Kadınlar ve kadınlık üzerine okumalar yapmayı çok seviyorum. Kadınlığın ruh ve duygu dünyası, sınırları -bunların zaman zaman ne kadar geniş esnetilebildiğine ya da kalkan olacaksa ne kadar sıkı sıkıya muhafaza edildiğine şahit olmayı-, kadınlıktaki alma -kabul etme- / verme -vazgeçme- dengesi, başkalarıyla ve dünyayla kurulan ilişkiler ve bunların üzerinden kendini keşfetme ve inşa etme mücadelesini okumayı. Kadınlardan okumayı seviyorum elbet. Yazar bir erkek olursa dili ne kadar ustaca kullanırsa kullansın, empati yeteneği ne kadar gelişmiş olursa olsun kadınlığa dair birçok şeyi deneyimleyemediklerinden aslında anlayamayacaklarını, haliyle anlatamayacaklarını düşünüyorum. Hatta bazen öyle şeyler vardır ki anlatmak değil, hissettirmek gerekir. Bu, kadınlar arasında bağ kuran bir birlikteliktir. Tüm bunlar oyunlu bir dille yazılmışsa daha da hoşuma gidiyor çünkü yukarıda saydığım tüm soyut şeylerin yanında bir de kadının dildeki keskin zekâsına rast gelmiş oluyorum.
Annelik de bu okumaların bir alt başlığı kabul edilebilir. Anneliğe dair metinler beni yakamdan paçamdan tutar çekiştirir. Bazen ağlatır bazen boğazlar. Aklımda ucu birbirine değen ama anneliğe dair bir yaşanmışlığım olmadığı için de parçaları kolay kolay birleştiremediğim bir sürü fikir oradan oraya savrulur. Annelik, akıl almaz bir delilik bana göre. Aklım almıyor, anlamlandıramıyorum ve merak ediyorum böylece. Bu merak giderilmiyor da üstelik. Çünkü yalnız yaşandığında anlam kazandığı çok açık. Hep duymaz mıyız zaten: “Anne olunca anlarsın.” “Olunca” tahminlerimizin, sözlerimizin tepetaklak olduğu, sıfırlandığımız ve yeniden başladığımız bir şey. Ben de bu türden metinleri okuduğumda hem “anne”yi düşünmek, hem anneliğimi tasavvur etmek hoşuma gidiyor. Düşünsenize, şu an sahip olduğunuz kişilikten bir başkası var. Anne olunca edineceğiniz o kadın kimliği. Buraya dair sorular sormak salt bu role değil kadınlığa, güce, bu psikolojiye geniş bir bakış da sunuyor. -Geniş fakat öznel.- Beni çocukluğuma ve kişiliğime dair düşünmeye de itiyor.
Annie Ernaux’nun Bir Kadın’ı tam da böyle bir metin. Annesinin ölümünün ardından, belki de onun dediği gibi onu yeniden doğurmak için yazılmış bir otobiyografik anlatı. Belki ilişkilerindeki açmazları, pişmanlıkları onarmak, annesine olan borcunu -böyle bir borcu hissettiğini düşünüyorum çünkü- onu edebiyat tarihine kazıyarak ödemek, belki boşlukları yazarak doldurmak, anlamak için yazılmıştır. Kaybedilen birinin ardından yazmak, varlığında çözülmeyen yumakları açmak amacını taşıyor biraz da bana göre. Beraberken yumak iyice karışıyor çünkü. İki insan iki ucu kendi tarafına çekiştirdiğiyle kalıyor yalnız. Ama biri gittikten sonra böyle bir işe kalkışıyorsanız, biraz kolaya kaçmışsınız demektir, kontrolü ele almış, bakış açılarını kendinize göre ayarlamışsınızdır.
“Annem 7 Nisan’da, onu iki yıl önce yerleştirdiğim Pontoise Hastanesi’nin huzurevinde öldü. Hemşire telefonda, ‘Anneniz bu sabah kahvaltıdan sonra vefat etti,’ dedi. Saat on sularıydı.”
Böyle başlıyor kitap. Hastane tarafından verilen bilginin soğukluğu bana Yabancı’yı hatırlatmadı değil. “Bugün annem öldü ya da dün hatırlamıyorum.”
“Kahvaltıdan sonra” gibi müşteriye gerekli tüm bilgilerin verilmesini lüzum gören bu soğuk cümle anneyi Annie Ernaux ile hastane arasına konumlandırıp artık bir anne olarak sahiplenilmesi gerektiğini imliyor sanki. Hastane bir cümleyle durumu özetleyip üzerine düşeni yapabilir çünkü onlar için bir anneden ziyade bir hasta vefat eden. Fakat Annie Ernaux’nun tarafından bakıldığında bu soğuk cümleyi telafi etmek için elli üç sayfalık bir anlatı bırakılmalı tarihe.
Kitabı güzel ve kalıcı kılan, kişisel bir anlatı olmasına rağmen, anne-kız ilişkisinin, annenin kronolojik olarak evlat-kadın-anne oluş yolunun, çocuk olarak kurduğumuz empatinin sınırlarının aslında dünyanın her yerinde, her dilde, her gelenekte aynı olduğunu gösterebilmesi. Anne-kız arasındaki o güçlü ama bir yandan da pamuk ipliği bağı gerçek bir görüşle saklanmadan anlatıyor Ernaux. “Mümkün olan en tarafsız dille yazılmış bir ağıt,” diyor arka kapak. “Mümkün olan” ifadesi çok yerinde olmuş. Zira ölmüş bir annenin ardından yazılan hiçbir şey yüzde yüz tarafsız olmayacaktır. Bu metinlerin çoğu kadını anne rolüyle ele aldığından, onun geri kalan tüm duygusal, insani yanlarını, bizden öncekini hayatını düşünmeden konuşuyoruz çünkü. Okurken, yazılanların bir evladın dilinden olduğunun ayırdında oluyorsunuz. Bunları düşünürken, annesi böyle bir metin yazmasını ister miydi acaba, diye de sordum kendime. Eminim üzerine konuşmak ister, muhakkak savunacak birkaç şey bulurdu. Annelerin her zaman bir cevap hakkı vardır çünkü. Hakkını versin ya da vermesinler, onu kullanmak isterler.
Kitapta beni düşündüren bazı alıntılar var. Bunlar birilerini ilgilendirdiğinde değil de kitabın bir saatte bitirilecek bir kısa metin değil, üzerinde düşünülecek bir kafa karışıklığı da olabileceğini göstermek isterim.
İlki muhtemelen her okuyanın altını çizmeden edemediği şu alıntı:
“Annem hakkında yazıyorum çünkü onu dünyaya getirme sırası sanırım bende.”
Herkes annesi hakkında yazıyor bence. -Özellikle anne olduğumuzda.- Bunun için ele kalem kâğıt almaya da gerek yok üstelik. Yaşamımızın birçok anı anneyle şekillenen, dönüşen, bazen tıkanan anlarmış gibi geliyor. Bir yandan acımasız bir şey de bu: Anneyi bu kadar çok sorumlu tutmak. Onun da biri olduğunu unutmak, normallikten uzaklaştırıp kutsallığa yakın tutmak. Buna hakkımız var mı? En herkesi sevabıyla günahıyla kabul edip bağrına basabilenimiz bile bu şefkatin tamamını annesine gösteremez herhalde. Onunla tam olarak nasıl bir savaşımız var? Kaybeden taraf hep biz miyiz? Galip gelince kazancımız ne oluyor? Biz evlatlığımıza bir de anneliği eklediğimizde savaşın hangi tarafına geçmiş oluyoruz? Biri bitmeden öteki mi başlıyor yoksa kavganın? Peki bu konu neden bu kadar derin kuyu?
Annelerimizi dünyaya getiriyoruz; onları doğurmamız gereken zamanlar oluyor ömürde ve bunlar onları salt bir anne değil, bir insan olarak gördüğümüz demlere denk geliyor sanırım. Onun da yanılabileceğini, korkabileceğini, başka-bağımsız bir kişilik olmak isteyebileceğini, bizden ayrı da mutlu olabileceğini fark edebildiğimizde; suçlamayı bırakıp anlamaya çabaladığımızda annelerimizi yeniden doğuruyoruz galiba. Bizden önceki hayatını görmeyi kabullendiğimizde. Öyle ya, her zaman senin annen değildi ki. Senden önce de bir hayatı vardı. Sen unutuyorsun bunu sık sık ama o hayatın izleriyle yaşıyor.
Ya da belki annelerimiz, bizim annelerimiz olarak asıl kimliklerinden o kadar farklı ki bunu ancak yokluklarında dillendirmeye cesaret edebiliyoruz. Neden? Onlardan korktuğumuzdan mı? Kırgınlıklarını bir yük gibi göğsümüzde taşıdığımız ve bunu sorumluluk bellediğimizden mi?
“(…) çünkü merak zaten ahlaksızlığın başlangıcı gibi düşünülüyordu. Zamanı geldiğinde, ona regl olduğumu söylemenin, bu kelimeyi ilk kez telaffuz etmenin sıkıntısını çektim, nasıl kullanacağımı açıklamadan bana bir ped verirken kızarmıştı. (…) hep çocuk kalmamı istiyordu.”
Yüzünün kızarmasının nedeninin kadınlığa geçişini kabullenememek olduğunu tahmin ediyorum. Neden çocuk kalmamızı isterler?
Yetişkin olunca bağımsızlaşmamızdan, sahip oldukları ömürlük arkadaşlığın -anne olmak arzusunun yalnızlığa bir çare aramaktan kaynakladığını da düşünüyorum- biteceğinden mi korkuyorlar? Bir kadın için bir çocuk doğurmak koşulsuz koca bir sevgiyi garantilemek biraz da. Ne var ki çocuk büyüdükçe ebeveynler eleştirilmeye, hatta suçlanmaya ve yavaş yavaş terk edilmeye başlarlar. -Terk edilmek kelimesini özellikle ebeveynlerin açısından kullanıyorum çünkü birinin bir yerden ayrılıp başka bir yerde köklenmesi çok normal bir şeydir aslında.- “Keşke hep çocuk kalsan,” cümlesi bana şunu fısıldıyor: “Keşke hep çocuk kalsan. Eteğimden ayrılmasan. İyiyi kötüyü bana sorsan. Bana bağlı kalsan. Ömür boyu arkadaşlık etsen.”
Bir diğer sebep dünyada kadınlığın ne zor olduğunu bizzat biliyor olmaları belki. Çocukluğun saf ve affedici evresinden çıkıp her an kendini korumak, tehlikeleri sezmek, hayatta kalmak ama ne olursa olsun bekaretini kaybetmemek, güçlü olmak ama dile düşmemek, paranı kazanmak ama erkekleşmemek zorunda olduğun dünyada var olmanın zorluğunu bildiklerinden üzüntü ve acımayla karışık bir korku çörekleniyor belki yüreklerine. Yetişkinliğin, kız çocuğu değil artık kadın oluşun daha fazla güç, emek, cesaret gerektirmesinden korkuyor olabilirler.
Özgür bir kadınken yapılabilecekleri ahlaksızlık olarak görüyorlarsa bunu önce kendilerine, sonra kızlarına yakıştıramıyorlardır. Ama burada asıl öznenin kendileri olduğunu düşünüyorum. Bizler onlardan farklılaşan zamana ayak uydururken onlar her şeyi kendi fikirlerine uygun yaşamamızı beklerler. Bu gerçekleşmediğinde kendilerine hakaret sayıp, yetiştirdikleri kızlardan ötürü utanç duyarlar belki. Kızının kendinden bağımsız olduğunu -yalnız mekansal ya da maddi unsurlarla değil, fikir yapısı olarak da- kabullenen anneler yaşantıları da daha kolay kabullenebilir, her boş anda ağıt yakmazlar herhalde. Belki. Bilmiyorum.
Değişmemizden korkuyor olabilirler. Nihayetinde tüm ihtimaller buraya varıyor sanırım. Ama bundan niçin korkulur? Bulamıyorum bir neden.
“Aramızda artık birlikte yaşamayanlara özgü bir incelik, neredeyse utangaçlık söz konusuydu. (…) Yıllarca onunla ilişkim eve dönüşten ibarettir.”
