Gabriel Garcia Marquez ya da yaygın bilinen lakabıyla Gabo, 1927 yılının 6 Mart günü, Kolombiya’nın küçük bir kasabası olan Aracataca’da doğar. Babası Gabriel Garcia, annesi Luisa Marquez’dir. O daha küçük yaşlardayken anne ve babası başka kente taşınınca, Marquez büyükannesiyle büyükbabasının evinde, teyzelerinin yanında büyür. Çevresinden saygı gören entelektüel bir asker olan dedesi onun hayatını şekillendirir. Büyükannesi ve teyzelerinin anlattığı batıl inançlara bağlı olağanüstü olayların hikâyeleri, onun yazar kimliğinin oluşmasında ve üslubunun biçimlenmesine büyük rol oynar.
Marquez 19 yaşında Cartagena Üniversitesi’nde hukuk öğrenimine başlar. Bir yandan da yerel gazetelerde muhabirlik yapar. Aynı yaşlarda da ilk yazılarını kaleme alır. Özellikle yaşadığı bölge Latin Amerika’nın kanlı tarihine çalışmalarında yer veren Marquez’in romanlarını çok katmanlı yazdığını söylemek yanlış olmaz. Yani onun romanları tarihle özel olarak ilgilenmeyen kişilerin dilinden etkilenecekleri, özellikle tarihe ilgisi olanların ise derinden etkilenecekleri çok yönlü romanlardır. O yazarlık için ilk dürtüyü Franz Kafka’nın Dönüşüm isimli romanından aldığını şu sözlerle anlatır:
“1947 yılıydı. On dokuz yaşındaydım. Hukuk fakültesinin birinci sınıfında öğrenciydim. İlk sayfadaki giriş cümlesini hatırlıyorum, şöyle diyordu: ‘Bir sabah sıkıntılı rüyalarından uyanan Gregor Samsa kendisini yatağın içinde devasa bir böceğe dönüşmüş bulur.’ Lanet Olsun! Okurken böyle mırıldandım kendi kendime, ‘Bu doğru olamaz! Kimse böyle bir şeyin yapılabileceğini bana söylemedi! Demek olabiliyormuş! Öyleyse ben de yapabilirim! Lanet olsun! Benim büyükannem de böyle anlatırdı hikâyelerini. En olmadık masalları sanki gerçekmiş gibi.’”
Marquez’in neredeyse tüm eserlerinde, çocukluğunda dinlediği o büyülü hikâyelerin izi vardır. Onun hikâyelerini okurken kendinizi bir çeşit astral seyahatte hisseder, ruhunuzu bir anda hikâyenin geçtiği yerde buluverirsiniz. Kullandığı dildeki akıcılık ve tasvirlerindeki gerçekçilik için de mükemmel denilebilir.
Kendisine edebi yönden hem usta hem de bir nevi yol gösterici olarak William Faulkner’ı görmektedir. Aynı Faulkner gibi anlatımı yalın, etkileyici ve karmaşadan uzaktır. Öyle sade bir üslupla, öyle sıradan şeyler anlatır gibi anlatır ki ütopik hikâyelerini, okurken ne söylese inanır insan. Cümlelerinin tek bir kelimesi bile fazla olmadığından, her cümlesi keskin ve düşündürücüdür. Hatta kitaplarını okuması bir hafta, anlaması seneler sürer diyebiliriz. Çünkü aklın bir köşesinde döner durur o keskin cümleler. Sanki 10 sayfalık bir roman olsa bunu ancak Marquez yazabilir gibi cümleler…
Birçok romana sahip ve her biri birbirinden başarılı olan Marquez, ilk romanı Şer Saati’ni 1962’de yayımlar. Kolombiya’da yaşanan yasa dışı olayları anlatan bu romanı, en büyük başyapıtı diyebileceğimiz Yüzyıllık Yalnızlık izler. Bir eleştirmenin “Yüzyıllık Yalnızlık’ı ne kadar zamanda yazdınız?” sorusunu “Bütün yaşamım boyunca.” diye cevaplar Marquez. Bu romanı ona 1982 yılı Nobel ödülünü de kazandırır.
Bir söyleşisinde “Yüzyıllık Yalnızlık kitabımda uykusuzluk belasını bir edebi muziplik olarak kullandım, çünkü bu uyku belasının tersidir. Zaten edebiyat marangozluktan başka nedir ki!” demiştir, o edebi muzipliklerini her romanında ince bir zekâ eşliğinde kullanmıştır.
