Türk edebiyatının önemli şair/yazarlarından Behçet Necatigil üzerine (1916-1979) kızı Ayşe Sarısayın ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Keyifli okumalar.
Türkiye’ye yapıtları/eserleri ile iz bırakan şair/yazar bir babaya (Behçet NECATİGİL) sahip olmak nasıl bir duygu yaratıyor sizde?
Necatigil’in babam olmasından onur duyuyorum. Doğrudan söyledikleriyle değil de, yaşama biçimiyle, duruşuyla, dünya görüşüyle, en çok da ardında bıraktıklarıyla dolaylı olarak çok şey öğretti bana. Eşitlik, adalet, vefa, emeğe saygı, sorumluluk, merhamet gibi kimi kavramları çocukluk evimde farkında olmadan öğrendim, hayatın olağan akışı içinde deneyimleme fırsatı buldum. Teşekkür borçluyum; hem babama hem de şairime…
Behçet Necatigil’in yazarlığının dışında, ev içindeki tutumu, size/ailesine karşı ilgisi nasıldı?
Necatigil’in şair, edebiyatçı kimliğiyle baba kimliği birbirinden pek farklı değil. Her durumda aynı özellikler: içe dönük, çekingen bir yapı, doğru bildiğinden şaşmayan, kendi yolunda yürüyen, yüksek sesli haykırışlar, isyanlar yerine dolaylı anlatımları, ima edip geriye çekilerek beklemeyi yeğleyen bir şair, baba ve eş… Sıkça söylediği gibi, onun için “Önce şiir!” geliyordu, ardından her şey. Ancak çok çalışkan ve disiplinli olduğundan, her şeye yetişebiliyordu. Evdeki zamanının çoğunu odasında, daktilosunun başında çalışarak geçirirken, günlük işlerde anneme yardımcı olmayı asla ihmal etmiyor, hayatın yükünü pek çok alanda onunla paylaşıyordu. Bizimle birlikte yaşayan felçli anneannemin bakımından yemek yapmaya, bulaşık yıkamaktan çamaşır asmaya, hiçbir işten yüksünmezdi. Anneannem tek başına hareket edemediğinden, annemle babam ders saatlerini birbirleriyle çakışmayacak şekilde ayarlamak zorundaydılar –annem de edebiyat öğretmeniydi-, ikisinden biri hep evde oluyordu bu yüzden. Çocukluk arkadaşlarım yadırgardı bu durumu. “Baban neden evde?”, “Mutfakta ne işi var?” vb sorular, “Benim babam mutfağın yolunu bile bilmez!”, “Annem onu mutfağa sokmaz ki zaten!” gibi yorumlar karşısında ne diyeceğimi bilemez, biraz da utanırdım. Babamı çok seviyordum da, sıra dışı olmaktan hiç hoşlanmıyordum. Tıpkı arkadaşlarım “Senin baban şairmiş!” dediklerinde “Evet, ama aynı zamanda öğretmen!” diyerek konuyu kapatmaya çalışmam gibi…
Sonrasında, lise ve üniversite yıllarımda da benzer tepkilerle karşılaştığım oldu. O yılların alışılmış “baba” tiplemesinden hayli uzak görüntülere tanık oluyordu evimize girip çıkan arkadaşlarım. Ancak önemli bir fark vardı artık, utanç duygusundan eser kalmamıştı, tam tersine, sıra dışı olmak övünç kaynağına dönüşüyordu gitgide. Babamın bize yemek hazırlamasından, çay-kahve yapmasından gurur duyuyordum.
Dünyayı, düzeni, kendimi ve pek çok kavramı anlamaya, anlamlandırmaya çalıştığım ilk gençlik yıllarımda babamın şiirlerine de yaklaşmaya başlamıştım. Okuduğum şiirlerde, radyo oyunlarında karşıma çıkan edebiyatçıyla, günlük hayatımı paylaştığım insan birbirine çok yakındı. Sorumluluk duygusunun ve kimseye yük olmama çabasının neredeyse tüm yaşamını yönlendirmiş olduğunu hem davranışlarında hem de şiirlerinde gün geçtikçe daha çok görüyorum.
