Online kitap satış sitesi idefix, 15 Kasım 2017 ile 15 Kasım 2018 tarihleri arasında yayımlanmış ve Türkçede ilk baskısını yapmış kitaplar arasından seçtiği en iyi 50 romanı duyurdu.
Anıl Mert Özsoy, Arzu Erol, Asuman Kafaoğlu Büke, Barbaros Altuğ, Behlül Dündar, Burcu Bayer, Can Semercioğlu, Cem Pekdoğru, Ece Çavuşlu, Erkal Ünal, Esin Hamamcı, Fatih Altuğ, Hakan Bıçakcı, Halil Türkden, İpek Bozkaya, Kahraman Çayırlı, Kıvanç Koçak, Lal Laleş, Mehmet Fatih Uslu, Mehmet Ak, Mert Tanaydın, Metin Celal, Nurduran Duman, Rasim Emirosmanoğlu, Selin Gürel, Volkan Çelebi, Yankı Enki, Yılmaz Şener ve Zeynep Uysal’ın önerileriyle hazırlanan listeye içinde bulunduğumuz sene çıkan kitaplar içerisinde “Ne okusam?” sorusuna yanıt niteliğinde.
Geçen sene yayınlanan listeye ulaşmak için tıklayınız.
İşte, idefix’in duyurduğu 2018 yılının en iyi 50 romanı:
1. Bir At Bara Girmiş – David Grossman
Yarım kalan öyküler, söylenmeyen sözler, beklenmedik darbeler… Kitapları otuzu aşkın dilde okunan büyük yazar David Grossman, ustaca kurguladığı bu çarpıcı metinde son sayfasına değin soluk kesen bir öykü anlatıyor ve okurunu, sahnesinde tuhaf bir adamın, Dovaleh G.’nin dikildiği komedi kulübünün kapılarından içeriye sokuyor. Dovaleh G., parlak spotların altında, onu meraklı gözlerle izleyen seyircinin karşısında hayatını temize çekiyor ve adeta bir psikiyatrın koltuğunda uzanmışçasına geçmişin loş dehlizlerine dalıyor. Ters köşelerle dolu bir gösteri bu; sahnedeki adam kendi hikâyesini anlatıyor ve bu hikâyede espriler, seyircinin suratında birer yumruk gibi, birer tokat gibi patlıyor.
Man Booker Uluslararası, Ödülü’ne layık görülen ve samimi, doğrudan anlatımıyla büyük övgü toplayan Bir At Bara Girmiş, herkesin derdinin kendine olduğu, her koyunun kendi bacağından asıldığı dünyada onca yalnızlığa rağmen görülmeye, duyulmaya, anımsanmaya duyulan ihtiyacın ve kahkaha ile gözyaşları arasındaki bir arpa boyu mesafenin romanı.
Soru su: Var olmak, bütün olmak için yeterli mi?
2. Mahcubiyet ve Haysiyet – Dag Solstad
Kuzey Avrupa’nın yaşayan en büyük yazarları arasında gösterilen Dag Solstad ilk kez Türkçede.
Ellili yaşlarındaki edebiyat öğretmeni Elias Rukla için sıradan bir gündür: Yıllardır yaptığı gibi, sevdiği bir eseri (Henrik Ibsen’in Yaban Ördeği’ni) bir sınıf dolusu ilgisiz lise öğrencisine heyecanla yorumlamaya başlar. Ne var ki görünüşte küçük bir olay hiç beklenmedik bir krizi tetikleyecek, Elias’ın hayatında derin izler bırakmış bir dostluğun hatırasına dönmesine, evliliğini, kendisini ve içinde yaşadığı toplumu sorgulamasına yol açacaktır.
Mahcubiyet ve Haysiyet, yükte hafif pahada ağır, dili ve atmosferiyle akılda yer eden, okuyanların tekrar tekrar dönmek isteyeceği o özel romanlardan.
“Bütünüyle hipnotize edici, bütünüyle insancıl bir yazar.”
– James Wood, New Yorker –
“Solstad’ın dili, eski görünen yeni bir zarafetle parıldar ve taklit edilemeyen, enerji dolu, kendine özgü bir ışıltı yayar.”
– Karl Ove Knausgaard –
3. Bildiğimiz Dünyanın Sonu – Erlend Loe
“Zaman her şeyi silip süpürür.”
Eserleri yirmiden fazla dilde okunan Norveçli yazar Erlend Loe’nun unutulmaz bir modern zaman figürüne dönüşen kahramanı Doppler yuvaya dönüyor. Doppler romanının devamı niteliğindeki Bildiğimiz Dünyanın Sonu ormanın derinliklerinden sistemin derinliklerine uzanıyor: Çemberin içinde duramayanların bütün oyunlardan kovulduğu bir dünyada özgür kalmak mümkün mü?
Ormanın derinliklerinde geçirdiği macera dolu ayların ardından bir ailesi olduğunu hatırlayan Doppler, geyiği Bongo’yu boynuzlu hayvanlar barınağına bırakıp soluğu Oslo’da alır. Kendisini ölesiye özlediklerine inandığı karısına ve çocuklarına kavuşacağı için çok heyecanlıdır ama küçük bir problem vardır: Onca yıllık posta kutusunun üzerinde “Andreas Doppler” değil, “Egil Hegel” yazmaktadır! Dibe vurduğunu düşünür ama aşağılanma nedir, görmemiştir henüz..
Hafiflemiş ve özgür hissediyordu kendini. Gerçekten özgür. Borcu yoktu, işi yoktu, yükümlülükleri yoktu. Sadece kendisi vardı. İyisiyle kötüsüyle. Ve güzel bir geyiği. Vergi dairesinin bisiklet parkına bağladığı Bongo’yu çözdü ve durup üst katlara baktı.
Her yerde toplantılar yapıldığını varsayıyordu; bu toplantılar ki, hem araştırmalar hem de deneyimler sonucu yalnızca yersiz olmakla kalmıyor, doğrudan verimi de baltalıyordu.
Bongo’ya tırmanırken yüzüne bir gülümseme yayıldı. Artık bu hayattan elini eteğini çekiyordu.
4. Sürüklenme – Latife Tekin
Yüzümüze ölümün gölgesi düştüğünde hayat ısrarla yaşama şansı tanımak istiyor bize, türlü biçimlerde uyarıp tekrar tekrar sınıyor bunun için.
Sürüklenme’nin isimsiz anlatıcısı görünüşte sivil toplum örgütü gibi işleyen bir oluşumun destekçisidir. Bir yolculuk dönüşü, önce uçakta karşılaştığı tekinsiz bir kişinin, sonra bir kâhini andıran karizmatik taksicinin, hatta gökyüzü ve yeryüzündeki tarifsiz güçlerin tesiri altında sürüklenip durur. Örgüte kaynak temin etmek için Türkiye’deki büyük şirketlerin yuttuğu beldelerde ve Rusya’dan İngiltere’ye, Yunanistan’dan Almanya’ya yolculuk eden anlatıcı, bir taraftan örgütün kuruluş amacı konusunda, lideriyle derin bir hesaplaşma içine girer. Öte yandan da kimsesiz, ayrıksı ve ele gelmez gençlere sahip çıkarak kendi hayatına anlam vermeye, yaşadığı derin hüsranı ve zamanımıza has yersiz yurtsuzluk hissini, sevgi açlığını tedavi etmeye çalışmaktadır.
Latife Tekin, Manves City’yle aynı anda yayımladığı Sürüklenme’de Türkiye’nin bu acımasız ve hoyrat günlerine ayna tutuyor. Manves City’yle birbirine el uzatan Sürüklenme, süregelen toptan yıkıma karşı yeni mücadele yollarının, çaresiz yetişkinlerin, sahipsiz, yoksul, yalnızlaştırılmış gençliğin ve onların yeni bir hayat kurma, sürüklenirken tutunma çabalarının romanı.
5. Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura – Ayfer Tunç
Saatin içindeki kum taneleri gibi parmaklarının arasından akıp giderken hayat, hikâyeleriyle birbirini tamamlayan iki âşık, belirsizlik içinde sevgilerini var ediyor. Ama bazen kum saati sadece akmıyor, yere düşüp kırılıyor, kumlar ortaya saçılıyor. Böyle anlarda ailenin sadece huzur ve güzelliği değil geçmişe terk edildiği sanılan hatıraları, marazları da taşıdığı anlaşılıyor.
İki âşığın genetik bir hastalıkla kesişen yolları bir noktada ayrılsa bile biri İstanbul’da, diğeri New York’ta aynı nefesi alıp vermeyi sürdürecekler… nefesleri yettiği sürece.
