I.
Ne zamandı şimdi hatırlamıyorum, aylar önce bir akşam TV kanallarında zaplarken İslamcı bazı yazarların lafladığı bir kültür programına rast gelince durdum, biraz izledim. Tiyatro üzerine hasbıhal edişlerine denk gelmiştim. Gördüğüm kadarıyla hülasasını ”tiyatro da neymiş” diye özetleyebileceğimiz bu hasbıhalle, adeta tiyatro fetişizmiyle tiyatroyu muhalif olmanın ve aydınlanmanın yegane meşalesi belleyen karşıt görüşe mensup olanlar hafifseniyordu. Tabii arada olan tiyatroya oluyordu. Çünkü ”tiyatro da neymiş” derken tiyatronun özüne ve mahiyetine ilişkin bir çıkarsama yapılarak savundukları “tiyatronun gereksizliğini” gerekçelendirmek yerine sırf karşıt görüştekilere laf dokundurmanın fırsatını ele geçirmenin kıvancıyla tiyatro tahkir ediliyordu. Tiyatro üzerine konuşmak bir araçtı yalnız. Öyledir, mavi şairde, bir şeyleri araçsallaştırmak bazı İslamcılarda huydur.
Sonra bu hasbıhali çeviren yazarların, İslamcılığın kült-referansı Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü’nde yazdığı ve daha sonra da bütün piyeslerinde dibace olarak basılan tiyatroya dair düşüncelerini belirttiği metinden haberi olup olmadıklarını düşündüm. Olmamaları zayıf bir ihtimal. ”Bana sorarsanız, beşeri keşiflerin en büyüğü olarak tekerleği gösteririm. Sanat şekilleri içinde bence en büyük keşif tiyatro” diyen şair, ideolojik tutumundan dolayı devrin tiyatrosunu elinde tutanların, piyeslerine burun kıvırması ve kapılarını kapamasını belirterek onları sahneye koyacak geleceğin aktörünü beklediğini söyler: ”Öyleyse mutlak iman halinde tezlerin tezine sahip olan biz, tiyatrodan üstün ve dokunaklı alet kabul edebilir miyiz? Edemeyiz ama, işte -hamd olsun- o mutlak iman yüzünden bugünkü Türk (!) Tiyatrosu bize kapılarını kapamış bulunuyor; biz de ona yerle göğü birbirine katacak tiyatromuzla karşılık veremiyoruz. Dedik ya, istikbali ve bu arada istikbalin aktörünü bekliyoruz.”
İslamcı yazarlar arasında tiyatro üzerine kafa yormuş, onlarca piyes kaleme almış, onu sanatların içinde seçkin ve bir o kadar da hayatî bir tür olarak mevkilendirmiş olan Necip Fazıl’ın ahfadının tiyatroyu abesle iştigalmiş gibi sunmasını tam acayip bulacaktım ki vazgeçtim. Programda tiyatroya karşı sergilenen bu tavrın, bugün -özellikle performans olarak- Türkiye’de tiyatronun bulunduğu noktadaki yerini kendilerine borçlu olduğumuz o laf dokundurmaya çalışılan karşıt görüş diye belledikleri sanatkarlar karşısında yaşanan bir eziklikten kaynaklandığına kanaat getirdim. Şu ”kültürel iktidar kimde” psikolojisinin tezahürü olan bir eziklik.
II.