Türk edebiyatında ‘evler şairi’ olarak yer edinmiş Behçet Necatigil’in eserlerinde çokça gördüğümüz ‘ev içi sahneleri’ ile gerçek hayatındaki ev yaşamı arasında benzerlikler var mıydı?
Neredeyse birebir örtüştüğünü söyleyebilirim. Babam Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü adlı antolojisinde şu sözlerle tanımlar kendisini: “Şiirde kırk yılını doğumundan ölümüne, orta halli bir vatandaşın birey olarak başından geçecek durumları hatırlatmaya; ev-aile-yakın çevre üçgeninde gerçek ve hayal yaşantılarını iletmeye, duyurmaya harcadı.” Orta halli bir vatandaş olarak yaşadı, orta halli bir vatandaşın yaşadığı tüm sıkıntılarla, sorunlarla karşılaştı: geçim kaygısı, çocukları için daha iyi koşullar hazırlama, onları yoksun bırakmama çabası, yakın çevreyle ilişkiler ya da ilişkisizlikler, görevler, sorumluluklar… Yaşadıkları doğrudan ya da dolaylı olarak yansıdı yazdıklarına. Pek bilinmeyen, başlık konulmamış şiirlerinden biri şöyle başlar: “Ben ne Batılı bir şair / Ne öyle bir düşün adamı / Sular akar düşünür / Nasıl onarsa damı.” Bir başka şiirinde ise şu dizeler vardır: “Kimse diyemez ki özenmiş yazıyor / Hem ben ne yazdımsa ağırlığı altında / Ezildim de yazdım.” 2019 yılında kaybettiğimiz aile dostumuz, şair, yazar ve ressam Turgay Gönenç’in sözleriyle, “Behçet Necatigil, yaşamı, yazdıklarına tam anlamıyla uygun, yaşadığının hesabını veren bir kişiydi.”
Babanızın, sizin için özel/ayrı bir yeri olan bir eseri var mıdır? Bu eser ve öneminden biraz bahsedebilir misiniz?
Ayrım yapmam çok zor. Hangi yaşantılardan damıtıldığını tahmin edebildiğim için daha çok etkilendiğim şiirleri, radyo oyunları var elbette ama sayıları o kadar çok ki, burada sıralamamın pek anlamı olmayacak. Kendi seçtiği şiirlerinden oluşan Sevgilerde (1976) adlı seçki, babamın şiirlerine ilgi duymaya başladığım yıllara denk gelen, hazırlık ve yayın sürecine yakından tanık olduğum bir kitap, bu nedenle bendeki yeri daha farklı.
Hayatta onu sevindiren, kızdıran ve üzen durumlardan söz etsek?
Duygularını pek dışa vurmazdı babam. Bir çalışmaya odaklandığında, özellikle uzun süredir üzerinde çalıştığı bir şiiri bitirmeye yaklaşırken daha da içine kapanır, dış dünyayla ilişkisini keserdi adeta. Çalışmasını içine sinerek noktaladığında ise rahatlar, tekrar hayata dönerdi. Dostlarıyla buluştuğu, şiir sohbetlerine daldığı ortamlarda da keyifli olurdu genellikle.
Haksızlıklara, sorumsuzluklara, emeğe saygısızlıklara, vefasızlıklara kızardı. Adalet ve sorumluluk duygusu çok belirgindi, haksızlıklara gelemezdi. Sert tepkiler vermezdi gerçi, yine içine kapanarak ya da bulunduğu ortamı terk ederek gösterirdi tepkisini. Bir de küçük dikkatsizliklerimize öfkelendiğini hatırlıyorum. Diş macununun kapağını açık bıraktığımızda ya da tüpü ortadan sıktığımızda hep aynı sözü tekrarlardı: “Her şeyin başı fizik!” Herhangi bir konuda bizi uyardığını, uzun uzadıya nasihat verdiğini ya da sesini yükselttiğini pek hatırlamıyorum. Değinir, geçerdi. Evdeki yeniliklerden, eşyaların değişmesinden hoşlanmazdı, alışkanlıklarına çok bağlıydı. Sevdiği, hatırası olan eşyalara özen gösterir, aynı özeni bizden de beklerdi. Anneme yazdığı bir mektupta –yarı şaka yarı ciddi- şöyle der: “Sonra kahve kutusunu hor tutma, nazik muameleye alışıktır, dârı dünyada bir Behçet’in bir sevgili eşyasıdır, sırçadan narindir, kırılabilir.” O kahve kutusu, anılarıyla beraber duruyor hâlâ.
