Günün konusu “Pancar”.
“Slav halkı, fiziksel özelliklerini patatesten, için için kaynamalarını turptan, ciddiliklerini ise pancardan almıştır.” (Thomas Eugene Robbins – Parfümün Dansı / Bölüm:1)
Sebzeler ve Slavlar arasındaki ilişkiyi anladıktan hemen sonra günümüz Seattle’ına, oradan New Orleans’a ve son olarak Paris’e kısaca selam çakıp, içinde şatoların, cariyelerin, dünyanın düz olduğuna inananların ve o dünyanın kenarından düşmekten korkanların olduğu belirsiz bir tarihe gidiyoruz. Ölümsüz bir kralla, Alobar ile tanışıyoruz; kitap bizi iki zaman arasında bağıntılar kurmaya zorlayarak şahit olabileceğiniz en garip, en karanlık ve en sarkastik hikayenin içine çekiyor.
Yetmiyor, plazaların patron ofislerinde şahit olduğumuz lüks yaşamdan ve cafcaflı hayatlardan geçiyoruz. Çizgi filmlerden tanıdığımız doğanın sahibi Pan’ın karanlığını, şiddetini, öfkesini ve kaybetmişliğine duyduğu öfkeyi kokluyoruz.
Tüm bu imgeler, anlatılar, harikalar diyarları ve karanlıklar yazarın yaptığı sistem eleştirisini öylesine kuvvetlendiriyor ki, kitabın sonunda eskiye özlem duymuyoruz. Yeniden eskiye yaşamın her zaman dayatılmış motivasyonlar ve öğrenilmiş çaresizliklerle dolu olduğuna inanıyoruz. Ne kocaman bir parfüm şirketinin sahibi, ne ölümsüz bir kral, ne de doğaya hakim bir tanrının bu düzen içinde asla mutlu olamayacağına ikna oluyoruz. İnsanoğlunun kamçılanmış arzuları, tükenmeyen istekleri ve istediğinin ne olduğunu bilmemesi kangrenini kendi hayatımıza empoze etmekte hiç zorlanmıyoruz.
“Doğduğumuz zaman yuvarlak, keskin, saf bir yüzümüz vardır. İçimizde evren bilincinin kırmızı ateşi yanar durur. Ama yavaş yavaş, bizi, ana babalar yer, okullar yutar, sosyal kuruluşlar emer, kötü alışkanlıklar kemirir, yaş ise tüketir. Sindirildiğimiz zaman, tıpkı ineklerdeki gibi altı mideden geçtiğimiz zaman, pis bir kahverengi tonunda çıkarız.”
Bu paragrafla kapattığınız kitapta Robbins bize yaşamın nasıl bir açmaza dönüştüğünü düzinelerce imgeyle anlatmış oluyor. Bu imgeler ve anlatılardan ne kadarını alır kendi hayatımıza koyarız, ne kadarını kendimize yakıştırırız bilemeyiz. Tek bildiğimiz ve yazarın anlattığı şey şu zannımca: Gerçek bir tane ve onu kabul edip etmememiz bizden geriye kalan hiç kimse için bir anlam ifade etmiyor.
Bir solukta okunacak değil, sindirilmesi, altı mideden geçirilmesi gereken bir kitap. Emin olun sonunda kahverenginin kötü bir tonu olarak kalmıyor aklımızda.
Ağaçkakan ve Sıska Bacaklar gibi dilimize çevrilmiş bir çok harika eserin sahibi olan Tom Robbins; akıcı dili, göz alıcı dünyaları ve muhteşem imgeleme sanatıyla her iyi okurun tanışması gereken yazarlardan biri. “Oyunculuk uçarılık değil bilgeliktir” görüşünü her eserinde vurgulayan, bu sebeple ileri derecede oyuncu romanlar yazan, gerçek yaşamı inkar etmeden “Her şeye rağmen mutluluk” ilkesiyle sanatına devam eden Amerikalı Tom Robbins kesinlikle kıymeti bilinmesi ve daha çok okunması gereken edebiyatçılardan.