Bu zekâ ve ince işçiliği şöyle örneklendirebiliriz: Yüzyıllık Yalnızlık’ta kitabın başında bir soy ağacı vardır. Güçlü hafızalar bile oldukça sık bakmak zorunda kalır buna, çünkü ana karakterin annesinin adı önce torununa, sonra gelinine, sonra onun kızına, sonra da gelininin torununa verilecektir. Böyle bir karmaşa bile yormaz insanı, asla bıkkınlık hissetmezsiniz, hatta anneannenizin adını kızınıza vermek bile gelebilir içinizden.
O hayatın ve insanın iç dünyasının en karmakarışık, en tarifi imkânsız hallerini öylesine yalınlıkla anlatırken hiç zorlanmaz. Doğal olanla doğaüstü arasındaki çizgiyi yok eder ve gerçekle fantezi iç içe geçer kitaplarında, fakat bu iki farklı dünyayı öyle ustaca birleştirir ki okuyucunun kafasında bulanıklılık da yaratmadan yapar bunu.
Marquez 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığında üç ülke onun kendi yazarı olduğunu iddia etmiştir: Kolombiya, Meksika ve Küba… Aslına bakarsanız da hepsi haklıdır. Kolombiya, doğup büyüdüğü, onlarca yoksunluk ve yoksulluk içerisinde istikrar ve özenle yazdığı, üslubunu oluşturan, heyecanlandırıcı ve akıcı öykülerinin toprağını oluşturan vatanıdır. Meksika ise uzun yıllar yaşadığı ve hep huzuru bulduğunu dile getirdiği, en rahat çalıştığı ve en çok romanını yazdığı yerdir. Küba ise onu en yakın dostu Fidel Castro ile tanıştıran, devrimci ruhunun eşi olan, siyaseten kendisini vatandaşı gibi hissettiği ülkedir.
Dünyanın en önemli yazarlarından biri kabul edilen Marquez’in Türk okurla tanışması ise çok eski değildir. Onun romanları henüz 17 yıl önce dilimize çevrilmeye başlanmıştır. Ama daha önceki yıllardan 2 güzel anekdot vardır ülkemizle ilgili: Marquez’in Nobel’i kazandıktan sonra İsveç’te ilk yemek yediği politikacılar arasında Bülent Ecevit de bulunmaktadır. Ayrıca, Yılmaz Güney’in Yol filminin altın palmiye kazandığı 1982 Cannes Film Festivali’nin jüri üyeleri arasında Marquez de vardır.
Kazanıldıktan sonra birçok yazarın verimliliğinin azaldığı genellemesi yapılan Nobel’den sonra daha çok yazmaya, daha sık üretmeye başlayan Marquez’in; Kırmızı Pazartesi, Kolera Günlerinde Aşk, Labirentindeki General, Anlatmak İçin Yaşamak ve Benim Hüzünlü Orospularım en önemli kitaplarıdır. Kolera Günlerinde Aşk sinemaya uyarlanmış ve dünyanın en çok izlenen filmleri arasına girmiştir. Kitaptaki aşkın büyüsü milyonlarca insanı etkisi altına almıştır. Aşkın en temiz, en sonsuz halidir kolera günlerinde yaşanan… Sokaktan kim geçiyor diye rastgele bakan bir kadın ve o kadının kendisine bakışıyla aşka düşen bir adam… Kavuşmak için 53 yıl bekleyen, 53 yıl eksilmeden devam eden ve binlerce zorluğa göğüs geren bir aşk…
Marquez, 17 Nisan 2014’te 87 yaşında iken geride büyük bir miras bırakarak, okurlarını yüz yıllık yalnızlığa bırakıp gitmiştir. O kitaplarında bilinmeyen zamana kadar yaşayan karakterleri yazarken, kendisi de sonsuza kadar yaşayacak olmayı başarmıştır.
Anısı önünde saygıyla…
Gabriel Garcia Marquez’in Dilimize Çevrilmiş Eserleri
Roman
Aşk ve Öbür Cinler, 1994
Başkan Babamızın Sonbaharı,1975
Benim Hüzünlü Orospularım, 2004
Kırmızı Pazartesi,1981
Kolera Günlerinde Aşk,1985
Labirentindeki General,1989
Şili’de Gizlice,1986
Bir Kaçırılma Öyküsü,1996
Yüzyıllık Yalnızlık, 1967
Şer Saati,1962
Öykü
Albaya Mektup Yazan Kimse Yok, 1961
Bir Kayıp Denizci,1955
Hanım Ana’nın Cenaze Töreni, 1962
On İki Gezici Öykü,1992
Yaprak Fırtınası,1955
İyi Kalpli Erendira ile İnsafsız Büyükannesinin İnanılmaz ve Acıklı Öyküsü, 1972
Sevgiden Öte Sürekli Ölüm1983
Anı
Anlatmak İçin Yaşamak, 2002