Ayfer Tunç, ilmek ilmek işlediği cümleleriyle modern bir destan yazıyor. Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura ailenin, arkadaşlığın, sadakatin, hastalığın ama en çok deliliğin ve acının öyküsü. Çünkü âşıklar delidir ve deliler acı çeker.
Umutlandı. Yüzü açık kalmış bir kitap gibiydi, aşk hakkında hiç söylemediği sözler satır satır okunuyordu. Mucizeler her zaman beklenir hayattan. Aşkın kendi varlığından gelen, iyileştirici bir gücü vardır ve kıyaslanacak olursa, aşkla geçen zamanın özgül ağırlığı, saatlerin gösterdiği zamanınkinden kat kat fazladır.
Aşk zamanın yoğunluğunu arttırmaya muktedir olan tek kimyadır.
6. Yapraklar Evi – Mark Z. Danielewski
“Bu şeytani derecede parlak kitabı elden bırakmak ya da sonuna varmadan okumaktan vazgeçmek imkansız.”
− Jonathan Lethem –
“Eğlenceli, dokunaklı, cezbedici, enfes bir dille yazılmış, biçimle içeriğin başarıyla iç içe geçtiği bir anlatı.”
– The New York Times Book Review –
“Pynchon’ı akla getiren şen şakrak bir tuhaflık, Nabokov’u akla getiren bir dilbilimsel takıntı ve Borges’i akla getiren bir gerçekdışılık. Yapraklar Evi, edebi türlerin sınırlarını ortadan kaldıran bir coşkuyla, postmodern bir şevkle ve piyasadaki bütün kitapları iyice gölgede bırakacak türden, takıntılı derecede geniş bir hayal gücüyle, enerjisi hiç dinmeyen kıpır kıpır bir kitap.”
– San Francisco Examiner and Chronicle –
“Yılın en iddialı, karmaşık ve heyecanla beklenen ilk romanlarından bir tanesi. Yapraklar Evi, daha önce okuduğunuz diğer romanlara hiç benzemiyor.”
– Newsweek –
“Bir göstergebilimci tarafından yazılmış bir aşk hikâyesi. Güftecilere özgü bir yüreği olan Danielewski hem yürek sızısına kulak veriyor, hem de bunu yaparken Derrida’nın gösterge teorisine.”
– Time Out New York –
“Elinize alın ve hafızanıza kazıyın. Her sayfada açılan sizin zihninizden başka bir şey değil. Her şey sizin zihninizde olup bitiyor.”
– The Village Voice –
“Melville’in Moby-Dick’i, Joyce’un Ulysses’i, Nabokov’un Solgun Ateşi neyi ifade ediyorsa, çok katmanlı Danielewski’nin Yapraklar Evi de aynı şeyi ifade ediyor.”
– San Diego Union-Tribune –
7. Labirent – Burhan Sönmez
“Evet. Genç bir adam ormanda kaybolmuş. Günler sonra yaşlı birine rastlamış. Yaşlı adam da uzun zamandır ormanda kayıpmış ve genç adama çıkış yolunu birlikte aramayı önermiş. Olmaz, demiş genç adam, seninle zaman yitiremem, çıkış yolunu bilseydin şimdiye kadar bulurdun. Ama, demiş yaşlı adam, ben çıkmayan yolları öğrendim. Hikâye böyleydi, değil mi?”
İntihar etmek isteyen genç bir müzisyen, gözünü hastanede açar. Hiçbir şey anımsamaz, şarkılarını bile. Toplumsal bellek ile kişisel belleğin birbirine karıştığı, her şeyin ölü bir tarihin parçası haline geldiği yerde, kuşku duymadığı tek gerçek vardır: Kaburgası kırık bedeni. Kendisine benzeyen bir kentte, unutmanın lanet mi yoksa lütuf mu olduğunu bilmeden, çıkış arar.Saatler, aynalar, deniz fenerleri. Labirent, yüzeyde hüzünle akan, derinde keskin akıntılara kapılan bir yeni çağ romanı.
8. Acı Bir Başlangıç Bu – Javier Marias
Madrid, 1980.
Kırk yıllık diktatörlükten sonra değişim rüzgârı İspanyol toplumunda ağır ağır esmeye başlar. Genç Juan de Vere, meşhur yönetmen ve yapımcı Eduardo Muriel’in özel sekreteri olarak çalışma hayatına ilk adımını atar. Patronu, güzel olduğu kadar kaygı verici eşi Beatriz Noguera’yla tanıştırır kendisini. Sonra arkadaş çevresiyle… Ne ki farkında olmadan genç sekreterine mahrem dünyasının ve anılarının gizli kapısını da açar böylece.
Önceleri patronunun sürdüğü hayattan gözü kamaşan genç sekreter sonraları, bu parlak dekorun karanlık bir arka tarafı olduğunu keşfeder yavaş yavaş. Örneğin, Eduardo Muriel neden karısından nefret etmektedir? Görünüşte amaçsız, uzun gezintileri sırasında karısı nerelere gider? Eski aile dostları olarak tanıtılan Doktor Van Vechten aslında kimdir, hakkında anlatılanlar doğru mudur?
Genç sekreter, bitmeyecekmiş gibi görünen şenliklerin yaşandığı Franco sonrası Madrid’de nefes kesen bir soruşturma sürecinde bu gizemlerin peşine düşer…
Arzunun, gücün ve suçluluk duygusunun yaşamlarımız üstündeki etkisini gözler önüne seren, sürükleyici bir roman.
9. Saflık – Jonathan Franzen
Çağdaş Amerikan edebiyatının en önemli temsilcilerinden ödüllü yazar Jonathan Franzen, Düzeltmeler ve Özgürlük’ün ardından bir kez daha “büyük roman” geleneğine bağlı kalarak modern bir klasik yaratıyor.
Bir anne ve kızın “tuhaf” ilişkisiyle başlayan olayların üzerindeki perde kalktıkça sınırları aşan ve yıllara uzanan girift bir ilişkiler sarmalı açığa çıkıyor. Tatminsiz bir aşk yoldan çıkmaya, bir sırrın ağırlığı kontrolü kaybetmeye, intikamın çürütücü hazzı ise yeni krizlere yol açarken doğru ve yanlış, iyi ve kötü, haklı ve haksız arasındaki çizgiler bulanıklaşıyor. Dünyadaki tüm dengelerin değiştiği, Doğu Almanya’nın ilkel fişleme yöntemlerinin yerini dijital casusluğa bıraktığı, yıkılan duvarların doyumsuzluk da dahil yeni sınırlar inşa ettiği uzun bir kesitte, değişmeyen nadir olgulardan birini; aile kurumunun çöküşünü de incelikle örüyor Franzen.
Başarılı olay örgüsü, derinlikli karakterleri ve sorgulatan bakış açısıyla Saflık uzun yıllar akıldan çıkmayacak, etkileyici bir roman.
10. Kanını Satan Adam – Yu Hua
Zor bir hayata doğmuştur Xu Sanguan: Babası çocukken ölür, annesiyse başka bir adamla evlenip onu terk eder. Dedesi ve amcasının sahip çıkıp büyüttüğü Xu Sanguan artık şehirdeki ipek fabrikasında çalışan genç bir işçidir. Amcasını ziyaret ettiği bir gün, kan satmaya giden iki arkadaşının yardımıyla o da kanını satar. Eline geçen parayı sadece ailesi için harcaması gerektiğine inandığı için evlenmeye karar verir. Xu Yulan’la evlenir ve üç oğlu olur. Büyük oğlu Yile hakkındaki bir gerçeğin ortaya çıkmasıyla sarsılır. Kültür Devrimi, kıtlık yılları gibi zor ve toplumu altüst eden dönemlerde ne zaman başı sıkışsa bir kuyudan su çeker gibi damarlarından kan çektiren ve mücadeleden asla vazgeçmeyen Xu Sanguan’ın öyküsü, tüm bunların yanında yaşama dair birçok tuhaflığı da barındırır.
Kalbin tek bir atışıyla kanın tüm vücuda yayılması gibi, Yu Hua da basit fakat usta işi cümlelerle kurduğu bu olağanüstü öyküde, âdeta insan ruhunun ve yaşamın kılcal damarlarına ulaşır.
Daha önce Yaşamak adlı romanını yayımladığımız Yu Hua’nın en önemli eserlerinden Kanını Satan Adam’ı Erdem Kurtuldu Çince aslından çevirdi.
