“Aşk’ın katı yasası! ama haksız olsa da,
uymalı insan, çünkü yeryüzüne uzanır
o eski, evrensel yasa gökyüzünden.”Petrarca, I Trionfi
Bölümlere ayrılan uzun bir şiirin ilk dizesine başlamadan önceki eşikteki çanıdır yukarda okuduğunuz. Korkak değil fakat bir o kadar çekingen elimizi uzattığımız ve minik ipini çekmeye cesaret ettiğimizde o çanın, kuş kadar hafif bir melodiyle kapının ardındakine buradayım diyebilecek kadar yakın hissettiğimizde bir de, bu üç dize ile giriş yaparız esas şiire. Devasa ya da değil, zorlandığımız noktada bize dev gibi görünen o kapının önünde çoğunlukla mermerden yapılan kapı önü eşiğinin aşınmış yüzeyine basmak ile onun hemen gerisinde, kaldırımın üzerinde durmak arasındaki fark; çanı çalıp çalmayacağımızın fotoğrafıdır aslında.
Bir fotoğraf sanatçısı yahut basit ama imgeleri kullanmaktaki maharetiyle bir şair olsam, tek bir fotoğraf karesi yahut iki dizede anlatabilirdim muhakkak dile getirmekte zorlandığım, deneyip yine de beceremediğim eksik kaldığım şeyi. ‘Şey’; ne uzun kelime! Harfleri birbirine yaslayarak cümlelere dökmeye çalıştığım, yazmaya karar verdiğim metnin; gerisine düşerim, beceremeyebilirim korkusu aslında hissettiğim ve ben ne fotoğraf sanatçısı ne de şairim. O yüzden basit bir okur olarak ama şiiri ve aşağıda okuyacağınız iki şairi çok seven bir okur olarak deneyeceğim elimden geldiğince. Sürç-i lisan edersem şimdiden affola.
Bir cesaret, eşiğin aşınmış mermerine bastım iki ayağımla, derin bir nefes buyur ettim göğüs kafesime, tuttum çektim çanın ipini. 14. yüzyıldayım. Başlayalım!
***
Yukardaki dizeler Francesco Petrarca’ya ait. Petrarca Rönesans Italya’sının önemli şairlerinden ve tarihin ilk hümanistlerindendir. 1300’lerin başında Arezzo, İtalya’da doğar, Bologna’da hukuk eğitimi alır. Kiliseye yakınlığından ve çeşitli görevlerde bulunmasından dolayı evlenmez ancak evlilik dışı çocukları olduğu söylenir. Elçilik görevine getirilir. Kuzey İtalya’nın tamamını gezer. Latinceye hayrandır ve şiirlerini İtalyanca değil çoğunlukla Latince yazmayı tercih eder. Vergilius ve Ovidius ile birlikte Avrupa şiirine en etki sağlamış şairlerdendir. Kendine özgü yeni bir sone geleneği başlatmış, benzetme ve sembollere önem vermekle birlikte onları anlaşılır kılmış ve en önemlisi sevgili okur; şiirde müziğe nasıl ulaşılabilineceğine ilişkin yeni bir anlayış geliştirmiş, bu da Vergilius gibi bir şairin daha okunur ve anlaşılır olması demekmiş. 1338’lere gelindiğinde Petrarca, İtalyanca yazdığı iki esenden biri olan I Trionfi’i yazmaya karar verir. Diğeri Canzoniere’dir ve aslında her ikisi de, beni aşan bölümlerde durmam koşulu ile başlı başına ayrı ve uzun birer yazı hak etmektedir. I Trionfi’i altı bölüm olarak tasarlar. İlkini de aşka ayırır. Aşkın Utkusu.
Yazıma giriş bölümü olan Petrarca dizeleri, Aşk Utkusu içinde yer alır ve aslında çok başka ve bize tarihsel olarak çok daha yakın bir şiirin; başlamadan önceki kısmını oluşturur. I Trionfi -ki sözcük çoğuldur-; ‘Zafer Alayları ‘anlamına gelir. Bir Roma geleneğini yansıtır. Alegorik olan I Trionfi’nin ilk kitabına, bu alayın komutanı olarak Aşkı oturtur Petrarca. Diğerleri ise İffet, Ölüm, Ün, Zaman ve Ebedilik olacaktır. Kitap Türkçeye de kazandırılmıştır. Utku Şiirleri.