Hastalıklar çok üzerdi babamı. Kendi çocukluğu ve gençliği kimi yoksunluklarla ve hastalıklarla geçtiğinden olsa gerek, ablamla benim en ufak bir rahatsızlığımıza dayanamaz, beslenmemize, sağlığımıza çok dikkat ederdi. Evde sıkça tekrarladığı “Çocuklar gıdasız kalmasın!” sözünü hatırlıyorum. Ve kimsesiz çocuklar, anasız babasız kalmış olanlar, yoksullar… Şiirlerinde de belirgin temalardan biridir bu. Örneğin “Çocuklar” şiiri: “Çarşılarda bir şey / Biz pek aramazdık çocuklar olmasaydı. // Kasaplarda manavlarda bazı yorgun kadınlar / Hep de tenha saatleri seçerler / Sonra yavaş bir sesle / Çocuk için hasta kaç gündür yemiyor / Biraz et biraz meyve isterler. // Sevdiği bir reçeli gün aşırı yalnız ona / Kaşıklarla beraber büyür bir üzüntü /
Yağların şekerlerin çayların / Uykularda bile bitiyorsa / Annelere düşündürdüğü. //
İnsanlara, tezgâhlara, kâğıtlara kolaydı / Biz bu kadar eğilmezdik çocuklar olmasaydı.
Behçet Necatigil’in dönemindeki diğer yazarlar ile ilişkileri nasıldı? Bu açıdan sizin gözlemleriniz neler oldu?
En yakın dostu Kâmuran Şipal’di, 40’lı yıllarda başlayan çok özel bir dostlukları vardı. Sonraları Ali Tanyeri de katıldı aralarına. Tahir Alangu ve Oktay Akbal, bu ilk halkanın hemen ardından aklıma gelen isimler. Kalabalıkların, sosyal ortamların insanı değildi babam, sanırım küçük gruplarda daha rahat ifade ediyordu kendisini. Rauf Mutluay, Fethi Naci, İlhan Berk, Edip Cansever, daha genç kuşaktan Demirtaş Ceyhun, Doğan Hızlan, Kabataş Lisesi’nde öğrencisi olup sonradan dostluk kurduğu Hilmi Yavuz da evimize gelip giden edebiyatçılar arasındaydı. Edebiyata gönül veren gençlere kapısı her zaman açıktı, Selim İleri bu gençlerden biriydi. Benim bu beraberliklere ilişkin gözlemlerim çocukluk, ilk gençlik yıllarımdan. İlişkilerinin boyutlarını, derinliklerini babamın ölümünden sonra, yıllar içinde görmeye başladım.
Uzun sofraların çevresinde toplanılan akşam yemeklerinde, konu hep edebiyat ve şiir olurdu tabii. Babam bazen kısa bir süre ortadan kaybolur, ardından içinde bulundukları duruma uygun ve orada bulunanları hicveden bir kasideyle geri dönerdi. Yüksek sesle okuduğu kasideleri, şen kahkahalar eşliğinde dinlerdik. Bu kasidelerden biri de Sevgilerde seçkisinin kutlandığı gecenin anısına yazılmıştır, hikâyesiyle birlikte Dost Meclislerinde Kasideler adlı kitapta yayımlandı sonradan.
70’li yıllarda çok yakın bir dostu daha oldu: Yüksel Pazarkaya. Almanya’ya gittiğinde tanışmışlardı, sonrasında kısa buluşmalarla, mektuplarla sürdü ilişkileri. Bir mektubunda şöyle diyor Pazarkaya’ya: “İyidir, size öncesini sonrasını düşünmeden, işte neysem öyle, yazmak iyidir. Çünkü burada bir Şipal, orada sizler, bu iki Garp Cephesi, çekti benim nazımı.”