11. Dünyadan Aşağı – Gaye Boralıoğlu
“Önümde belki bir dakika var, belki bin dakika.Belki bir gün var, belki bin gün… Geride ise yüzlerce hatayla, çok eksiklerle, dile gelmemiş suçlarla, telafi edilmemiş ihmallerle dolu bir hayat. Hangisini, ne ara düzelteceğim? Nereden başlayacağım kendi cennetimin yolunu döşemeye? Zamanla yarıştan galip çıkan var mıdır? Kader, insanın başına gelen değil midir? Bu sonsuz ihtimalli dünyada, Allah katında mükemmel bir düzenek kurmak mümkün müdür? Çok zor… İşim çok zor. En iyisi, çekyatta derin bir uyku.”
Kıpırtılar, yanılgılar, yalanlar. Haliç’te olmayan dalgalar. Tek tek düşen harfler. Döke saça, döne döne dağılan Hilmi Aydın. İnsan dediğin… Yaralı bir hayvandır zaten. Dünyadan Aşağı, babalar ve oğulları, sesleri ve susuşları, riyakârlığı, şimdiyi ve geçmişi, parantezin içini anlatıyor. Kaç yalan bir cehennem eder? Gaye Boralıoğlu, su gibi akan berrak bir dille, seneler sonra dahi konuşulacak yeni bir roman karakteri resmediyor, sıradışı ve yanıbaşımızda.
12. Kumandanı Öldürmek – Haruki Murakami
Hepimiz hiç kimseye açamayacağımız sırlarla yaşıyoruz…
Dünya edebiyatının tartışmasız en büyük yazarlarından olan Haruki Murakami’den gerçek bir şaheser… İlmek ilmek örülmüş bir gizem hikâyesi… Kumandanı Öldürmek yalnızlığı bir yük olarak görmeyen, yeri geldiğinde yalnızlığını bir madalya gibi göğsünde taşıyanlar için yazılmış bir roman. Tıpkı bir dağ başında yalnız bir hayat süren, bu yalnız varoluşuyla gizemli bir şeyleri hayatına davet eden roman kahramanı gibi. Bu muhteşem romanı okurken yol arkadaşımız yine müzik olacak… Mozart’ın Don Giovanni’sini, Strauss’un Güllü Şövalye’sini başucu müziğimiz yapacağız. Kumandanı Öldürmek’in gizemli labirentlerinde kaybolurken Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby’sine selam gönderecek, Orwell’ın 1984’ü yazarken inzivaya çekildiği o adayı merak edeceğiz… Ve hepsinden önemlisi “büyülü bir dünya”da yaşadığımızı bir kez daha anlayacağız.
13. Başkasının Yüzü – Kobe Abe
Japon edebiyatinin büyük ustasi kobo abe’den unutulmaz bir roman:
“başkasinin yüzü” yüzünüz tümüyle yandi, yeniden yapildi, şimdi başka bir yüzünüz var. Kendinizi taniyamaz haldesiniz, başkalari da sizi taniyamaz halde. Peki şimdi nasil yaşayacaksiniz?
Hiroshi Teshigahara tarafından aynı adla sinemaya uyarlanan roman dünya çapında büyük ilgi görmüştü.
14. Yedi Yıl – Peter Stamm
Alexander birbirinden çok farklı iki kadın arasında kalmıştır. Bir yanda üniversitede tanıştığı, üst sınıf bir aileden gelen, güzel, iyi eğitimli, hırslı Sonja; diğer yanda silik, neredeyse çirkin, sessiz sedasız, “kendini birilerine, hatta kendine bile beğendirmeye dair her türlü umudunu yitirmiş” gibi görünen Katolik, Polonyalı göçmen Iwona. Alex, kendi tasarımları olan bir evde yaşamayı ve birlikte başarılı bir mimarlık ofisi kurmayı hayal ederek Sonja ile evlenir fakat anlam veremediği ve kendisine yakıştıramasa da yıllar içinde bir türlü engel olamadığı bir çekimle dönüp dolaşıp Iwona’nın yanında, onun o yoksul, loş odasında bulur kendini. Hayalleri bir bir gerçeğe döndükçe Alex de yaşamını, değerlerini, seçimlerini sorgulama noktasına gelecektir.
İsviçre’nin son yıllarda en çok konuşulan yazarlarından biri olan, eserleri otuz yedi dile çevrilen Peter Stamm akıl sır ermez insan doğasını, mutluluk ile bitmeyen imtihanımızı bir aşk üçgeni vesilesiyle resmederken ustalığını konuşturuyor. Yedi Yıl, modern hayatın çarkları arasında kendini keşfetmeyi geciktiren ruhları mercek altına alan farklı, çarpıcı ve cesur bir roman.
15. Suat’ın Mektubu – Ahmet Hamdi Tanpınar
Tanpınar Arşivi’nden yayına hazırlanan ilk kitap : Suat’ın Mektubu
Tanpınar, Huzur’u yayımladıktan sonra yaptığı bir söyleşide kendisine yöneltilen, “Huzur devam edecek diyordunuz?” sorusuna “Edecek, tabii edecek. Mümtaz ölmemiştir. Hâlâ yaşıyor ve yeni bir insan olarak doğmak için beni zorluyor” cevabını verir ve şunu ekler: “Fakat daha evvel Huzur’un öbür kısmını neşredeceğim, yani Suat’ın Mektubu’nu. Küçük bir eser, okuyucu orada Mümtaz’ın meselelerini daha başka bir planda görecektir.”
Tanpınar’ın bu niyetini kuvveden fiile çıkardığını İÜ Türkiyat Enstitüsü’nde bulunan arşivindeki sayfalar göstermektedir. Bu sayfalar, eksik de olsa Tanpınar’ın “küçük bir eser” olacak dediği mektup üzerinde ciddi bir emek harcadığını göstermektedir. Sayfaların büyük bir kısmı daktilo edilmiş, bunların her biri daha sonra eski yazıyla bol miktarda çıkmalar ve eklemelerle epeyce değiştirilmiştir. Daktilo edilmesi, kalemle yazmayı tercih ettiğini bildiğimiz Tanpınar’ın metni en azından bir defa elinden çıkardığını, daha sonra üzerinde yeniden çalışmaya başladığını gösteriyor.
Suat’ın Mektubu; Huzur romanının karakterlerinden Suat’ın, arkasında Mümtaz’a hitaben yazdığı bir mektup bırakarak intihar etmesini işler. Huzur’da bir paragrafı yer alan bu mektupta Suat açısından Mümtaz’ın anlatılması ve Suat’ın kendi içine dönerek kendisini açıklaması ilgi çekicidir. Bu yarım kalan eseri kitaplaştırmayı tercih etmemizin nedeni de Huzur romanıyla olan bu doğrudan ilişkisidir.
İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nde bulunan Tanpınar Arşivi, Prof. Dr. Handan İnci’nin çabalarıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Marmara Üniversitesi ve İÜ Türkiyat Enstitüsü’nün işbirliğiyle dijitalleştirilmiştir. MSGSÜ bünyesinde kurulan “Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Araştırmaları ve Uygulama Merkezi” tarafından arşiv üzerinde çalışmalar devam ettirilmektedir. Suat’ın Mektubu, bu çalışmaların ilk ürünüdür.
Suat’ın Mektubu’nu kitapta üç farklı şekilde göreceksiniz. Birinci bölümde, Tanpınar’ın üzerini çizdiği kelime ve satırlar metinden çıkarılmış, gerekli yerlerde sayfaları birbirine bağlayacak kısa notlar konulmuştur. Bu şekilde yazarın metnine sadık kalınarak bir kurgulamaya gidilmiştir. İkinci bölümde ise aynı sıralamaya bağlı kalmakla birlikte bu defa hiçbir ayıklama yapılmamış, üstü çizili bütün kelimeler ve iptal edilmiş paragraflar olduğu gibi muhafaza edilmiştir. Bu bölümde ayrıca arşivdeki sayfaların görsellerine de yer verilmiştir.
16. Y – Cem Akaş
Y kromozomunun yeryüzünden silinmiş olduğu, artık yalnızca kadınların yaşadığı bir dünya. Geçmişin siyasetinden, ekonomisinden, toplum yapısından, kültürel birikiminden, ilişki biçimlerinden nefret edilen bir dünya bu, çünkü hepsi erkek yapımı. Artık yeni kurallar var, çünkü eski insanlar yok.
Constantine, böyle bir dünyaya doğan bir erkek çocuk. Nasıl olduğu bilinmiyor. Onu kapılarının önünde bulup evlat edinen iki kadın, oğullarını tam bir kız gibi yetiştiriyor ve cinsiyetini herkesten –özellikle de devletten– gizlemeyi başarıyorsa da, bu yolun sonunun kısa sürede gelmesinden korkuyorlar.
Y, kadınlar ve erkekler üzerine, arada sıkışmalar ve geçişler üzerine, toplum üzerine, ama en çok da koca dünyada yapayalnız kalmak üzerine bir mücadele romanı.
