Birisine güvenmek, çok ender görülen bir şey. Hiçbir kimseye güvenmeden, bağlanamadan yaşanılabilir mi? İşte, senin mektupların da bunlara en iyi bir örnek sayılırlar.
Mektupların bana senin ruhunu öylesine iyi bir şekilde aktarabiliyorlar ki, sanki seninle baş başaymışım gibi oluyorum. Nonoşum, sen odamı iyi bilirsin. Havalar soğumaya başlayınca,
odam da buz gibi oldu. Geceleyin, yatağıma girdiğimde
ayacıklarımı ısıtmak, bir saatimi alıyor! Burada böyle üşüyüp donmak, tam da yolculuk öncesi, hiç hoşuma gitmiyor! Biraz rahatsızım. Yüzüm de tam bir felaket. Bazen de aklıma, buralarda, senden çok uzakta, bir daha ellerini tutamadan olup gidip, yitersem ne olur diye sorular takılıyor. Korkuyorum. Acılar çekiyorum.
Eğer param çıksaydı, derhal, bugünden tezi yok, başımı alır yanına koşardım. Gücümün sonuna geldiğimi fark ediyorum. Moralim, fena halde çokmuş durumda. Evet Nonoşum. Herkeste bir merak, bir merak!
“Ne oluyor? Nen var? Hasta mısın?” soruları
bir türlü son bulmuyor. Bana yazmayı ihmal etme. Hele hasta olup olmadığını bilememek beni çıldırtıyor.
Hani bana haftada iki mektup yollayacaktın? Biz bu sözden hareketle, iki haftada bir mektuba geldik dayandık.
Bu niye böyle oldu? Ben sana sık sık yazıyorum. Sadece ateşli hasta olduğum zaman yazamamıştım.
Ama iyileşir iyileşmez düzenli yazdım. Yoksa, bana kızdın mı? Seni kızdıracak ne yapmış olabilirim ki?
Ben kendimi sana çok yakın sayıyor ve seni her zamankinden daha da fazla seviyorum Bedri.
Şimdi sakın drama yapıyor, benimle şakalaşıyor deme.
Bu söylediklerim çok doğru. Kendi kendimi çok tahlil ettim ve senden niye saklayayım?
Senden uzak olmak, zaten başlı başına bir büyük sorun. Bir de senden mektup alamamak çok ağırıma gidiyor.
Kendimi bir de mektuplarından da uzaklaştırmak! Yok.Yok.
İşte buna hiç dayanamam. Dinle beni. Neydi o son mektubun? Beni allak bullak etti.
Takip edip, seni rüyamda görür oldum. Hayat, benim için bir anlam kazandı, üstüme bir rahatlık çoktu.
Aynı zamanda, hem bağırmak hem de gülmek istiyordum. Ah! Çok iyiydi. Buna rağmen ben obur değilimdir.
Azla yetinebilirim. Sana fotoğraflarla, bir de kendi portremi yollamıştım. Senin ne diyeceğini çok merak ediyordum. Mektubunu bekliyordum. Mektubunu hala bekliyorum. Mektubunu bekleyeceğim.
Elbet, bu mektup günün birinde elime ulaşacak. Bakalım, ne zaman gelecek?
Acı çekmek iyidir. Acı çekmek benim gölgem gibi bir şey oldu.
Sabahtan yanı başıma sokulur oldu. Her hareketimde beni takip
ediyor. Sonunda, acı çekmeye alışıp, onu sevmeye başlıyorum. Hayatın bu tatsızlıklarını da mı sevelim, Allah’ım?
Bu düşünceler, beni ürpertiyor, korkutuyor. Giderek artan bu üzüntüleri kovmak gerek!
Ama, hayır. O yerini pek beğenmiş. Kıpırdamıyor bile. Aşk acıları bizi takip etmekten yorulmazlar.
Hiç olmazsa acılar yerli yerinde duruyorlar. Acılar hiç benim yakamı bırakmıyorlar!
Ya anılar? Onları da mı, yakıp yıkmalı? Hayır, hayır. Bunu yapmam imkansız. Onlar, yaşantımın en güzel anıları. Belki, birileri bir yerlerde bana acırlar da, uyku beni teskin eder. Uyku, benim en iyi arkadaşım! Gururum nerede? Gururumdan eser kalmadı!
Aşk, bu değişikliği yapabildi. İzzetinefsin “ i” si yok, bende.
Bu çok kötü biliyorum ama, bir kere daha söylüyorum.
Ben yalan söyleyemem. Sana hissetmediğim şeyleri yazamam.
Belki, şüphe edersin. Aklın başına gelince, çok geç de olabilir.
Çok acı çekiyorum Memişcik… Çok mutsuzum. Gücümün sonuna geldim. Sadece senin mektubun bu duruma bir son verebilir. Ben, bunu mu hak ediyordum? Bizden daha da önemli ne olabilir? Yoksa her şey yalan dolan mıydı?