Haberlerde rastladım. Bazı tiyatro oyunlarının bazı illerde gösterimine yasak getirildiği yazıyordu. Haberlerde zikrdilen oyunlardan birini başka illerde yasaklanması haberinden birkaç gün önce bir davet üzerine İstanbul’da izleme şansım oldu: ”Adalet, sizsiniz”
Ümit Denizer’in kaleme aldığı AYSA Prodüksiyon Tiyatrosu tarafından sahneye konan oyunda Rutkay Aziz ile Taner Barlas rol alıyor. Oyun, tarihin içinde gücü elinde bulunduranların, kendilerinden sadır olan olumsuz gidişatta, meydana gelen bütün uğursuzlukların kaynağı olarak somutlaştırdıkları şahsiyetleri hukuku araçsallaştırarak nasıl şeytanlaştırılıp cezalandırdıklarını konu alıyor. Evgene Trivizas’ın Son Kara Kedi romanından ödünç alacağım bir eğretileme ile söylersem, dört ”kara kedi”nin mahkeme anına tanıklık etmeye davet ediyor bizi bu oyun. Sokrates, Galileo, Sacco ve Vanzetti. Biri milattan önce biri ortaçağda ve biri 20. yüzyılda yaşanan üç yargılama olayını peş peşe önünüze taşıyan bu performans, hukukun akıl ve adalet idaresinden çıkarak her şeyi tekeline almaya hevesli ideolojilerin yörüngesine oturduğunda ortaya çıkan vahim vakaları yeniden hatırlatıyor.
Haldun Taner ”hafıza ahlâkın ilk şartıdır” der. Kur’an-ı Kerim’in tarihten bir çok vakayı ibret alınsın diye anlatmasından da anlıyoruz ki inananlardan bir geçmiş şuuru talep eder. İşte ”Adalet, sizsiniz” oyununun da böyle bir hüviyeti var. Hukukun raptedilmesi gereken hakiki dayanak noktası olan akıl ve adaletten koparılmasına karşılık tekrar eden bir vurguyla ”Erdem adaleti sağlar, adil olan erdemdir.” düşüncesine dikkat çeken bu oyun hak ve adalet kavramları ve hukukun uygulanması üzerine yeniden düşünmeye kapı aralar.
Sokrates‘e isnat edilen suç ”devletin tanrılarına itaat etmemek” ve ”fikirleriyle gençlerin aklını çelmek”ti. Galileo ise bulgularıyla otoriteye bir tehdit olarak algılandı. Gerçi bugün dahi dünyanın yuvarlak mı düz mü olduğuna dair müşkülü çözememişlerin varlığını düşünürsek Galileo’ya güvenli bir çağ temin edeceğimizden emin değilim. Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti‘nin idamı ise Amerikan adalet sisteminin yüz karası olarak hâlâ dipdiri. Bir ayakkabı fabrikasında muhasebe müdürü olan Frederick Parmenter ve güvenlik görevlisi Alessandro Berardelli’nin 15 Nisan 1920’de üzerlerinde yaklaşık 16.000 dolarla bir bankaya giderken suikasta uğrayıp soyulmalarıyla ilişkilendirilerek yargılanan iki İtalyan göçmen Sacco ve Vanzetti, kesin olarak olayla hiçbir ilgileri olmamalarına rağmen o sıralarda Amerika’da yükselen sosyalizm paranoyasına, yabancı ve göçmen aleyhtarlığına kurban edilmişlerdir.
Günler geçti, bu üç haksız yargılama için yıllar, hatta yüzyıllar sonra gelen iade-i itibarlar yapıldı. Sokrates 2012’de beraat etti örneğin. Papa II. John Paul 350 yıl sonra Galileo’yu affetti. Papa şunları söylemişti: ”Kilise de bazı şeyleri zamanla öğrenir. Şimdi araştırma özgürlüğüne verilmesi gereken anlamın farkına varıyoruz. Galileo’ya kilisenin bazı kuruluşlarınca haksızlık yapıldığını artık anladık.” 1921’den 1927’ye kadar akıl dışı bir yargılamayla muhakeme gören ve nihayette idam edilen Sacco ve Vanzetti’yi ise 1977’de dönemin valisi resmi olarak affetti.
Sokrates’in birkaç arkadaşı hayatının son demlerinde onu hapishanede ziyarete gitmişti. Sokrates onlarla ruhun doğası hakkında münazara yaptı ve onlara ruhun ölümsüzlüğüne dair mitsel bir hikâye anlattı. Arkadaşı Crito onu nasıl gömmeleri gerektiğini sorduğu zaman, Sokrates şakayla karışık, ”Nasıl isterseniz; fakat dikkat edin benden öyle kolay ayrılamazsınız, ben sizden kolay kolay uzaklaşamam,” dedi.
”Adalet, sizsiniz” oyunu da bunu doğrulayan bir performans.