17. Rüzgarın Şarkısını Dinle – Haruki Murakami
Kesinlikle güzel biri değildi. Ancak “güzel biri değildi” demekle ona haksızlık etmiş olurum. “O, kendine yakışır güzelliğe sahip biri değildi” demek daha doğru bir ifade olur.Tek bir fotoğrafı var bende. Fotoğrafın arkasında tarih ve not da var; 1963 Ağustos. Başkan Kennedy’nin başından vurulduğu yıl. Yazlık bir yerlerde gibi, sahildeki dalgakırana oturmuş, biraz keyifsiz bir şekilde gülümsüyor.
Saçı Jean Seberg modelinde kısacık kesilmiş, kırmızı çizgili kumaştan, uzun kollu bir elbise giymiş. Hem biraz tuhaf, hem de güzel görünüyor. İnsanın yüreğine dokunan bir güzellik bu. Kız arkadaşımın neden öldüğünü kimse bilmiyor. Kendisinin bilip bilmediğinden de şüpheliyim nedense.
Haruki Murakami’nin yirmili yaşlarının sonunda yazdığı, çevrilmesine yıllar sonra izin verdiği ilk romanı Rüzgârın Şarkısını Dinle Murakami okurlarını şaşırtacak ipuçlarıyla dolu…
18. Sadık Ruslan – Georgi Vladimov
Cehennemi, onu cennet sanan bir köpeğin gözünden anlatmak:
Kitabın amacını böyle tanımlıyor Vladimov.
Sovyet dönemi Rus edebiyatının tıpkı Bulgakov, Platonov gibi değeri çok sonradan anlaşılan dehası Georgi Vladimov’un başyapıtı Sadık Ruslan, yazıldığı yıl (1965) siyasi nedenlerle
yayımlanamadı. Fakat mücevher değerindeki bu kitap samizdat yoluyla elden ele dolaşarak zamanla bir kült mertebesine yükseldi ve ancak 1975’te Batı Almanya’da sansürsüz tam metin
halinde yayımlanabildi.
Sibirya’daki mahkûm kamplarından birinde özel eğitimli, sahibine ve Görev’e sonsuz sadakatle bağlı bir köpektir Ruslan. Ancak bir gün, özellikle Ruslan için düşünülmesi bile imkânsız bir olay gerçekleşir ve her şey altüst olur.
Annesi de bir Gulag kurbanı olan Vladimov’un kaleminden bu muhafız köpeğinin tüm benliğine ve yaşadıklarına şahit olan biz okurlar, Ruslan’la birlikte dönüşü olmayan bir yola gireriz.
Ruslan’ın gözünden yansıyanlar biz iki ayaklı akıllıların ruhlarındaki acımasızlığı, barbarlığı, bencilliği tüm derinliğiyle gösterir.
Politik bir alegori, modern bir fabl veya efendi-köle öyküsü… Farklı şekillerde yorumlansa da sarsıcı bir başyapıt olduğunda hemfikir olunan Sadık Ruslan’ı Kayhan Yükseler Rusça aslından çevirdi.
19. Felaketzedeler Evi – Guillermo Rosales
Küba’nın 47 yaşında intihar eden dâhi yazarı Guillermo Rosales’in, ağır bir şizofreniden muzdarip olduğu günlerde kaldığı zamanlardakine benzeyen bir bakımevini anlattığı Felaketzedeler Evi’nin baş karakteri William Figuares, –yine tam da yazar gibi– Küba’dan Miami’ye gelmiş sürgün bir yazardır. Ama halası, onu göçmenlerin çoğunlukta olduğu “bakımevi”ne yerleştirince burada bambaşka bir dünya bulur: Tersine işleyen bir Amerikan rüyası. “Dışarıda bakımevi diyorlardı oraya, ama mezarım olacağını biliyordum ben,” der William burası için. “Hayattan umudunu kesmiş insanların sığındığı, kıyıda köşede kalmış barınaklardan biriydi. Kaçıklar çoğunluktaydı. Yapayalnız ölsünler, kazananların başına bela olmasınlar diye aileleri tarafından bırakılan yaşlılar da vardı.”
Felaketzedeler Evi’nin sakinleri, yeryüzündeki kişisel felaketlerin cisimleşmiş özetini sunarlar âdeta. Fakat bir süre sonra William, kendisi gibi bir felaketzede olan Francis’le tanışır. O güne dek içinde bir boşluk duygusu ve elinde İngiliz şairlerin kitabıyla yaşayıp giderken ruhunda bir umut filizlenir: Yeniden hayal kurup planlar yapmaya ve Beatles şarkıları mırıldanmaya başlar.
1987’de Octavio Paz’ın oyuyla Letras de Oro Roman Ödülü’nü kazanan ve bugün Küba edebiyatının kült kitaplarından biri olarak kabul edilen Felaketzedeler Evi’ni Gökhan Aksay İspanyolca aslından çevirdi.
20. İhtişam – Vladimir Nabokov
“Yıldızlı evrenin trapezlerinde uçaninsan düşüncesi, altında uzanan matematikle birlikte, ağla çalışan ama birdenbire ağın aslında orada olmadığını fark eden bir akrobata benzer – Martin bu baş dönmesine kadar giden, yeni bir hesapla korkusunu aşanları kıskanıyordu.” “İhtişam, döneminin genç Avrupalı yazınının en iyi örneklerinde mevcut olan sivri dilli ama bir o kadar da kayıtsız mesafeliliğe sahip.”
V.S. PRITCHETT
“Kadehimizi Nabokov’a kaldıralım! İhtişam isminin hakkını veriyor. Dili müzik gibi ahenkli, en güzel sahneler adeta bir şampanyanın mantarının patlaması gibi.”
-KIRKUS REVIEWS-
21. Peygamberin Endişesi – Yavuz Ekinci
Mahşeri bir kalabalığı taşıyan metrodan inip, hayatta kaldığınız her güne şükrettiğiniz, bütün isyanınızı Twitter’dan dile getirdiğiniz, huzuru Instagram’da bulduğunuz sakin hayatınızın sıradan bir gününde düşle gerçek arası bir şey yaşasanız… Örneğin baş melek Cebrail size görünüp, “ahir zaman peygamberi” olduğunuzu ilan etse ve Tanrı’nın ilk emrini size iletip “Bak!” dese… Ne yapardınız?
Peki en az sizin kadar sıradan biri karşınıza çıkıp peygamber olduğunu söylese ne yapardınız?
22. Ajar – Barış Andırınlı
Barış Andırınlı, edebiyat dünyamıza taze bir soluk getiren romanı Kopoy’dan sonra, Ajar’da da yalın bir dil ve dokunaklı bir öyküyle baş başa bırakıyor bizi. Birçok farklı mesleğin ardından sokak sanatçılığına soyunan, kendine özgü sıradışı yeteneği olan bir kahramanın, Anadolu’dan İstanbul’a uzanan tuhaf yaşamından sahneler izletiyor.
“Buraya ilk kez ayak basıyordum. Tekin yerler değildi. Küçüktüm. Babam fundalığı sınır çekmişti. Ötesini yasaklamıştı. Evi buldum. Tarlanın içindeydi. Tarla dediğim bahçe. Bir dönüm çorak arazi. Gül eksen taş büyür. Toprak yüzüne tükürür. Üzerinde tek göz bir kulübeydi. Sanki terk edilmişti. Kararmış ahşap. Çürümüş. Harap. Çatısı birkaç yerden bel vermişti. Kıyısı köşesi muşambayla yamanmış. Bir camı kırılmıştı. Kırık yer kartonla kapanmış. Etrafına paçavra tıkanmıştı. Önünden bir yol su akıyordu. Pis. Lağım. Kokunun üzerinden atladım. Kulübe yanında bir ip geriliydi. Don atlet entari asılıydı. İnsan yaşadığını öyle anladım. Kapıya geldim. Aralıktı. Ajar. İşte. Bütün ahlaksızlıklara davet çıkartıyordu. Musibeti buyur ediyordu. İttim. Açıldı.”
23. Gidiyor Gitti Gitmiş – Jenny Erpenbeck
“Ağustos sonunda bir perşembe günü on adam, Berlin’deki Kırmızı Belediye Binası’nın önünde toplanıyor. Açlık grevi yapacakları söyleniyor. Tenleri siyah. İngilizce, İtalyanca, Fransızca konuşuyorlar. Ve burada kimsenin anlamadığı bazı başka dilleri. Adamlar ne istiyor?”