Kâmuran Şipal’le babamın dostluklarına dair bir anekdot aktarayım size: Lisedeyken, yakın bir arkadaşımla bizim evde ders çalışıyorduk. Necatigil’in şiirlerini okuyup anlamaya çalıştığımız, Şipal’in öykülerine, Kafka çevirilerine kafa yormaya başladığımız yıllar… Kâmuran Amca da gelmişti o gün, babamın küçük çalışma odasındaydılar. Dostluklarına öylesine özeniyorduk ki, biz de onlar gibi olalım dedik, denemeye karar verdik -çocukluk işte… Konuşmalarına kulak kabartıyorduk ama dakikalar süren sessizlikler oluyor, zaman geçmek bilmiyordu. Arada babamın kesintili, ağır konuşmasını duyuyorduk; hepi topu birkaç sözcük, kısa bir soru ya da bir yanıt belki. Kâmuran Amca’nın sesini duyana dek yine uzun bir ara. Gençliğin sabırsızlığıyla ve uçarılığıyla hiç bağdaşmayan, duraklamalarla örülü durgun bir sohbet… Bir süre sonra sıkılıvermiş, her zamanki gevezeliklerimize dönmüştük tekrar.
Yeni kuşak tarafından Behçet Necatigil’e ilgiyi ne oranda görüyorsunuz? Bu ilgi durumundan memnun musunuz?
“İyi edebiyat” büyük kitlelerin ilgi alanında değil, hiçbir zaman da olmadı ama popüler kültür gitgide daha fazla kuşatıyor hepimizi. Yine de çok umutsuz bakmıyorum, azınlıkta da olsalar, geçmişte olduğu gibi günümüzde de “iyi edebiyat”ın izini sürenler var. Genç kuşaklar, özellikle şiire yakın olanlar Necatigil şiirine de ilgi duyuyor, okuyor, araştırıyor. Şiirleri, poetikası incelemelere, kitaplara konu oluyor. Bu ilgi çok yaygın değil kuşkusuz ancak gerçek ve kalıcı gibi geliyor bana. Kitapları yeni baskılar yaptığına göre okunuyor olmalı. Daha durgun dönemler de yaşandı geçmişte, örneğin 80’li yıllarda, darbe sonrası korku imparatorluğunda yayıncılık da epey hasar görmüş, edebiyata ilgi genel olarak azalmıştı. İzleyebildiğim kadarıyla şimdilerde ilgi daha yoğun.
Babanız üzerine sizin de çalışmalarınız var (örn.: Çok Şey Yarım Hâlâ, Serin Mavi, Dost Meclislerinde Kasideler). Bu çalışmaları yaparken neler hissediyorsunuz, nasıl bir süreç oluyor? Ayrıca babanız üzerine yapmak istediğiniz başka ne gibi çalışmalar var?
Bu kitaplar arasında babamı, babamdan bende kalanları anlattığım Çok Şey Yarım Hâlâ’nın yeri hâlâ çok özel. Ölümünden yirmi yıl sonra geçmişe, ortak anılarımıza geri dönerken, ardında bıraktığı kitaplar, hakkında yazılanlar ve tanıklıklar üzerinden onunla yeniden tanıştım, geçmişte kalan babam/şairim canlandı, yeni anlamlar kazandı. Babamla buluşmanın yanı sıra, Çok Şey Yarım Hâlâ ilk kitabımdı, okuma yolculuğumun hiç hesapta yokken yazmaya evrilmesini sağladı ve sonrakilere yol açtı.
