Zaman zaman Batı toplumlarıyla içinde yaşadığımız toplum arasında yapılan karşılaştırmalara rastlarız. Farklılıklar vurgulanır, sebepleri üzerinde durulur. En belirgin farklılıklarımızdan birisi ailedir. Batı’daki sınırsız bireyselleşme ve özgürleşmenin aile kurumunun dağılmasına yol açtığı iddia edilir. Bizde aile fertleri arasındaki “bağlar” henüz çözülmediğinden aile bireyleri arasında birliktelik ve desteğin tezahürü olan bağlılık gücünü korumaktadır. Varılan sonuç modernizmin deformatif özelliğinden daha az etkilenmeyle açıklanır. Oldukça yanlı olduğunu düşündüğüm bu analizi kısmen yanlış buluyorum. Yanlı olduğunu düşünüyorum çünkü değerlendirmeyi yapan kendi kültürel yapısını ve değer yargılarını merkeze yerleştirerek farklılıkları ona göre yorumlamıştır. Batı düşüncesinin diğer toplumları analiz ederken yaptığı (benmerkezci) hata tekrarlanmıştır. Kendi içinde çıkan eleştirilerde de tanık olduğumuz üzere, Batı’daki aile kurumunun çözülmesi ve pasifleşmesi bağlamında doğruluk payı vardır fakat bu değerlendirme kültürel farklılıkları gözardı etiği için kısmen yanlıştır. Her toplumun kendi değerleri çerçevesinde çözümlenmesi ve yorumlanması daha sağlıklı ve tutarlı sonuçlar verecektir.
Tüm bunları bana düşündüren Bağlar, öykü kitaplarıyla bildiğimiz Yüz Kitap‘ın yayın listesine eklediği ilk roman. İtalyan yazar Domenico Starnone tarafından kaleme alınan yüz kırk iki sayfalık eserin çevirisini Meryem Mine Çilingiroğlu yapmış. Romanın konusu için, ‘dört kişilik bir ailenin yarım yüzyılının özeti’ diyebiliriz. İtalya’da geçen hikâye tam da romanda anlatılan dönemin yani yirminci yüzyılın ikinci yarısının hayata yansıması şeklinde değerlendirilebilir. Duygu yoğun bir metin olan Bağlar’da günlük hayat yalın bir dille kaleme alınmış. Buna karşın dilindeki sadelik ve konunun sıradanlığı romanı kesinlikle basitleştirmiyor. Yazar hikâyesini modern toplumda eski bağlayıcılığını yitiren aile olgusu üzerine psikolojik değerlendirmelerle kuruyor. Karakterlerin bilinçaltını açığa çıkaracak şekilde kurgulanan psikanalitik boyutu da unutmamak gerekiyor. Toplamda üç bölümden oluşan kitap, pek bir şey anlatmadan çok şey anlatan eserlerden. Yaklaşık yarım asırlık bir yaşanmışlık hikâyesinin ilk bölümü anne, ikinci bölümü baba ve üçüncü bölümü çocukların bakış açısıyla aktarılıyor. Geçmiş, ailenin peşini bırakmayarak adeta intikam alıyor diyebiliriz.
Romandaki aile, dışarıdan bakıldığında hemen hemen her aile gibi muhtemel sorunlarla boğuşmaktadır. Yaşananlara daha yakından tanık olunca meselenin çok daha karmaşık olduğu görülüyor. Bu yanıyla derin bir psikolojik boyut göze çarpıyor. Romanın ana karakterleri biri kız diğeri erkek iki çocuklu bir aileden oluşuyor. Eşler arasındaki çatışma doğal olarak çocukların hayatını da etkilemektedir. Aldatan ve aldattığını gizlemeyen koca, sebebini bilmediği ve açıkçası merak da etmediği bir ruh hâliyle kendisini ailesine kapatmıştır. Bir süre sonra evi terkeden adamın yaşadıklarının açıklaması çok basittir. O an öyle olmasını istemiştir ve öyle yaşamıştır. Diğer tarafta, aldatıldığını kabullenemeyen depresif anne tüm gerilimlerini çocuklarını da dâhil ederek yaşamaktadır. Bir yandan kadın vasfıyla direnmeye devam ederken bir yandan da yetersizlik duygusuyla hayatı kendine işkence hâline getirmiştir. Uzun süre kocasını yanlış yaptığına ikna etmeye çalışmış, yeri gelmiş yalvarmış, yeri gelmiş suçlamıştır. İki yetişkin arasında kalan çocukların ise ne istediği, ne düşündüğü, ne yaşadığı pek mevzu edilmemiştir. Olaylar birkaç yıl sonra babanın eve dönüşü ve annenin kabullenişiyle devam etmiş fakat hiçbir şey eski hâlini almamıştır. Çocuklar kontrol hastası bir anne ve akışına bırakmış bir baba arasında sıkışıp kalmıştır. Elbette bunun bir karşılığı olacaktır.
Romandaki absürt durum Albert Camus’nün ‘saçma’ felsefesini hatırlattı bana. Camus’ye göre ‘ölümden sonrası yoktur ve fakat insan dünyada yaşadığı süre içinde hayatı olumlulaştıracak gerekçeler bulur’. Bu durum saçma da olsa insan yaşam için gerekçe bulmalıdır. Eser, aile içi bağların zannedildiği gibi çok güçlü olmadığını lakin aile kurumunun bir şekilde devam ettiğini gösteriyor. Bunun rasyonel bir gerekçesi ise bulunmuyor.
Kişilerarası ilişkilere, toplumsal kabullere ve psikanalitik detaylara kadar geniş bir okuma evreni sunan Bağlar çok katmanlı bir metin. Zoraki devam eden evliliklere ve üstü kapatıldığı için koptuğu görülmeyen ya da koptuğu görülmek istenmeyen aile içi ilişkilere değinen yazar hayatın olağan akışını yansıtıyor. Diğer yandan satır aralarında eski ve yeniyi, gelenek ile moderniteyi karşılaştırıyor. Hayata, insana, aşka dair hayal kırıklıklarını gün yüzüne çıkarıyor. Modern bireyin boş vermişlik hâli ve yetersizlik düşüncesi arasında savruluşuna dikkat çekerek insanın direncinin sınırlarını gösteriyor. Romandaki diğer önemli detayları toplumsal cinsiyetçi yaklaşım, erkek egemen anlayışla kurumsallaşmış aile kurumu ve ebeveyn çocuk ilişkisinin sorgulanması şeklinde özetleyebiliriz.