I Trionfi; şairin yoğunlaşarak gördüğü bir tür düş, rüya ya da hayali anlatır. Aslında II. kitaptan itibaren daha fazla değinilen âşık olunan kadından, Laura’dan uzun uzun bahsetmek isterdim burada. Şair’in hayatında tam olarak var olup olmadığı, varsa da karşılaşıp karşılaşmadıkları, karşılaşsalar bile aşkın karşılıklı olup olmadığı net olarak bilinmemektedir. Ancak Petrarca’nın çoğu şiiri Laura’ya hitaben yazılmıştır. I Trionfi’den sonra yazdığı Canzoniere tamamen onadır. Eğer büyük aşkla bağlı olduğu bu kadın; ulaşmak istediği bir rüya, bir düş, gerçek kılmak istediği bir hayal ise geleneksel tarih onun Laura de Noves olduğuna işaret eder. Avignon’lu Laura de Noves. İki farklı aşk hikâyesi anlatılır. İkisi de hüzünlüdür. Belki de aşk hep biraz hüzündür. Tam olarak emin olunamasa da Petrarca bir yolculuğu sırasında yanına ulaşamadan vebadan öldüğünü öğrendiği Laura için öyle güzel şeyler yazar ki, öyle büyük bir aşktır ki içinde hissettiği; sevdiğinin ruhunu şu sözlerle uğurlar; “… gelmiş olduğu yere geri döndüğüne inanıyorum ruhunun, cennete…”
Giriş bölümünü, dizelerin ait olduğu dönemi ve şairini fazlaca anlattım gibi gelebilir size. Ancak ana bölüme geçebilmek ve ana bölümde yazmayı düşündüğüm şair ve şiirini, ve hatta devamında yazacağım diğer şair ve şiirini elimden geldiği kadar doğru aktarabilmek için Petrarca’yı, I Trionfi’yi ve Aşk Utku’sunu yazmam gerektiğini düşündüm. Çünkü evrende her şey aslında birbirine bağlıdır. Öncesi yoksa devamı da yoktur. Öncesini bilmeden devamını algılamamız zorlaşır. Parçaları birbirine tamamladıkça iç içe geçmiş olan şiirleri daha iyi anlamış olmaktan aldığım mutluluğu yazıya dökmem zaten benim için yeterince zordur.
Petrarca ile uzandığımız 14. yy giriş şiirinden burada ayrılıp, 20. yy İtalya’sının kuzey sınırında yer alan ancak şiiri ile kendi ülkesinin sınırlarını aşan bir kadın şaire “dünyayı ülkemin penceresinden seyrediyorum” diyen Ingeborg Bachmann’a gidiyoruz.
Kaçarken söylenen şarkılar vardır dedi Bachmann ve Petrarca dizeleriyle başlayıp XV bölümden oluşan bir şiir yazdı önce. Öyle bir şiirdi ki bu; Şairi, ‘karın henüz bağ koymaya başlamadığı gözleriyle buzdan dikenlerin içinde yalnız başına yatmaktaydı, yaralarıyla… Öyle bir şiirdi ki bu umudu yoktu, çünkü kaçmamak öngörülmüştü kendisine…
Aşk konusunda onbin kitabın yardımıyla, çok az değişebilen jestlerin ve budalaca yeminlerin deneyimiyle öğrenilmişti, ders alınmıştı aşktan’…
Ey kabuklarımızı kıran,
zırhımızı, kim bilir kaç yıldır bizi havaya karşı
koruyanı ve kahverengi pasını sıyırıp atan aşk!Ey bizim sevgimizi ezen,
duyarlı bölgelerdeki o nemli ateşi söndüren acılar!
Dumanlarla, duman içersinde can çekişerek sönmekte alev.
yazan Bachmann, bir sonraki eşikte; ‘ona, düşlerin zindanına iten aşka elini uzatıyorsun’ diyecektir. Hiçliğe inen bir merdiveni anlatır bize binbir gece yüksekliğinde basamaklarıyla. Ve tıpkı Binbir Gece Masalları’nın son masalına gelindiğinde, sonuncuyu da okuduğumuzda ölüneceğine atıf gibi adeta; ‘son adım’ der, ‘son adım boşluğa atılanı.’ ‘Bunu yapan, kor değil. Kurtar beni! Daha fazla ölemem!’
Şarkılar’la başlayan bir yolun İz sürerek Bilmece’ye varışını dinlemek istedim. Eşiği geçtim, içeri buyur edildim artık. Çerçevesi olmayan kocaman bir pencerenin önünde kor rengi bir berjere kurulmuşum hissi ve tüm duyularımın tanıklığı ile, içime çekmeye hazırım tüm şiirleri şimdi.
XIII bölümden oluşan Bachman şiiri benim zamanımın şairinde hayat bulup ilk dize olmuş. Şiirin adı da İz olmuş. Şairi Birhan Keskin.
