“Tut keli perçeminden. Tut ki vur duvara, vur duvara.”*
Feyza Zaim’in ilk romanı Altın Yaldızlı Adam, 2005 yılının Haziran ayında Sel Yayıncılık’tan çıkmış. Yine aynı ay içinde, bir ilk kitap için çok sık rastlanmayan bir durum olarak, ikinci baskısı yapılmış. Doksan altı (96) sayfadan ibaret, görüntüsüyle küçücük, içeriğiyle sıkı dokunmuş bir roman. Üslubu yalın, abartıdan uzak.
Elime aldığımda, görüntüye aldanmış, hızlıca okurum demiştim. İlk bölüm gerçekten de akıp gitti. İkinci bölümün başında, ilk bölümde bahsi geçen ancak nerede olduğu, ne yaptığı, başına ne geldiği belirsiz olan kişinin konuşmaya başladığını fark edince durdum. Demek ki metin kendini böyle açacaktı. Beni zorlayan tarafı tam olarak bu mu, emin değilim. Kısacık romanı bitirmem bir haftamı aldı.
Toplamda dört bölümden oluşan metnin, gerçekten de her bir bölümünde yazar sözü başka bir anlatıcıya bırakıyor. Üslup değişmiyor, ancak anlatıcının kim olduğuna bağlı olarak, her bölümde dil apayrı bir renge bürünüyor. Bir bölümde şiirsel bir anlatımla büyülenirken, başka bir bölümde büsbütün ataerkil söylemle kuşatılmış zihnin ta kendisiyle çarpışabiliyorsunuz.
Mekân; köy yeri. Zaman; belli değil, buralarda her zaman olabilir. Annenin görünmez olduğu, babanın baskın olmaya çalıştığı, biri kız biri erkek iki çocuklu, alelade bir aile. Annenin görünmezliği üzerine tahtını kuran anne yarısı, teyze. Bir de köyün delisi. Olan bitenin hiçbiri çok ilginç değil, her evin içinde/etrafında rastlanabilir. Ne var ki, uzun zamandır aynı yerde değişmeden duran bir sızıyı usulca, acıta acıta deşmelerine tanıklık etmişim gibi etkilendim. Bir yaz gecesi balkona kilim sermişiz de oturmuşuz, her birini gözlerimi kırpmadan dinlerken dizlerimi kendime çekmişim de çekmişim, öyle de küçülmüşüm, öyle de üşümüşüm gibi. Yakınlık tanışıklığın önünde miydi, sonunda mıydı? Ne olup bitmişti? Kimse anlamamıştı. Herkes haklıydı. Zaman geçer, geçerken hak vermez, işin aslını da anlatmazdı. Herkes öylece kendiyle kalır, yaşadığı kadarını bilirdi. Beklentiler de her zaman bozguna uğrardı.
Tanışıklık, haklılık, çocukluk, delilik derken, sonunda açılıp tüm anlatıyı gerisin geriye kuşatıveren bir “iyilik-kötülük” bahsi var ki, tam burada, sözü romandan kısa bir alıntıyla bitirmek istiyorum:
“Hayır, diyor Ebe nene, aynı karalarla aynı aklar var içimizde, eşit sayıda, ne birimiz daha kara, ne diğerimiz daha ak, ama bazımız yalnızca karalarına diker, görmez eder gözlerini, bazımız yalnızca aklarına… Güneşe baksan da görmez olursun, ışığı karartsan da… Karasına bakan yalnızca dinlendirir gözlerini. Gözlerini ayırdığında karanlığından, kendi ışıltısını da, başkalarının ışıltısını da, türlü güzel renkleri de görür. Ama yalnızca kendi akına bakanın, kamaşır, sonunda kör olur gözleri. Gözünü ayırdığında akından, başkalarının ışığını da, renklerini de görmez olur. Tek renk görür dünyayı. Bozbulanık.”**
2016, Antakya
ZAİM Feyza, Altın Yaldızlı Adam, Sel Yayıncılık, İstanbul 2005
*sf. 46
**sf. 81
Arka Kapak Yazısı:
Feyza Zaim yeni bir yazar, ama Türkiye’de örneğine sık rastlanmayan uzun bir hazırlanma döneminin ardından, olgun bir yapıtla okur önüne çıkmayı seçmiş bir şehrazat. Dünya edebiyatının, aklın iki yakası arasında gidip gelen ünlü sıra dışı kişileriyle aşık atan, alabildiğine özel bir kahramanla buluşturuyor bizi.
Uğultularla zenginleşmiş, doludizgin bir roman.