Her şey bir tarafa, ben hala, sana çok güveniyorum.
Beni teselli et. Bana işkence etme ve bil ki senin Nonoş, bu dünyada yapayalnız.
Memişcik. Güzel günlerimizi düşün. Mutlu olduğumuz zamanları hatırla.
Yine mutlu olabileceğimizi hesapla! Geleceğim, merak etme.
Ben dediğini yapan bir Bucişim ve bir an önce gelebilmek için günleri sayıyorum.
Acaba, seni karşımda görüp, kucaklaşabilecek kadar yaşayabilecek miyim?
Aslan Nonoşum!
Ben sadece bunu biliyorum ki: Kafam senin! Ruhum senin!
Cesurum, usluyum. Bütün bu üstün niteliklerimin ödülü, karşılığı, bu eziyetler mi olmalıydı?
Bu artık bir eziyet de değil, bir işkence.
Eğer yarın senden bir mektup gelirse inan bana onu kıtır kıtır yiyeceğim. Seni öylesine özledim, sana öylesine acıktım. Bu mektuba devam edemeyeceğim.
Artık bir an önce buralardan ayrılıp sana ulaşmalıyım.
Acı çekip, senin için ağladığımı bilmelisin…
Seni ve seni hatırlatan her şeyi öper ve benim Nonoşumun,
yatağımın kenarında ellerimi tutup bana söylediklerinin samimi olduğuna inandığımı bildirmek isterim.
Her zamanki gibi, seni binlerce kere öperim. Senin Nonoşun,
Ernestine”
İstanbul’dan Bükreş’e
29 Mart 1934
Bir telgraf geldi… İmza: Nonoş!
Ama, benim Küçük Şeker Nonoşum.
Eğer bu kahrolası mektup ulaşımı, telgrafı çektiğinin ertesi günü yolladığım uzun mektubumu sana iletemediyse, ben ne yapayım? Gidip ben de posta müdürüne şikayetlerimi mi arz edeyim?
Ben mektuplarımı Büyük Postaneden atıyorum.
Daha çabuk eline geçsin mektuplarım diye Buyuk Postane’yi kullanıyorum…
Buyuk Postane sorumlularına mı başvursam acaba? Allah Allah! Dört gün önce yolladığım son
mektubumda mı eline geçmedi?
Evvelsi gün, sabahleyin Bükreş’ten yolladığın üçüncü mektubun, geldi. Aynı gün de sana bir dergi yollamış, illüstrasyonumun olduğu sayfaya da birkaç satır yazma yanlış davranışında bulunmuştum! İnşallah, açıp içerisindeki yazıları görmez ve senin de başını ağrıtamazlar!
Buciş…
Bugün, bayramın son günü! Herkes, senin telgrafı, bir dosttan gelen tebrik telgrafı sandı! Evde olmadığım için telgrafı babam imza vererek almış. Eve geldiğimde, telgrafı masamın üzerinde buldum.
Bana sordular: “Bu tebrik sana kimden geldi?”
Senden olduğunu saklamadım. Bana, bu dünyada Nonoş’umdan başka telgraf çekebilecek bir başka insanın olamayacağını öğrensinler istedim. Bucişkam… Anlaşıldı…
Bu mektubu sana taahhütlü yollayacağım… İnşallah son mektubumla dergi eline geçmiştir. Derginin adı “Yeni Adam” ve idarecileri, benim işlerimle yakından ilgileniyorlar…
Derginin ressamı veya illüstrastorü olarak beni tutmak istiyorlar.
Benden bir fotoğraf istediler. Bir daha ki sayıda hem o fotoğrafı, hem de senden çizdiğim bir krokiyi göreceksin. Hatırladın mı?
Burada, odamdaki şezlongun üzerinde otururken seni çizmiştim ya!
Ayrıca da, çini mürekkepli bir siyah beyaz da var! Hani “Öpüşen Bucişler” serisinden bir tane…
Son mektubumda sana bundan söz etmiş, içine de bir tane eklemiştim!
Dahası, bu benim müdürüm, duvarlarından bir tanesine, tam bizim “ Zeki”nin resminin karşısındaki duvara kocaman bir kompozisyon yapmamı da istiyor.
Bu genç adam, müdür beyin benim işlerime gösterdiği
ilgiden, bakalım ne kadar memnun kalacak! Bu kadar kocaman bir kompozisyon yapmak, hiç de kolay değil! Adam ne gerekecekse emrime veriyor…
Boyalar, fırçalar, kocaman gerilmiş, hazırlanmış bir tuval… Hazır bile…
Burada, hemen hemen günün her saatinde, bir suru beyefendi de mevcut! Bu kalabalığın önünde nasıl çalışabileceğim, bilemem!