Anne-kız farklı kentlerde yaşamaya başlayıp birbirlerinden uzaklaştılar mı birden tüm sorunlar çözülür, halının altına saklanır ya da ama bir şekilde eski önemini yitirir. Birbirlerinden fiziken uzaklaşmalarının bağlarını zayıflatacağı endişesi her şeye üstün gelir ve onu diri tutmak için önceden verilmeyen krediler verilir, katı sınırlar esnetilir sanki. Anneler tarafından. Eh, kızlar da daha anlayışlı olur elbet. Bir suçluluk büyütürler çünkü içlerinde. Yanındayken daha fazla ilgilenmediğinden, ayrılığıyla onu yalnızlığa sürüklediğinden dem vurur. Bir yanda kendi hayatını kurmak vardır bir yanda annesinin çocuğu olmak. Bazen yapaylaşan bir incelik gelir oturur araya, evet. Birbirleri için yapmadıklarının utancı da öyle. Ama yine de evdir anne. Hep bir geri dönüştür. Hiç kapanmayan kilitsiz kapıdır. İster valizi toplayıp yanına gidin, ister elinizde top top olmuş bir nemli mendille psikolog odasında anlatın onu. Ondan çıktık, ona dönüyoruz işte her defasında. Nasıl evlerin tümü hep ışıklı, sıcak, mis kokulu değil; kimi zaman soğuk, loş, sessiz oluyorsa anneler de öyle. Yine de hep dönüyoruz. Hep eve dönüyoruz.
“Kızımın mutlu olması için her şeyi yaptım ama o, böyle yaptığım için daha mutlu olmadı.”
Kitap boyunca içimi en çok yakan cümle bu oldu. Burada ya bir suçlama var -“Ben her şeyi yaptım ama o karşılık vermedi.”- ya da uğraşlarının, didinmelerinin bazen de sonuçsuz kalabileceğini kabullenmek var. Anneliğin hatalarından biri çocuklarının her zaman mutlu ve iyi olmalarını beklemek ve bunun her zaman sağlanabilir bir şey olduğunu düşünmeleri bence. Bunun için beklenmediği halde fedakârlık yapmaları, kurban olmaları gerektiğini düşünüyorlar. -Kurban olunca haklı olunacağı inancı özellikle az gelişmiş toplumlarda var sanıyorum.- Fakat o yolun başkasının yolu olduğunu -bunun için önce çocuğun başkası olduğunu fark etmek gerekir herhalde- ve daima dahil olamayacaklarını kabullenemiyorlar. Evet. Bu aklımda, bilinçaltımda, yüreğimde yer edecek. Biliyorum. Sen benim için her şeyi yaptın. Biliyorum. Ama olmadı. Çünkü bazen olmaz. Çünkü bunu senin değil benim yapmam gerekir. Lütfen, lütfen sen bu çabayı kendi mutluluğun için ver. Ben sana ihtiyaç duyduğumda zaten kapında biteceğim. Gidecek başka yerim zaten yok. Senin için duyacağım o ezik suçluluğu benim mutsuzluğumun yanına kondurma. Birken iki olmasın.
Ve son:
“Olduğum kadını, bir zamanlar olduğum çocukla bir araya getiren onun sesi, sözleri, elleri, tavırları, gülüşü ve yürüyüşüydü. Geldiğim dünyayla aramdaki son bağ (…)”
Evlat oluşumuzun önüne hangi sıfat gelirse gelsin; iyi evlat, kötü evlat, hayırsız evlat, bencil evlat, güçlü evlat, cefakâr evlat… Nihayetinde ona dönüyoruz. Dönmekle kalmıyor, o oluyoruz. Bu yolda yalnız yürümüyoruz. Çocukluğumuzu da sırtlanıyoruz elbet. Anne, bu yolun taşları oluyor. Ayağımızı basacak sağlam bir zemin buluyoruz. Eziyoruz ama. Kanıyoruz bazen de.

- Bir Kadın – Annie Ernaux
- Can Yayınları – Roman
- 64 sayfa
- Çeviri: Yaşar Avunç