Bu efsane kitabı ve yazarı Marquez’i anlatabilmek en az kendisi kadar bilgelik ister aslında. Sevgili Marquez öyle bir yazar ki, gergef gibi işlediği cümleleriyle daha kitabını açtığınız o ilk anda bir kara deliğe girer gibi usul usul süzülüverirsiniz o masalsı dünyasına. Sizi anne kucağı gibi sarıp sarmalar, bir daha da uzak kalamazsınız onun diyarlarından.
İşte bu usta yazar başyapıtı olarak anılan bu romanını 6 ay boyunca günde 6 paket sigarayla kapandığı bir odada yazmış ve bize sunmuş. Bize lutfedilen bu eseri naçizane kelime dağarcığımla şöyle anlatabilirim:
Marquez bütün eserlerinde olduğu gibi bu başyapıtında da bizi büyülü zihninin akıl almaz karmaşasıyla başbaşa bırakıyor. Kitap bir soyağacıyla başlıyor. Ailenin başlangıcını oluşturan Jose Arcadio Buendia ve karısı Ursula başlarına gelen bir takım kötü olayların etkisiyle bir grup insan ile birlikte yaşadıkları bölgeden göç ederek Macondo adlı köyü kuruyorlar. Ursula mücadeleci, çalışkan, ailesi için her türlü savaşı veren bir kadın olmasına rağmen kocasının simyaya olan merakının, babasından kalan altınlar üzerinde yaptığı deneylerin, çingenelerin köye getirdiği buluşlara kocasının harcadığı rızıklarının ve o buluşlar yüzünden başlarına gelen felaketlerin üstesinden gelemiyor. Ailenin bütün yükünü 100 yılı aşkın bir süre üzerinde taşıyor Ursula.
Köye gelip giden çingenelerden en önemlisi Melquiades. Bu adam birçok ülke gezmiş, yüzlerce buluşa tanıklık etmiş ve bunları zaman zaman yazmış bir bilge. Kitabı okurken çok da önemli görünmüyor gözümüze Melquiades fakat kitabın sonunda bu adamın rolünü, onun aslında neyi temsil ettiğini anlıyoruz. Ursula ve Jose Arcadio Buendia’nın Macondo’ya yerleştikten bir süre sonra çocukları oluyor. Çocuklar, torunlar, torunların çocukları; çoğu gayrimeşru olan onlarca çocuk… Bu çocukların hepsinin isimleri anneden, babadan, dededen, teyzeden geliyor. Aynı ya da benzer isimlerdeki bu çocuklar, aynı ya da benzer kaderlerini yaşarken okuyucuya kaderin nasıl bir ağ gibi insanı sardığını ve insanla bir ‘bütün’ olduğunu akıllara durgunluk veren olaylarla anlatıyor. Siyaset, aşk, evlilik, cinsellik, aile, din gibi kavramların insanların, toplumların üzerindeki etkisini okurken kitabın sonunda bütün bunların anlamsızlığını, her şeyin bir sonu olduğunu ve o son geldiğinde herkesin sanki hiç yaşamamış gibi, bütün mutlulukların ve bütün zulümlerin hiç gerçekleşmemiş gibi nasıl silinip gittiğini; yani “hayat” dediğimiz şeyin nasıl bir kurmaca olduğunu gözlerimizin önüne kelimeleriyle döküyor Marquez. Kitaptaki bütün karakterler kimisi öldürülerek, kimisi eceliyle, birisi uçup giderek, bazen dirilerek en sonunda kaybolup giderken ailenin son ferdi Aureliano Babilonia Kutsal Kitabın şifrelerini çözdüğü anda görüyor ki ailenin bütün kaderi orada yazılı ve içinde bulunduğu anı kutsal kitaptan okurken dışarısı çoktan toz ve taş girdabı haline gelmiş, bütün anılar bir daha yaşanmamak üzere silinmekte. “Çünkü yüzyıllık yalnızlığa mahkum edilen soyların, yeryüzünde ikinci bir deney fırsatları olamazdı.”
Çok kafa karıştıran, oldukça kalabalık bu roman okurken biraz zihin kargaşasına yol açsa da sonunda her şeye noktayı koyma biçimi, Marquez’in kelimeleri adeta zihnimizde dans ettirişiyle herkesin hayatı sorgulamasına neden olabilecek bir başyapıt.
Nurlar içinde uyu Gabriel Garcia Marquez.