Bunu tecrübe etmiş olabilirsiniz: Bazı kitapları okurken, okumaya başladıktan bir süre sonra, romanın ya da öykünün karakteriyle bir bağ kurarsınız ve o kurduğunuz bağın doğurduğu yakınlıkla, o kahramanı bir daha unutmayacağınızı anladığınız bir an vardır. Bu an, tüm hayatınız boyunca çoklukla başınıza gelebilecek bir şey değildir, diye düşünüyorum. Yani ömrünüz boyunca okuyabildiğiniz kaç kitabın karakteriyle kendinizi özdeşleştirebilirsiniz ki? Durup bir düşünün: Ömrünüz boyunca kaç roman karakterini, hatırladıkça iyimserlikle anmak isteyeceksiniz? Bu sorum burada bir süreliğine beklesin isterim.
Pascal Mercier’in Sözlerin Ağırlığı isimli romanından bahsetmeden evvel, bu metnin muhtevasıyla çevirmeni İlknur Özdemir arasında okuma eylemim esnasında doğan, okurken kafamda canlanan sahneleri düşünüp gülümsediğim anları da anlatmak istiyorum. Sözlerin Ağırlığı’nın baş karakteri Simon Leyland bir çevirmen. Ömrünü adadığı çevirmenlik mesleğinin yanı sıra, çok sevdiği eşiyle beraber yayıncılık da yapıyor. Sözlerin, anlamların, anların, duyguların peşinden koşup diller arasında kurulan bağla beraber çeviri esnasında çalıştığı yazarların aradığı sesleri bize aktarırken, dilimize pek kıymetli eserleri kazandıran İlknur Özdemir’in bu çevirinden aldığı hazzı düşünmeden edemedim. Leyland’ın çevirileri esnasında içine düştüğü çelişkileri, eşi ve dostlarıyla beraber süregelen sohbetleri esnasında aradıkları doğru kelimeleri, kaldığı kararsızlıkları, kendi dilinden, farklı dillerden hoşuna giden kelimelerin ve manaların onda yarattığı coşkuları, metinlerin diller içerisinde aynı duyguyu ve hassasiyeti taşıması adına verdiği çabayı gördükçe kelimeleri ve onların taşıdıkları anlamların ötesinde insanlara yükledikleri çeşitli manaların peşinde olan insanların paylaşabileceği bir ruh haline girdim. Aynı minvalde, bunu düşünürken, yazmaya çalışan, yayıncılık sektörü içerisinde yer alan pek çok aktörün de bu metni okurken, benimle duygudaşlık yaşayacağı kanaatindeyim. Bu vesileyle, sonda değil en başta İlknur Özdemir’e ömrümce unutamayacağım ve dönüp dönüp bakacağım bu kitabı dilimize kazandırdığı için teşekkür ediyorum.
Simon Leyland, biraz önceki uzunca paragrafta da bahsettiğim üzere tutkulu, yaptığı işe ve etrafındaki insanlara gönülden bağlı bir karakter. Eşi Livia’ya babasından miras kalan ailelerinin sahip olduğu yayınevi, Livia ölünce Leyland’a kalır. Fakat Leyland, Livia’ya öyle tutkuyla bağlıdır ki, onun ölümünden sonra Livia’ya yaşadıklarını ve yaşadıklarının anlamlarını mektuplarla anlatmaya başlar. 11 sene boyunca idare ettiği yayınevini kendisini ve etrafındakileri şok edecek bir haberle devretmek durumunda kalır. Burayı anlatmıyorum. Çokça spoiler içersin istemiyorum yazım. Metni okumaya heveslenen insanların bu duyguları satırların içerisinde yaşaması taraftarıyım.
Joseph Campbell’ın Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nda sıradan insanın kahramanlığa giden yolculuğunda “balinanın karnı” dediği bir aşama vardır. Bu aşamada karakter bir vazgeçişle kabul ediş arasında durmaktadır; bir nevi araf diyebileceğimi bir nokta. Leyland’a amcası ve onun hikâyesindeki bilge kişisi olan Warren, Orta Doğu ve Akdeniz dilleri üzerine araştırmalar yapan bir akademisyendir. Leyland’ın çocukluğunda Oxford’u terk edip kendi yoluna girme yolculuğunda ona kol kanat germiş, ilk çevirilerinden Livia ile olan yayınevi sahipliğine kadar çokça konuda yol gösterici olmuştur. Hayattayken Leyland’a bu koruyuculuğu yapan Warren, yaşadığı ve bir edebiyat düşkünü için hazine niteliğindeki evini de vefat edince Leyland’a bırakır. Bunun üzerine Leyland, yeni yaşamını kuracağı Londra’ya yerleşir. Fakat bu düşünüldüğü kadar kolay mıdır? Neredeyse tüm hayatını geçirdiği İtalya’nın Treste kenti kendisine ve hayatına öylesine işlemiştir ki, yeni bir deneyim ve geçmişin tatlı anılarını sunan Londra nasıl bir yol vadedecektir?
Tüm bu çıkmazla beraber, Leyland’ın etrafında hayatının türlü zamanlarında bir şekilde dahil olduğu insanlar vardır. Hapishanede tanıdığı ve çevirmen olmasına vesile olduğu bir hükümlü, birisi avukat birisi doktor olma yolundaki iki çocuğu, iş yerinden sevdiği dostları, çevirilerini yaptığı ünlü yazarlar, Livia’nın anıları, Trieste’nin gün batımları, deniz yolculukları, alınması gereken kararlar, eski yeni dostlar… Hikâyenin kurgusu içerisinde, hepi topu 484 sayfa olan bu kitapta, Leyland’ın iç ve dış dünyasında o kadar fazla olaya, insanın hayatına, çelişkilere, anlam arayışına şahit oluyoruz ki, tüm bu şatafatsız yaşam öykülerinde insanın iyimserlikle yaşama telaşı içerisindeyken başından geçen olayların aslında onun üzerinde ne denli önemli çağrışımlara yol açtığını görüyoruz. Leyland’ın yolculuğunda adalet arayışının, insanın hatalarının, alınmış ve alınmamış kararların, pişmanlıkların gölgesi, metnin satırları arasında bizlere eşlik ediyor.
Tüm o mektuplar, kelime arayışları, sohbetler, çıkmazlar, iyi niyetler üzerine kurulan bağlar beni öyle sıcak bir hikâyenin içerisine soktu ki, günler geceler boyunca süren okumalarım esnasında, sayfaların birer birer eksilmesinde üzüldüğüm kaç kitap olduğunu düşünmeden edemedim. Ve nihayet, tereddütle başladığım bu yolculukta, Pascal Mercier bana unutmayacağım bir roman karakteri hediye etti. Simon Leyland, ömrümce unutamayacağım inceliklerin ve düşüncelerin anlatıcısı oldu.
- Sözlerin Ağırlığı – Pascal Mercier
- Sia Kitap – Roman
- 484 sayfa
- Çeviri: İlknur Özdemir