Emekli profesör Richard kendi hayatına dair sorularla boğuşurken, Berlin’in göbeğinde işgal eylemi yapan Afrikalı mültecilerle karşılaşır ve sorularının yanıtlarını hiç kimsenin aramadığı bir yerde, bu genç insanların arasında aramaya karar verir. Bu, yaşlı Avrupa’nın yaşlı sakinlerinden Richard’ın, bakışlarını ilk kez kendinden başka olana çevirdiği andır. Dünya mülteci kriziyle sarsılırken Richard ilk kez kendi küçük, güvenli kozasından dışarı çıkar.
Jenny Erpenbeck’in son romanı Gidiyor, Gitti, Gitmiş ülkelerinden kaçmak zorunda kalanların, ölümü ve zulmü savuşturanların sonsuz bekleyişe mahkûm edildiği bir dünyadan, bizim dünyamızdan söz ediyor. Bakmak ile görmek arasındaki ilişkiyle hesaplaşan bir roman bu. Bakıp da görmeyenlerin, görmek istemeyenlerin sığlığını yüzümüze vuruyor. Gidiyor, Gitti, Gitmiş insanın yüzleşmekten kaçamayacağı doğru soruları soruyor.
24. Islak Balık-Gereon Rath’ın İlk Vakası – Volker Kutscher
Cumhuriyeti’nin kırılgan demokrasisi çöküyor, Nazilerin iktidarı yaklaşıyor… Volker Kutscher, bu dönemin atmosferini, polisiye edebiyatın dünyası içinden anlatıyor. Cinayet şubesinden ahlâk masasına sürülmüş olan Komiser
Rath, Berlin’in canlı pornografi piyasasının, çılgın gece hayatının cürümleriyle meşgul olurken, daha “ciddi” işlere uzanan bir cinayetle karşılaşacaktır. Zaten o yıllarda, Berlin’de yaşanan hemen her hadise Nazi’lerin komünistlere karşı yürüttüğü “sokak savaşına” değmektedir bir ucundan. Kutscher’in büyük ilgi uyandıran dizisinin bu ilk kitabında diğer “kahramanlarımızla” da tanışıyoruz. “Buda” lakaplı cinayet masası şefi Gennat’la, sıradışı polis sekreteri Charlotte’la, karizmatik mafyacı Marlow’la…
25. Unutmanın Genel Teorisi – Jose Eduardo Agualusa
Angola bağımsızlığını kazanmadan hemen önce, Ludo yaşadığı apartman dairesinin kapısına bir duvar örer. Burası onun otuz yıl boyunca ayrılmayacağı yuvasıdır artık. Terasında yetiştirdiği birkaç sebze ve yakaladığı güvercinlerle beslenir. Isınabilmek için kitapları, mobilyaları yakar. Ve evin duvarlarını kendi hikâyesiyle kaplar, satır satır işler yalnızlığını.
Ancak dış dünya bırakmaz Ludo’nun yakasını, yavaş yavaş sızar hayatına: Radyoda bir cızırtı, yan daireden bir ses, peşindekilerden kaçan bir adam, ayağına not bağlı bir güvercin. Ta ki bir gün küçük Sabalu, yan binaya kurulan inşaat iskelesine tırmanarak Ludo’nun terasına çıkana kadar…
Angola’nın bağımsızlık öyküsüyle birlikte akan Ludo’nun öyküsü bu, evinden dışarı çıkmayan bir kadının duvarlarında yankılanan gerçek bir hikâye.
26. Kalp Gidince – Margaret Atwood
“Tek kelimeyle, daha doğrusu üç kelimeyle: Anlamlı bir hayat.”
Tektip giysilerin, beton duvarların, şirketlerin kâr ve zarar tablolarının, seks robotlarının, reklam sloganlarının ortasında kalp sevmeyi unutacak mıdır?
ABD’deki ekonomik krizde işsiz ve evsiz kalıp arabalarında yaşamaya çalışan Chairmaine ve Stan kendilerine yeni bir yaşam vaat eden Pozitron Projesi’nin ilanını görürler. Çevresi duvarlarla çevrili bu yeni yaşama katılan herkes, yılın bir ayını dış dünyada, Consilience’te, güzel bir hayat sürerek; bir ayını da Pozitron’da mahkûm olarak geçirmektedirler. İnternetin, dış dünyayla bağlantının olmadığı Pozitron’da ancak yönetimin izin verdiği dergi ve gazeteler okunabilmektedir. George Orwell’in 1984’ünün hüküm sürdüğü Pozitron’da en önemli projelerden biri insan beynindeki sevgi anlayışını yok edip insanlara sevmeyi değil boyun eğmeyi öğretmektir.
27. Misafir – Nermin Yıldırım
Nermin Yıldırım okura bu kez garip bir Ev’in; hemşirelerin “abla”, hastaların “misafir”, başhekimin “baba” diye adlandırıldığı, her geçen gün daha katı kurallarla yönetilen tuhaf ama bir yandan da çok tanıdık bir akıl hastanesinin kapılarını aralıyor. Biri Ev sahibi, diğeri misafir, biri genç, diğeri yaşlı, biri geçmişe, diğeri geleceğe bakan Esin ve Rikkat’ten hareketle, içeridekilerin ve dışarıdakilerin, tek tek çıldırmaktan vazgeçip topluca delirenlerin buruk, muzip ve her şeye rağmen ümit dolu hikâyesini anlatıyor.
Yıldırım, Misafir’de yetkin ve zengin diliyle, yakın geleceğe dair ürkütücü, tuhaf ama bir o kadar da tanıdık bir dünya yaratıyor. Baskıcı bir düzende, bir akıl hastanesinde kurduğu bu dünya, dış dünyanın hem bir parçası hem de ta kendisi gibi görünüyor.
Misafir, normalini yitirmiş, çokça incinmiş, bolca incitmiş bir dünyada, kırılmış hayallerin, ertelenmiş sevgilerin, hakkıyla yaşanamamış ömürlerin ortasında, kendine sığınacak yer arayanların romanı. Yıldırım, sızının ve şifanın hikâyesini, o derin anlatımıyla, incelikle, şefkatle dokuyor.
28. Manves City – Latife Tekin
… bizim gelincik tarlamız da bir dahaki bahara yok, Manves almış orayı da, üst yamacından çevirmeye başlamışlar bile, telefon fabrikası kuracaklarmış, Erice’nin yoksulu, sahipsizi bol nasıl olsa, işçi bulmaktan yana sıkıntı çekmiyorlar.
Manves City, Türkiye’nin büyük şirketlere teslim olan bir beldesinde, Erice’de yaşananları gözler önüne seriyor. Yıllar sonra hapisten çıkıp memleketine dönen Ersel, dev üretim tesislerinin ve fabrikaların ele geçirdiği bir Erice’yle karşılaşır. Yuvası dağılmış olan Ersel kayıplara karışan üvey kızının peşine düşer. Bu dokunaklı yolculuğunda, yerel bir gazetede yazılarıyla halkın sesi olan çocukluk arkadaşı Nergis, ona eşlik edecektir.
Sürüklenme’yle aynı anda yayımlanan Manves City, yoksullaşan insanların, yok edilen doğanın, katledilen kadınların, kirlenen derelerin, acımasız holdinglerin, günümüz Türkiye’sinin romanı. Latife Tekin, Sürüklenme’yle birbirine el uzatan Manves City’de yepyeni, duru bir dille işsizleri, yoksulları, ağaçları, çocukları; bu büyük yıkıma direnenleri yazıyor.
29. Melezler – Stephen Graham Jones
Korku edebiyatının postmodern yazarı Stephen Graham Jones’tan hayatta kalmak, ait olmak, kimliğini bulmak üzerine yazılmış ve kurtadam literatürüne derin bir çentik atan eşsiz bir büyüme öyküsü.
Tıpkı ailesi gibi o da bir dışarlıklıydı. Zorluklara rağmen katlanılabilir hayatını teyzesi Libby ve dayısı Darren’la birlikte onları anlamayan ve istemeyen bir toplumdan uzakta geçirmek zorundaydı. Melezlerdi onlar, bulanık kanlılar, hiçbir yere ait olamayanlar. Vakti geldiğinde teyzesi ve dayısıyla yollarda geçen bir yaşamı mı yoksa onlardan uzakta, yolun kenarında kalan diğer insanlarla geçen bir yaşamı mı tercih edeceğine kendi karar verecekti. Zira onun da bir kurtadam olup olmadığı yakın zamanda belli olacaktı.
Melezler şimdiki zamanla geçmiş arasında mekik dokuyan ve bu sayede kendini ve dünyadaki yerini anlamaya çalışan bir çocuğun unutulmaz panoramasını gözler önüne seriyor.
Dönüşüm yaklaştı… Ama korkma, içindeki canavar dışarıdan daha ürkütücü değil.
30. Tuhaflıklar Fabrikası – Eyüp Aygün Tayşir
Ne müfessirim ne de kutsal kitapların sırlarını ifşa etmek haddim. Lakin belki de sürgünümüz budur, kim bilir? Şimdi lütfen beni, numarasını açık etmek için pürdikkat izlediğiniz bir gözbağcıymışım gibi izleyiniz. Sonuçta yine hayret edecek olsanız da…
Büyük Âlim, İçdeniz’in kıyısında tuhaflıklarla örülü tarihî üniversite binasında anlatılan bir efsane… Genç bir asistan, Büyük Âlim’in esrarengiz yazmasının peşine düşer ve geri dönüşsüz bir arayışın içinde kaybolur.
Eyüp Aygün Tayşir’in ikinci kitabı ustalık döneminin başladığını müjdeliyor. Tuhaflıklar Fabrikası, metinlerin gizemli dünyasının romanı. Kedili karanlık bir orman, büyülü bir alegori… Bir kitap, diğerine açılan kapı olabilir mi?
31. Bahar Yağmurları – Karl Ove Knausgaard
“Karl Ove’un yeteneğinde dikkati çeken şey, ki bu yetenek bugünlerde ender bulunuyor, tamamen anda bulunması ve kendi varlığının farkında olması. Her detay süsleme ve gösterişten uzak bir biçimde ortaya konuyor, sanki yazmak ve yaşamak eşzamanlı meydana geliyormuş gibi hissediyorsunuz… Sizi tamamen içine çekiyor olması gerçeği dışında göze çarpan bir şey yok. Onun hayatını onunla birlikte yaşıyorsunuz… Ove’un kitabının pek kibirli başlığı, bir yetişkinden beklenen hayatı gözlerinizin önüne getirmeye çalışırken, sürekli olarak önünüze çıkan kötü bir şaka gibi. Nasıl daha şu anda olunur, nasıl daha duyarlı olunur? Kendimiz hakkında, başkaları hakkında? Başkaları için?” Zadie Smith, The New York Review of Books
“Kavgam Serisi günlük hayatın dayattığı dipsiz gizem yığınını araştırıyor… Knausgaard’ın yaklaşımı sade ve titiz, kimi zaman sıradan, ama bunu asla kağıda dökmüyor. Onun teması hayatın bütününün kendi kendisiyle bir arada var olduğu gerçeğinin güzelliği ve dehşeti. Tüm edebi aldatmacaları terk ederek mükemmeliyete konan gerçek bir kahraman, çıplaklığı kraliyet şıklığını alt eden bir imparator.” Jonathan Lethem, The Guardian
“[Knausgaard] sıradan şeylerin simyacısı… Bu yazar gerçek zamanda yüksek bir bina inşa ediyor. Çağımızda çok az sanat projesi ilgilenilmeyi bundan daha fazla hak ediyor.” Dwight Garner, The New York Times
32. Elimde Viyoletler Beklenen Sevgili – Selim İleri
Türk edebiyatının ustalarından Selim İleri’den duymak, hissetmek isteyenler için enfes bir beste!
Elimde Viyoletler / Beklenen Sevgili, bir ayna; mektuplar kâğıda döküldükçe aynanın içi açılıyor, sonrasında ortaya son derece kişisel ve cesur bir metin çıkıyor!
Şefkati’ye yazılıyor her şey. Yazan kişi basımevinde musahhih. Emekliliği yaklaşmış devlet memuru. Şefkati kim? Bunca mektup neden yazılıyor? Selim İleri, imlanın sınırlarını bilinçli bir şekilde zorlayarak, bu “heyûlâ”yı bile isteye kurguluyor. Okurun yüreğini perde perde bükerken onu, içli hayat dökümlerine bir kader ortağı olarak konuk ediyor…
Onca mektubu yazan kişi; mâziye asla dönülemeyeceğini bilebiliyorsa, yaşamaya hâlâ susayabiliyorsa, her günün hercümercinden kurtulabiliyorsa, hatıraların canını fena halde yakmasına aldırış etmeyebiliyorsa, rüyalar sayesinde! İki satır karşılık, bir ses, umut hep umut talep ediyor, saadetsizlik çukurunda. Musikî gönlünü çelse de çelmese de köşede bir yerde “piyano” hep duruyor…
Belki hiçbir şey yazılmıyor, kim bilir!
“Yazdıklarımı ne olur oku; başkalarına, beni tanımayanlara yazmam imkânsız! Kendime merhametim ağır basmasa yapmayacağım çılgınlık yok. Beni oku, nefes almam için ümitler ver!”
33. Altın Ev – Salman Rushdie
Amerika’nın gizli kimliğinin bir süper kahraman değil bir süper kötü olduğu anlaşıldı. En iyiler bütün inançlarını yitirmiş, en kötüler tutkuyla dolmuştu ve haksızların öfkesi haklıların zayıflığını ortaya çıkarmıştı. Fakat cumhuriyet yine de varlığını iyi kötü sürdürdü.”
Salman Rushdie Altın Ev’de sadece zengin bir göçmen ailenin öyküsünü ve Hindistan’daki inşaat ve kara para aklama odaklı mafya düzenini anlatmıyor. Son yılların Amerika’sının da kapsamlı bir sosyal-siyasal panoramasını çiziyor ve ulus çapında kimlik arayışına parmak basıyor. Obama’yla başlayıp yeşil (turuncu) saçlı politikacının seçilmesiyle biten sürece dair unutulmayacak bir roman.
Altın Ev, içeriği, biçemi, anlatım gücü ve zenginliğiyle elinizden bırakamayacağınız bir başyapıt.
34. Bir Kutup Ayısının Anıları – Yoko Tawada
Ödüllü yazar Yoko Tawada’dan buluşlarıyla benzersiz, yaratıcılığıyla ilham veren bir roman: Bir Kutup Ayısının Anıları. Tawada, düş ile gerçeği ustalıkla iç içe geçiren bu metinde üç kuşak kutup ayısının yaşamlarına bakarak ironiden nasibini fazlasıyla almış, alternatif bir Avrupa resmi çiziyor. Kiev’de yaşayan bir kutup ayısı, yazının sağaltıcı gücünü keşfediyor ve akabinde sansürden sürgüne, insanlık marifetleriyle tanışıyor; Doğu Almanya’da gösteri yapan bir kutup ayısı, bir kadına âşık olup ilk öpücüğünü tadıyor; Berlin Hayvanat Bahçesi’nde dünyanın en meşhur kutup ayısı bebek Knut, ilk adımlarını atıyor ve Bir Kutup Ayısının Anıları, bir otobiyografinin nasıl yazıldığını anlatıyor. Kuzey Kutbu’nun ıssız ufuklarından parlak sirk ışıklarına, eski Sovyetler Birliği’nden yeni Berlin’e uzanan bir roman bu; eli kalem tutan üç kuşak kutup ayısının sayfalarında özgürce gezindiği, yazının tüm olanak ve olasılıklarını zarafetle irdeleyen bir roman.
Gerçeküstü olanı şaşılacak bir hakikat duygusuyla kuşatan, Kafka ve Bulgakov’un klasiklerine göndermeler yapan Bir Kutup Ayısının Anıları, yazının sonsuz olanaklarını gözler önüne seriyor. Karşınızda: Buz gibi güzel, kalem kadar keskin ve bir kar tanesi kadar eşsiz bir metin.
35. Dans Zamanı – Zadie Smith
Yıl 1982, Londra’nın fakir bir semtinde yaşayan iki melez kız çocuğu dans dersinde tanışır. Tracey çok iyi bir dansçı, özgürlüğüne düşkün ve her türlü zorlu şartta hayatta kalma becerisine sahip bir asi. Arkadaşıysa dünyayı gözlemlemekte, çelişkilerini fark edip onu anlamakta yetenekli. Bu iki kız,dostlukları kesintilere uğrasa da onları yıllar boyu birbirlerine bağlayan ortak noktaları ve aralarında gizli bir rekabete yol açan farklılıklarıyla, bazı seçimler yapacak ve bambaşka yerlere varacaklar. Kimin daha başarılı, daha mutlu ya da daha özgür olduğunuysa belki her ikisi de asla bilemeyecek.
İnci Gibi Dişler ve Güzelliğe Dair romanlarıyla tanıdığımız bol ödüllü yazar Zadie Smith’in olgunluk dönemi eseri Dans Zamanı, Elena Ferrante’nin Napoli Romanları’nı hatırlatan bir “arkadaşlık buildungsromanı”. Londra kenar mahallelerinin kendine özgü seslerinden Batı Afrika’nın bambaşka bir ritmi olan sokaklarına uzanan roman; kökler, dostluk, müzik ve dans üzerine, kendisi de bir dansı andıran capcanlı bir hikâye anlatıyor.