Birhan Keskin Kim Bağışlayacak Beni şiir kitabında yer alan İz şiiri ile; öncesinde; Cinayet Kışı şiir kitabında (1996) Bachmann’ın 5 ayrı şiirinden beslenerek, yeni bir zamanda eski bir zamanın izini sürerek, görünmez iple birbirlerine bütünleyerek sözcükleri, yepyeni bir nefesle bambaşka bir şiir yaratır. Bachmann’ın şiiri ile, Bachmann’a kendi şiirinin mektubunu yazar bir anlamda Keskin.
İZ
Kurtar beni! Daha fazla ölemem!
Ah Ingeborg,
Neden mi?
Bilmiyorum.
Pek çok şeyi bilmediğim gibi.
Sana daha önce yazdığım mektupları neden
atmadığımı bilmediğim gibi.
Keskin, daha önce de Bachmann’a seslendiği şiirler yazmıştır, kimini bitirmiş kimini taslak halinde bırakmıştır belki. İz şiirinde ise; 1973’de aşırı uyku hapı alarak yaktığı sigarasının başlattığı yangında ağır yara almış ve takvim 17 Ekim’i gösterdiğinde ölen Bachmann’a rüyasını anlatıyor, gece onu rüyasında nasıl gördüğünü şiirleştiriyor bize.. Petrarca’nın I Trionfi’si ‘versio’ ; Türkçe’ye ‘görü’ olarak geçmiş olan edebi türde yazılmış. Ki bunun; yoğunlaşarak gördüğü bir tür düş, rüya ya da hayalin şiirselleşmesi olduğunu belirtmiştim yukarıda. Bachmann’ın şiirinde de rüya vardır, Keskin’in şiiri ise, Bachmann’ı kendi rüyasına alarak başlar.
Sevgili Ingeborg,
Birkaç gece önce seni rüyamda gördüm.
Ben çok üzgündüm. Bir yerden,
bir şeyi kurtaramamış olarak dönüyordum.
Mekânlar çok garip
yerlerdi.Tanımıyordum. Seni çağırsaydım
belki sen tanırdın. Çok üzgündüm.
Çok yorgundum.
Çünkü kurtaramamıştım.
Oysa ki, kurtabilmek için o “şeyi”
kan ter içinde kalmıştım.
Tanrıya çok yalvarmış, çok yakarmıştım.
Sonra, garip şekilde bu rüyanın bitişinde
sen vardın. Yanağına dayanmış elin vardı.
Gözlerinde uykusuzluk, rutubet vardı.
Ama ne garip, bana çoook sıcaktın. Ben de
sanki senin sıcaklığını özlemiş gibiydim.
Seninle çok garip merdivenlerden inip,
çok garip odalara girdik.
Bu noktadan sonra Bachmann’ın Çok Anlamlı Olabilirdi şiirinden alıntı yapar Birhan Keskin. Bu anlamda Büyük Ayı’ya Çağrı şiir seçkisinde yer alan Kaçarken Söylenen Şiirler’den, Bachmann’ın ilk dönem şiirlerine geçiş yaparak yol alır.
“İşte bu garip
rüyadan sonra
günlerce seni düşündüm. Haklıydın.
Çok anlamlı olabilirdi: tükenmekteyiz,
gitmek zorundayız, çağrılmadan geliriz.
Ama konuşmak ve anlaşamamak,
Ve bir an bile kavuşamayan ellerimiz,
yakmakta bunca şeyi: kalıcı değiliz.”
“Bachmann, Ertelenmiş Zaman ve Büyük Ayı’ya Çağrı adlı iki şiir kitabının ardından, şiir yazmaya çok uzun süre ara verdi ve bir daha şiir kitabı yayınlamadı.” diyor Ahmet Cemal, Ingeborg Bachmann’ın Dünyası yazısında. “Ancak şiir yazmadan yaşanamayacaksa yazılması gerektiği noktasında Rilke ile birleşir Bachmann.” diye de devam eder.
“Gerçekte inandığım bir şey var, ve ben buna ‘bir gün gelecek’ diyorum. Ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek, çünkü onu hep yıktılar, binlerce yıldır yıktılar. Gelmeyecek, ama ben yine de inanıyorum geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam, artık yazamam…” (Bachmann’ın Haziran 1973’teki bir röportajından)
Aşağıdaki dizelerde Bachmann’ın yine ilk şiir seçkilerinde yer bulan Duvarın Arkasında şiirine gönderme yapar ve onu onaylar Keskin. “Ben” der Bachmann, “Ben, hep ölümü düşünmek gibiyim.” Ben günü bölen çan sesleri gibi barışın ve mutluluğun yakasına yapışan…
Ah Ingeborg,
Nasılsın?
Sen hep ölümü düşünmek gibisin,
Sen “günü bölen çan sesleri gibi
barışın ve mutluluğun yakasına yapışan
ve olgun tarladaki orakları andıran
o büyük dünya korkusunun çocuğu”sun.