Bu kocaman tuvali, evime taşımam ve onu odama sığdırabilmem de başlı başına buyuk bir sorun!
Her ne ise… Bu konu da buraya kadar!
Bayramın ilk günü aldığım mektubunda bana sergiden hiç bahsetmemişsin?
Her şey hazır mı? Serginin son günlerini yakalayabilecek miyim dersin? Galeri sahipleri olan insanlar sahiden de sevimliler mi? Koca beyaz duvarlı, buyuk bir odan olduğu doğru mu?
Pencerelerinin önünde kimsecikler bizi dinlemeyecek mi? Perdelerin var mı?
Söylesene Buciş… Biz o odada uslu mu duracağız? Yoksa bana,
yandaki odayı mı tuttun?! Bucişkam. Yoksa aynı odada kalmamıza müsaade ederler mi? Söyle bana, bu çok önemli! Pera’da, kar yağışı altında yaptığımız oda araştırmalarını bir hatırla!
O, pis mahallelerin bizi barındırmak için yaptıkları o pis numaraları hatırla! Bükreş’te bir genç kız, evine misafir davet edebiliyor mu?
Herhalde bunun bir inceliği vardır?
Bu kez, eskisi gibi aptalca davranmayıp “ biz nişanlıyız” deriz.
Bu da, her yere sokmak istedikleri burunlarını, tıkayıverir.
Bir ay daha, kendimizi uluslararası haberleşmenin acemi kollarına
terk eylememiz gerekecek… Ama sonra! Beklemelerimizin canı cehenneme…
Her ikimiz de, canı gönülden, şarkılar söyleriz. “Hava ne kadar güzel.”
Bana anlata anlata bitiremediğin, çok övdüğün dağlara çıkarız. İşimiz gücümüz, birbirimize sarılmak olur.
Serbest kalırız. Nefes alırız. Resim yaparız. Desen çizeriz. Buciş.
Senin de “Öpüşen Bucişler” çizmeni çok arzu ediyorum. Hani bana çizeceğine dair “ söz” vermiştin? Ağabeyimle ve Nezahat’la, gittiğimiz bir ormandan, bu üç
kırmızı yaprakçığı senin için topladım.
O ormandan hiç de kibar olmayan, ama çok dayanıklı, vahşi kır çiçekleri de topladım. Ama kolayca soluyorlar ve patır patır dökülüyorlar.
Her tarafımızda çiçekler olmalı Buciş… Yatağımızın ucunda… Kitaplarımızın yanı başında…
Masamızın üzerinde. Her çeşit çiçekler.
Onlara bayılıyorum ve bu üç kırmızı yaprakla sana bir küçücük buketçik
dahi sunamayan ben,
Şimdi sana koca bir ormanı, sunuyorum.
Bir an önce görüşmek üzere,
senin“ Gauloise Verte” in
B. Rahmi”
Okudukça daha iyi anlıyorum. Sevgi önünde duran engellere önce sessiz kalıyor. Sonuçta her durumun kendisini göstermesi için izin verilmeli. Öfke öfkesini kusmalı, hüzün gözyaşlarını, mutsuzluk kara bulutlarıyla gezinmeli etrafta. Bir yağsa rahatlatacak insanı. Ama asla yağdırmayacak yağmurlarını. Kin bıçaklamalı bulduğu her güzel parçayı. Sevgi işte tüm bunları izler önce. Daha sonra gölgesinden çıkar. Büyüklüğünü gösterir herkese. Öfke durur, hüzün susar. Mutsuzluk bulutları dağılıverir. Hani nerede güneş der aniden. Güneş çıkıverir yerinden. Zorla tutulan yerinden. Sevgi işte böyle bir şeydir. Bitmez, tükenmez, yok olmaz. Sadece şekil değiştirir. Ya nefrete ya keşkeye…
Bir sevgi işte böyle kazandı zaferini. Onlarca engele rağmen mektuplarla kazandı. Birliktelikle. Eller bir kere birbirini görmeyedursun artık kimsenin gücü yetmez. Kaybolan mektupların nedeni açıklanmadı hala aralarında gidip gelen. Ama kime ne? Onlar sevdi, evlendi, çocukları Mehmet Hamdi’ye aşklarını anlatacak zamanlar bile buldular. İşte şimdi biz de biliyoruz aşklarını. O halde Bedri Rahmi’nin güzel bir şiiri nokta koysun bu yazıya.
Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde.
Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar.
Bir gelincik açılır ansızın
Bir gelincik sinsi sinsi kanar.
Seni düşünürken
Bir erik ağacı tepeden tırnağa donanır
Deliler gibi dönmeye başlar
Döndükçe yumak yumak çözülür
Çözüldükçe ufalır küçülür
Çekirdeği henüz süt bağlamış
Masmavi bir erik kesilir ağzımda
Dokundukça yanar dudaklarım
Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde.