Bu kitap hakkında neyi, nasıl anlatmam gerektiğini, şu satırları yazmaya başladığımda inanın gerçekten bilmiyorum. Kitabın editörü sevgili Ayşe Tuba Ayman’a teşekkür ederken, Özgür Topraklar‘ın bu yıl okuduğum en iyi kitap olduğunu söyledim; birçok yönden, bu etiketi kendi adıma hak eden bu kitabı anlatmam gerektiğini hissediyorum. Sanırım öncelikle sizi kitaba hazırlamalıyım. Peki bunu nasıl yapmalıyım? Nelerden bahsetmeliyim?
Kendinizi en çaresiz hissettiğiniz anı düşünün. Çaresizliğin, sizi sarıp sarmaladığı, ne yapmanız gerektiğini bilemediğiniz o anlarda yaşadığınız duygu karmaşasını, kurtuluş yolu bulmak için düşüncelerinizin izlediği yolu… Her şeyi. Eğer hayatınızda, bu tarz bir duyguyu yaşamadıysanız, kendinizi şanslı saymalısınız.
Sanırım, benim en çaresiz hissettiğim an, babamın acilin sedyesinde yatarken ağlamasını gördüğüm zamandı. Yanında ben varken ve kendisinin durumuna karşı hiçbir şey yapamazken, onu acı içinde ve savunmasız görmesine dayanamayıp ağlamıştı. Hastalığa mı ağlayayım, onun ağlayışına mı… Bilememiştim, elini tuttum, sakinleştirmeye çalışmıştım. Daha fazla bir şey yapamadım. Yapmak isterdim ama elimde değildi.
Varlığına şükrettiğiniz, iyi ki var dediğiniz ne varsa, onun için bir kere daha şükredin. Kelimelerin büyülü gücüne sığının, sevdiklerinizi hatırlayın. Onları kaybetmeden, kıymetini yaşarken bilin.
Neel Mukherjee, bizlere oldukça uzak bir coğrafyanın acı dolu hikâyelerini bizlere anlatırken, yaşanan acıların aslında çok uzağımızda olmadığını bilmek beni üzüyor. İçinde bulunduğumuz coğrafyada, acının her türlüsünü gördüğümüzü, şahit olduğumuzu üzünçle biliyorum. Cinayetler, kadına şiddet, sınıfsal ayrımcılık, ırkçılık, tecavüzler, işçi cinayetleri, hayvana yönelik şiddetin her çeşidi maalesef bizlere tanıdık, maruz kaldığımız şeyler. Yaşadıkça, gördükçe, dünyanın başka ülkelerindeki insanların hikâyelerini kitaplar vasıtasıyla okudukça, içinde bulunduğumuz bu dünyayı kirleten, vahşileştiren ve diğer canlılara yaşanmaz hale getirenin yine biz insanlar olduğunu görmek sizlere de acı vermiyor mu? Bana veriyor. Her yerde, insanın bulunduğu her yerde acı büyüyor. Doğaya, hayvanlara, insanlara acı çektirmekten başka bir şey yapmıyoruz. Acıyı varediyoruz ve sonrasında onun çaresini bulmak için debeleniyoruz. Çıkardığımız tantana, yeryüzünden kaldırdığımız toz toprak, hiçbir şeyi düzeltmeye yetmiyor. Daha önce de söylemiştim. Biz hastalıklı varlıklarız ve yaşadığımız dünyayı hastalıklı hale getiriyoruz. Dünyanın vebası insan. Evet. Vebayız.
Özgür Topraklar, Hindistan’ın farklı bölgelerinde yaşayan, farklı sınıflara ait insanların hikâyelerini bizlere anlatıyor. Beş farklı bölüm altında okuduklarımız, karakterler ve olaylar vasıtasıyla birbiriyle birleşiyor. Aslına bakarsanız, bana göre tek başına roman demek yeterli değil. İçeriği itibariyle, beş ayrı roman olabilecek bir niteliğe sahip. Gerek bölümlerin niteliksel ağırlığı, gerekse konuların doygunluğu, okurken bu izlenimi kendiliğinden doğuruyor. Kitabı elinize aldığınızda ve ilk bölümü bitirdiğinizde, ikinci bölümde başka bir hikâye başlıyor. Bu sizi yanıltmasın; aynı dünyanın içerisinde başka gözlerle, başka hayatların hikâyesi, ileride her şeyin anlamca bütünlüğe kavuşacağı yeni bir anlatı yaratıyor.
İlk bölümde, doğup büyüdüğü ve sonrasında ayrıldığı Kalküta’ya daha sonra çocuğuyla geri dönen bir adamın, oğluna yaşadığı, büyüdüğü ve sevdiği Hindistan’ı anlattığı bir hikâye var. Bölümün başında, kaldıkları otelden ayrılırken araçla yol üstünde bir kazaya şahit olurlar. Kaza da değil aslında. Bir işçi, çalıştığı inşaattan aşağıya düşmüş ve parçalanarak ölmüştür. Çocuğun bu olaydan etkilenmemesi için elinden geleni yapar karakterimiz. Bindikleri taksinin şoförü, olayı gülerek anlatır, çünkü onun dünyasında sıradanlaşmış bir şeydir. Fakirlerin ölmesi bir anlam teşkil etmez. Kimsenin umursamayacağı bir hayat kaybolup gitmiş, yok olmuştur.
Biz baba ve oğulun hikâyesinin devamını beklerken, diğer bölümde başka kahramanlarla karşılaşıyoruz. Varlıklı bir ailenin İngiltere’de yaşayan oğlu, tüm yıl biriktirdiği tatillerini geçirmek üzere 1 aylığına evlerine döner. Döndüğü evde çalışan hizmetlilerle olan ilişkileri (iki hizmetli vardır, birisi gündüz temizlik ve ev işlerine yardıma gelen, diğeri de akşam yemeğini hazırlayıp giden kadınlar), kadınların hayatlarının ve yaşadıklarının zorlukları bizlere yavaş yavaş aktarılmaya başlanır.
Steril, görece konforlu hayatlardan yavaş yavaş, toplumun içine inmeye başlarız. Kast sisteminin ne kadar ayrıştırıcı ve insanlar arasında belirleyici olduğunu görürüz. Hindistan’ın dağ köylerinde yaşayanların, şehirde yoksulluk yaşayan insanlardan daha sefalet içerisinde olduklarını, ufacık odalarda onlarca insanın kaldığını, günlerini tek öğünle, bazen hiçbir şey yemeden geçirdiklerini ve hastalıkların, ölümlerin yaşamlarının nasıl paramparça ettiğini okuruz.
Üçüncü kısım, kitabın en rahatsız edici tasvir ve anlatıların olduğu bölüm. Okurken içim paramparça oldu, acıdan kasıldığımı söyleyebilirim. Bilmiyorum, hatırlar mısınız? Eskiden ayı oynatıcıları vardı. Mahallelerde dolaşırlar, burnuna taktıkları halkayla ayıyı dans ettirerek para kazanan insanlardı. İşte, yavru bir ayının, yoksulluk ve çaresizlik içerisinde kalmış bir köylü olan Lakshman tarafından zorbalıkla dans ettirilmeye başlanmasının hikâyesini okuruz. Ayının burnunun delinmesinden, dişlerinin kesilmesine, eğitilmesi için işkenceye maruz kalmasından, günlerce aç bırakılmasına, okudukça zorlanacağınız sayfalar dolusu bir şiddet hikâyesi. Fakat bu şiddet, yalnızca hayvana yönelik de değil. O yoksulluk içerisindeki, eğitimsiz halkın yaşadıklarının, kendilerine de yaşattıkları çift taraflı bir şiddetin hikâyesidir. Güçlü olanın, elinde imkanı olanın çaresizlik içerisinde kıvrananlara karşı gücünü kullanmaktan çekinmediğini görürüz. Kilise rahiplerinden, yerel din adamlarının fırsatçılığına, kamu görevlilerinden, asker ve Maocu gerillaların acımasızlığına, birçok farklı şiddet unsuru bizi beklemektedir.
Üçüncü bölümü zor bela, acılar içerisinde fakat sürpriz sonuyla bitirdikten sonra, dördüncü bölümde, her türlü zorluğa karşı eğitimin önemini bizlere aktaran bir karakterle büyürüz. Ki bu bölümün başı da, bir el kesilmesi sahnesiyle başlar, bizi şoka sokar. Sonrasında gelen iç bölümlerde, ailesinin kötü durumu nedeniyle çalışmak zorunda kalan Milly’in serüveni, okul arkadaşı Soni’nin hikâyesiyle eş zamanlı aktarılır. Milly varlıklı ailelerin yanında çalışmaya başlar, Soni ise gerilla saflarına katılır. Milly’nin çalıştığı evlerden birisi, ikinci bölümdeki hikâyesini okuduğumuz ailedir. Milly okulu çalışmak zorunda kalınca bırakır ama içindeki okuma hevesi, çalıştığı zorlu şartlar altında bile onun okumayı, yazmayı öğrenmesine, başka dilleri konuşacak kadar kendini geliştirmesine vesile olur. Çalıştığı yerlerden birisi onu öylesine baskı altında tutar ki, sokağa bile çıkamaz. Çünkü öyle bir yerde yaşamakta, suç oranı ve şiddet o kadar yüksektedir ki, iş sahipleri, sokakta başına geleceklerden onu koruyamayacağını düşünür. Böyle bir dünyada yaşayamayacağını görüp kaçar, evlenir. Çocukları olur… Onları daha iyi yaşatabilmek için daha çok çalışır. Aynı anda dört eve gitmeye başlar. Sonra bir gün Soni’nin öldürüldüğü haberini alır. Polis mi, kendi arkadaşları mı onu öldürmüştür, bilinmez. Kimse bunu araştırmak da istemez. Hem kadın, hem de illegal bir örgüt üyesi, gerilladır. Cesedi köylerinin kırsalında bulunur.
Son öykü de, bizi hem üçüncü öykünün içine hem de ilk hikâyenin kırılma sahnesine geri götürür. Hayatını zor şartlar altında kazanmaya çalışan hasta bir inşaat işçisinin ölümüne anbean şahit oluruz.
Her hikâyesi, her karakteri özenle düşünülmüş, yaşanmasaydı diyebileceğimiz her olayın yaşandığını bildiğimiz bir roman Özgür Topraklar. Adı dev bir ironi taşıyan bu kitap, başından sonuna sizi etkilemekle kalmıyor, sizi yaşamınızı sorgulamaya götürüyor. Neredeyse tüm hikâyelerde, Hint toplumunun eşitsizliği ve yoksulluğun altında yitip giden hayatları görme fırsatı elde ediyoruz.
Telefon, bilgisayar ya da tabletinizin başında, bu satırları okurken, içinde bulunduğunuz hayatın yoksunluklarıyla yakınma fırsatını yakalıyorsanız bir kez daha düşünün. Çok şanslı bir hayatınız olduğunu düşünüyorsanız da, kendinizi ve hayatınızı sorgulatacak bu kitabı alıp okuyunuz. İçinde yaşadığınız hayat, bir otobüse bile binememiş, deniz görmemiş, okuma özgürlüğü elinden alınmış insanlarla dolu.
Okuyabildiğiniz, nefes alabildiğiniz ve hayatta kalabildiğiniz için şükredeceksiniz.
- Özgür Topraklar – Neel Mukherjee
- Timaş Yayınları – Roman
- 336 sayfa
- Çeviri: İrem Uzunhasanoğlu