36. Falconer Hapishanesi – John Cheever
Uyuşturucu bağımlısı Profesör Ezekiel Farragut, kardeş katlinden on yıl hapse mahkûm olur. Karısının azap verici ziyaretlerinin, hapishane yaşamının vahşi tekdüzeliğinin ve hafızanın ağır yükünün ortasında insanlığını korumaya, kefaretini ödemeye çabalamaktadır.
Falconer Hapishanesi’nde Cheever, edebiyatında önemli bir yer kaplayan banliyöden uzaklaşıyor. Ama parmaklıkların ardında bir hapishane romanından çok daha fazlasını yazıyor. Farragut’ın hikâyesinde kendi korkularıyla, kendi karanlığıyla yüzleşen yazar; özgürlüğü, insanın kendi zihninin ve bedeninin içinde özgür olabilme çabasını anlatıyor. Cheever’ın birçoklarınca başyapıtı sayılan ve hakkında en çok yazılan eserlerinden biri olan Falconer Hapishanesi, insanlık durumu üzerine büyüleyici bir kıssa niteliğinde.
37. Yabancı Bir Baba – Eduardo Berti
İki baba ve her birinin oğullarıyla sessiz, neredeyse namevcut ilişkisi. Yabancı babalarının esrarını anlamaya çalışan iki aile. Anavatanlarından uzakta, anadillerini kullanamadıkları ülkelerde kendilerini yeniden yaratmaya çalışan göçmenler. Tutkuyla başka yazarların yapıtlarını okuyan ve bu yapıtlardan kalkarak kendi hayatlarındaki bir gizemi kazıp çıkartmaya çalışan yazarlar. Kilit altında tutulan, kolay paylaşılamayan sırlar.
Arjantinli yazar Eduardo Berti’nin otobiyografik öğeler de taşıyan romanı, yaklaşık yüz yıl arayla iki farklı zamanda ilerliyor. Göçmenlik, aile sırları, geçmişle hesaplaşma gibi kadim olduğu kadar günümüzde de yakıcılığını sürdüren meseleleri var. Karmaşık olay örgüsünde hiçbir ayrıntı tesadüfi veya rasgele değil.
38. Yolun Sonundaki Ev – Oya Baydar
Morsalkım bütün cepheyi sarmış, üç katı aşıp çatıya kadar tırmanmış, salkım salkım çiçekli dallar damdan aşağı sarkıyor. Ardındaki boydan boya balkonları, o balkonlara açılan geniş pencereleri düşünüyor. Kimler var içerde? Gidenler, kalanlar… Çocuklar büyümüştür, gençler çoluk çocuğa karışmıştır, kim bilir nerelerdeler. Umut? Hatırlanması yasak bölge. Her hatırladığında yasak bölgenin dikenli tellerinin içini kanattığı, acıyı bastırabilmek için hemen uzaklaştığı suç ve günah coğrafyası.”
Bir ülke, bir şehir, bir semt ve bir ev: Yolun sonundaki mor salkımlı ev. Ülkenin yüz yıllık tarihinin kader zincirini kırmak mümkün mü? Yıllarca tüm sakinlerinin birer birer deneyip de başaramadığını uzaklardan gelen çocuk başarabilecek mi? Yoksa bu aile apartmanından çıkan diğer tüm kurbanlar gibi o da zincire eklenecek bir halka mı olacak?
Oya Baydar, 1913’te bir suikastla başlayıp 1960’lı yıllarda aynı apartmanda kesişen çizgilerle ülkenin son yüz yılının haritasını çiziyor. Yolun Sonundaki Ev, okuyan herkesin kendinden bir şeyler bulacağı bir Türkiye panoraması.
39. Hatırla – İsmail Güzelsoy
Bir varlık kendisini başkasının elinde yaratabilir mi? Sekiz yüzyıl önce Artuklu sarayında El-Cezerî isimli mühendisin yaptığı karmaşık robotların can kazandığı büyülü bir masala yolculuk yapıyoruz Hatırla’da. Zulmün, adaletsizliğin hükmüne son vermek, şenliğin ve neşenin hüküm sürdüğü bir hayat kurmak düşündüğümüzden daha kolay olabilir mi? Sokaklarda dans eden bir kız çocuğu acımasız tiranların zulmünü yıkabilir mi? Evet, diyor Hatırla. Çünkü sokaklarda dans edilmediği zaman orada
kan akıyor.
Arka arkaya sıralanan sürprizlerle birbirine geçen, birbirine bağlanan sekiz yüz yıllık iki serüvenin şiirsel romanı Hatırla. Zamanın yalnızca bir hatırlama yolculuğu olduğunu fısıldıyor bize. Umudun son kırıntısı da tükendiği zaman kapımızı omuzlayıp ruhumuzu ele geçiren bir aşkı tarif ediyor. Cibeş İso, Zakir, Suzan, Samet, Kedi Şulbu…
Her biri kendi aykırı dünyasından çıkıp hatıralarınıza ortak olacak. En umutsuz olduğunuz zaman, çok uzaklarda kaldığını, unutulup gittiğini zannettiğiniz o şifreli sözü fısıldayacaklar size: Hatırla…
40. Hansen’in Evlatları – Ognjen Spahic
DEVRİM… CÜZZAM… GÖZYAŞI…
Avrupa’nın son cüzzam hastanesinde geçen, gerçek bir hikâye!
Hansen’in Evlatları’nda cüzzamlı insanların acıları, hayatta kalma mücadeleleri insanın yüreğine işleyen bir gerçeklikle anlatılıyor. 1980’lerde Avrupa’da yaşanan siyasi gelişmeler, Çavuşesku iktidarının devrilişi ise romanın arka planını oluşturuyor.
“Dışarı çıkıp tüm Avrupalılarla el sıkışmalıyız diye düşündüm. Gülümseyip, cüzzamlı ellerimizi uzatırdık; zira onlar bunu hak etmişti.”
41. Manken – Ch’oe Yun
Jini, küçük yaşta reklamlarda oynamaya başlayıp ailesinin geçimine katkıda bulunuyor. Erkek kardeşi, kız kardeşi, annesi ve menajeri onun güzelliğini sömüren bir çarkın parçalarına dönüşüyor. Zamanla bu maddi dünyanın değerlerine yabancılaşan Jini, evini, işini, ailesini terk edip manevi bir yolculuğa çıkıyor.
Jini’nin öyküsü onun hiç tanımadığı gizemli bir kahramanınkiyle kesişiyor. Arzularının peşinden giden bir erkeğin ve dünyanın arzularından uzaklaşmaya çalışan bir kızın yolları birleşiyor. Jini evini neden terk ediyor? Neden kimseyle konuşmuyor? Onun sırları su yüzüne çıktıkça, hakikatin karanlığı da etrafındakileri sarmaya başlıyor.
Manken, Güney Kore’nin saygın edebiyat ödüllerine sahip Ch’oe Yun’dan, yas, güzellik, beden, aile gibi evrensel kavramların tartışıldığı derin bir roman.
42. Teşkilatın Gözdesi – Dominique Manotti
Çingenelerin, torbacıların, işgal evi sakinlerinin, otomobil kaçakçılarının, hesapçı politikacıların mekânı Paris’in kenar mahallelerinden birindeki Panteuil Karakolu’ndayız. İşe yeni başlayan genç polislerin gerçek suçlularla mücadele etmek için değil, İçişleri Bakanı tarafından hazırlanan yeni güvenlik politikasını uygulamak üzere orada olduklarını anlamaları uzun sürmez. Üstelik Panteuil’ün gözü kara Komiseri Le Muir, bakana bu politikanın meyvelerini alacakları sözünü çoktan vermiştir.
Teşkilat içinde suça batmış polisler için kurtuluş umudu var mı? Genç polisler gelecekteki değişimi mi temsil ediyorlar? İşgal evi yangınlarının altında kimin parmağı var? Bütün bunları öğrenmek için bu güzel kara roman sizi bekliyor.
43. Titan’ın Sirenleri – Kurt Vonnegut
“Kesinkes bildiğim ilk şey şu: Eğer sorular mantıksızsa, cevaplar da mantıksız olacaktır.”
Milyoner kâşif Winston Niles Rumfoord uzaygemisiyle bir krono- sinklastik infundibulumun ortasına dalarak saf enerjiye dönüşür. Yalnız elli dokuz günde bir maddeleşebilir ve bir saatliğine dünyadaki evine dönebilir. Tek tesellisi, artık geçmişi ve geleceği tamamen görebilmesidir: Karısının, dünyanın en zengin ve en ahlaksız adamı Malaki Constant’la birlikte uzay yolcusu olacağını da bilmektedir. Malaki’nin bu beklenmedik destansı yolculuğu onu tanıdık ve tanımadık pek çok gezegene, dünyamızın işgaline, Titan’da yüz binlerce yıldır bekleyen bir uzaylı turiste götürecektir. Acaba bu parçaları bir araya getirebilecek başka biri var mıdır?
Türkçede ilk defa yayımlanan Titan’ın Sirenleri’nde Vonnegut bizi uzayda ve zamanda curcunalı bir yolculuğa çıkararak insanın hayattaki amacına ve evrenin derin anlamsızlığına dair kendi kıvrak kalemine özgü, benzersiz bir hayal sunuyor.
Kara mizahı, sivri dili ve eşsiz hayal gücüyle 20. yüzyılın en önemli yazarları arasında yer alan Vonnegut, Time’ın deyimiyle, “George Orwell, Dr. Caligari ve Flash Gordon’ı tek vücutta birleştiren bir yazar… ahlaklı bir soytarı, deli bir biliminsanı.”
44. Akrabalar – İvan İvanoviç Panayev
Panayev, Akrabalar’da 19. yüzyıl Rus edebiyatında öne çıkan “gereksiz insan” tipine örnek bir kahraman yaratarak, onun ne gibi özelliklere sahip olduğu ve bu özelliklerini nereden kazandığı, aynı zamanda sorun olarak ortaya koyduğu kahramanın neye ihtiyacı olduğu üzerine düşüncelerini kaleme alır. “Gereksiz insan” olarak Grigori Alekseiç’in iradesi sürekli olarak eylemle çelişir. Birçok şeyin hayalini kurarken eylemsizliğe saplanıp kalır. Aşkı yüce bir duygu olarak görüp hayal dünyasında büyütse de bunu gerçekliğe dökemez. 19. yüzyıl başlarındaki Rus soylu yaşamının doğurduğu “gereksiz insan”ların bir örneğinin canlandırıldığı söz konusu metin aynı zamanda, İvan Turgenyev’in Rudin’inin önceli olarak da görülür…
45. Belleğin Kızları – Peter Najarian
Sanatçı ve yazar Pete Najarian’ın 1986’da yayımlanan üçüncü romanı Daughters of Memory’nin Türkçe çevirisi, Belleğin Kızları başlığıyla Aras Yayıncılık’tan çıktı. Yunan mitolojisindeki Bellek Tanrıçası Mnemosyne’nin Zeus’tan olan kızları Musalara yani ilham perilerine atıfla romanına bu başlığı veren Najarian, başkarakteri Zeke ve Yunan tragedyasındaki koro misali bir işlev gören yaşlı kadınlar korosu aracılığıyla geçmişin izini sürüyor ve dünü bugüne, Anadolu’da başlayan ailesinin hikâyesini Amerika’ya bağlıyor.
Çocuk yaşından itibaren gözlerinin önünden gitmeyen ve farklı zamanlar ve farklı mekânlarda farklı görünümlerle karşısına çıkan bir kadın figürü, ressam Zeke’nin zihninde, çölde ölen anneannesiyle, annesinin bile yüzünü hatırlamadığı o kadınla üst üste biniyor. Sanat tarihinin kadın figürleri, rüyalarındaki kadınlar, âşık olduğu kadınlar, annesi, anneannesi, hepsi, Zeke’nin arayışına eşlik ediyor. Najarian, Belleğin Kızlarını çarpıcı bir kurguyla kaleme almış. Neredeyse her satırına cinsel enerjinin sindiği bu anlatı, okuru hafızanın ve unutuşun, geçmişin ve şimdinin, rüyanın ve gerçeğin, cinselliğin, şiddetin ve sanatın dehlizlerine çekiyor.
46. Dönüş – Alberto Manguel
Hayatını Roma’da sürdüren, sürdürmekten mutlu olan bir adam, yıllar önce terk etmek zorunda kaldığı ülkesine, kendisi için artık yaşamayan bir yere ait o kente geri dönüyor. Uçaktan iner inmez şehrin geri kalmışlığını ele veren çirkinlikler bir süre sonra yerini tarifsiz bir eğretiliğe, hayal ile gerçek arasındaki çizgiyi bulandıran tuhaf tersliklere bırakıyor. Ve ortaya geçmişin kayıplarıyla malûl bir kent manzarası çıkıyor.
47. Raydan Çıkan Trenler – Hernan Ronsino
Arjantin’in ıssız bir kasabasında tuhaf şeyler oluyor; tuhaf ama sıradan, sıradan ama karanlık şeyler. Hayatları birbirine ölümüne bağlı erkeklerin kaderi bir kadının etrafında şekilleniyor. Biri hapse giriyor. Biri aldatıldığından şüpheleniyor. Biri suçluluk duygusuyla cebelleşiyor. Biri de cinayete kurban gidiyor.
Latin Amerika’nın dikkat çekici yazarları arasında gösterilen Hernán Ronsino, dört farklı anlatıcı ve dört farklı zaman kullanarak bir yapboz oluşturuyor. Kendine has bir dille, sade ama çarpıcı bir kurguya imza atıyor.
Raydan Çıkan Trenler, Arjantin toprağına şüphe tohumları serpen, travmalarla yüklü bir suç öyküsü.
48. Sessizliğe Hayranlık – Abdulrazak Gurnah
Sessizliğe Hayranlık, etnisite, ırk, cinsiyet ve ulus meselelerini çokkatmanlı bir anlatıyla ele alan bir başyapıt.
Sessizliğe Hayranlık’ın sessiz ve isimsiz anlatıcısı, üniversite öğrenimi için geldiği İngiltere’de yerleşip aile kurmasına karşın yıllardır aidiyet sorunu yaşamaktadır. Bu sorunu anavatanı Zanzibar’a dönerek çözmeyi deneyen “sessiz anlatıcı”, anavatanında karşılaştığı ruhsal ve manevi engellerle birlikte sorunun mekânla veya coğrafyayla sınırlı olmadığını anlayacaktır. Kuşaktan kuşağa devrolan bir kimlik ve aidiyet sorununu sınırları ve milliyetleri kateden bir anlatı içinde sunan Sessizliğe Hayranlık insanlığın evrensel ütopyasına yönelik bir umut kıvılcımı.
49. Aşk Aptallığı – Wilhelm Genazino
Kıyamet hakkında seminerler vererek hayatını zar zor kazanan elli iki yaşında bir adam ve onun birbirlerinden habersiz iki sevgilisi: Sandra ve Judith. Mükemmel bir Genazino romanı için gereken her şey işte bu kadar…
Yıllar önce başarısız bir evlilik yapan kahramanımız bu iki kadından hangisi ile yaşamak istediğini daha sık düşünmeye başlar ve işler iyice sarpa sarmadan bir karar vermek zorundadır. Sandra ve Judith ikilemini neredeyse bir yazı tura atışıyla çözecek kadar çıkmaza giren isimsiz kahramanımız aynı zamanda yaşam, toplum, aşk, geçmiş gibi konular hakkında ilginç gözlemler yapar, tuhaf işlere kalkışır. Böylece Aşk Aptallığı, kafası karışık bir adamın portresinden ziyade, daha derin bir meseleyi sezdiği halde bunu bir türlü çözemeyen zeki ve hüzünlü bir adamın hikâyesine dönüşür.
Özden Özberber’in Almanca aslından çevirdiği Aşk Aptallığı ile Genazino, yine bildiğiniz gibi…
50. Sessiz Ölüm-Gereon Rath’ın İkinci Vakası – Volker Kutscher
Almanya, 1930. Avrupa’nın en önemli sinema merkezlerinden olan Berlin’de, gözde bir aktristin öldürülmesiyle başlıyor hikâye. Arka planda, sinema sektöründe ve yeraltı dünyasında dönen amansız bir güç mücadelesi var.
Komiser Rath’ın bu defaki macerası, sinema endüstrisinin ilk dönemine ışık tutuyor. Özellikle de sessiz filmcilerle geleceği sesli filmde görenler arasındaki kamplaşmaya! Sinema sektöründe bu kamplaşmadan da ibaret olmayan müthiş rekabet, dağdağalı metropoldeki başka güç oyunlarıyla da kesişiyor.
Sessiz Ölüm’ün canlı yanlarından biri, arka planda yine yaklaşan Nazi iktidarının ayak sesleriyle, polis içindeki çekişmelerin ve “polis kültürünün” etraflı bir tasvirini sunması. Arka planda, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya Şansölyesi olacak olan Adenauer’le ilgili bir entrika da eksik değil!