Bu çalışmaları keyifle, mutlulukla yapıyorum. Ve sürekli bir şeyler keşfediyorum. Babam biriktirmeyi çok sevdiği için hayli zengin olan arşivi, ancak 2013 yılında, annemin ölümünden sonra evini boşaltırken tümüyle ortaya çıkabildi. Belgeleri elden geçirmek, tasnif etmek, kitaplaşabilecek olanları yayına hazırlamak yıllar alıyor. Arşivde Necatigil’e ilgi duyan genç bir editör arkadaşımla, Serenad Demirhan’la birlikte çalışıyoruz. Her aşamayı paylaşma, aynı şeylere heyecan duyma, beraber sevinme ya da üzülme şansımız oluyor böylelikle, bu da işin manevi yükünü epey hafifletiyor. 2017’den bu yana Necatigil külliyatına Dar Bir Çember İçinde (Kâmuran Şipal’le mektuplaşmalar), Vaktin Zulmüne Karşı (iki cilt olarak yayımlanmış olan düzyazıların üçüncü cildi), Konuş ki Göreyim Seni (radyo uyarlamalarının ilk cildi) eklendi, daha önce yayımlanmış olan aile mektupları Serin Mavi’nin, annemin mektuplarının da eklendiği genişletilmiş basımı yapıldı, yıllardır yeni baskıları yapılmamış, gözlerden ırak kalıp unutulmuş bazı çevirileri, sözlükleri yayımlandı. Aynı dönemde Şaban Özdemir, çocukluk ve ilk gençlik verimlerini derleyerek yayına hazırladı (Küçük Muharrir), yine onunla birlikte hazırladığımız Dost Meclislerinde Kasideler yayımlandı. Alman ve Avusturyalı akademisyenlerle yazışmalarının yer aldığı bir kitabın hazırlığı yakınlarda bitti. Sırada edebiyatçı mektupları, radyo uyarlamalarının ikinci cildi var. Bir yandan da Necatigil arşivini dijital ortama aktarmak üzere ön çalışmalara başladık, ilgililere açmayı planlıyoruz.
Behçet Necatigil pek çok alanda yazılar/eserler kaleme aldı. Siz babanızın eserlerini okurken en çok hangi alanda yoğunlaşıyorsunuz? Neden?
Az önce de değindiğim gibi, anılarına uzanabildiğim ya da duygu birliği kurabildiğim şiirleri ve radyo oyunları, diğerlerinden daha ön planda benim için. Mektupları çok sahici geliyor, yazıldıkları dönemlere ayna tutan, edebiyat anlayışını, dilini, beğenilerini sergileyen belgeler. Kimi düzyazılarında, öğrettiklerinin ötesinde, şiirlerinden izler buluyorum. Antolojileri, geçmiş edebiyatımıza dair tutanaklar olarak sürekli başvurduğum kitaplar. Özetle her birinin yeri ayrı, her biri biricik.
Son olarak babanızla geçirdiğiniz ve unutamadığınız bir anınızdan kısaca özet istesek?
Çok Şey Yarım Hâlâ’dan bir alıntıyla yanıtlayayım: “Babam, o yaz günlerinden birinde, yakın arkadaşı Rauf Mutluay’ın da bizimle birlikte olduğu bir akşam yemeğinde ilk kez rakı ikram etti bana: ‘Zamanıdır, hazır Rauf da buradayken, sen de iç bakalım, istiyorsan tabii!’. Ben, artık sıraya girmiş olmanın verdiği gururla, kadehimi onlarla birlikte kaldırdığımda, Rauf Amca’nın ‘İlk rakın mı?’ sorusuna ne yanıt vereceğimi bilemezken -babam ilk rakımı kendi eliyle vermek istediği için böyle yaptı, bu kadehin ilk rakım olmadığını nasıl söyleyebilirim? Ya da o bana bu kadar olumlu yaklaşırken, ilk rakım diye nasıl yalan söyleyebilirim? -, babam ‘Boş ver Rauf! Bırak şimdi bunları, biz işimize bakalım!’ diyerek nasıl da kurtarmıştı beni yalan -ya da gerçeği- söylemekten!”
On dokuz yaşımdan, Silivri’deki yazlık evimizde beraber geçirdiğimiz günlerden bir anı. Bir de çocukluğumda yazlık sinema dönüşlerinde beni sırtında taşımalarını, arada adımlarıyla sarsılarak gözlerimi açtığımda, uyur uyanık, hissettiğim güven duygusunu ve tekrar uykuya dalışlarımı hatırlıyorum –uzak bir rüya gibi.
Kapak fotoğrafı: Diken