….
“Sen” der bu defa Birhan Keskin, “Sen şimdi ‘duvarın arkasında’ nasılsın?” ve cevabı hemen akabinde yine aynı seçkide yer alan bir başka Bachmann şiirinin son dizesi ile verir. O şiir Gecenin Nal Sesleri’dir.
Bense “hala duymaktayım soluğunu
bir de hançer gibi sapladığın
o sözcüğü.”
Gerçekten iyi misin Ingeborg?
Affedebildin mi?
Tekrar sevebiliyor musun?
Yaralanan bir şey tekrar iyileşebilir mi?
İyileşen yerde İZ kalınca
tekrar eskisi (gibi) olunur mu?
Hayır Ingeborg,
Iz bırakmaz insanı.
Hiç bir İz beni bırakmadı.
Hiçbir iz onu bırakmadı.
Ve biz bu izlerle eskisi (gibi) olamıyoruz.
Ingeborg Bachmann’ın Petrarca’nın şiiri ile giriş yapması elbette tesadüf değildir. Tıpkı Birhan Keskin’in İz şiirine Bachmann’la giriş yapmasının tesadüf olmadığı gibi. Petrarca ile başlayan rüya, Bachmann’la devam edip, Keskin’de tekrar hayat bulur. Her üç şiirde de sembol olarak merdiven kullanılır. Rüya ise en önemli ve temel öğedir.
İz şiirinin devam eden bölümünde Keskin, Bachmann’ın yine Büyük Ayı’ya Çağrı seçkisinde yer alan Bilmece şiirinden alıntı yaparak cevap mektubuna devam eder ve hatta İz şiirini Bilmece’nin son dizeleriyle tamamlar.
“Hiçbir şey gelmeyecek bundan böyle
Bir daha ilkbahar olmayacak.
Herkese kehanetidir bin yıllık takvimlerinAma yaz, ve hani derler ya,
‘yazdan kalma’ diye, onlar da olmayacak –
artık hiçbir şey gelmeyecek.Asla ağlamamalısın
der bir şarkı.Onun dışında
bir şey
diyen
kimse yok.”
Burada Bachmann’ın “Bilmece” şiirinden ve kime ithafen yazıldığından bahsetmek isterim sizlere:
Farklı besteleri ve politik görüşleri ile tanınan ünlü Alman besteci Hans Werner Henze, sol görüşlü, eşcinsel ve marksisttir. Kendi ülkesinde gördüğü baskı ile ülkesini terk etmiş ve 1953 yılında İtalya’ya yerleşmiştir. Sonradan İtalya Komünist Partisi’ne de üye olmuştur. Çalışmalarını bu ülkede sürdürmüş ancak Almanya ve İngiltere’ye sık sık seyahatlerde bulunmuştur.
Ingeborg Bachman, ünlü besteci ile 1 Kasım 1952’de tanışır. Tarih; Paul Celan’ın 1951 Kasım’ında, Gisele de Lestrange ile tanışmasından tam bir yıl sonrasıdır. -ki Celan Aralık 1952’de Gisele ile evlenir-. Bachmann Celan aşkı bir ömre sığan derin dostlukları ve birbirlerinden asla vazgeçmemeleri başka bir yazının konusu olabilir. Ancak şimdi konumuza dönmek gerekirse Bachmann; Ağustos 1953’den, Ağustos 1955’e kadar iki senelik bir zaman diliminde kısa ya da daha uzun aralıklarda Henze’nin İschia’daki evinde kalır. 1953’ün Ekim ayında Roma’ya taşınır. Bachmann’ın “Ağustosböcekleri”nin radyoda ilk yayını, Hans Werner Henze’nin müziği eşliğinde yapılır. Hans Werner Henze’nin Der Prinz von Homburg (1958) ve Der Junge Lord (1965) operaları için librettolar yazan yine Bachmann olur. Yine bir radyo oyunu olan The Cicadas (1954)’da Henze’nin bestelerini kullanır. Ayrıca Henze, çeşitli zamanlarda Bachmann’ın bazı şiirlerini de besteler. Bachmann; “Bilmece” şiirini “Ariosi dönemi için” diyerek, dost bildiği Henze’ye ithafen yazar.
Bachmann, “Yazarın görevi acıyı yadsımak, onun olmadığı yanılsamasını yaratmak, acının izlerini silmek olamaz. Tersine, yazar onu somutluğuyla benimsemek ve görebilelim diye bir kez daha somutlaştırmak zorundadır.” der. Birhan Keskin İz şiirinde, Acının izlerini silmeden tüm somutluğu ile görebilmiş, benimseyerek ve kabullenerek benim hayran olduğum bir şiirsellikle; kaçmadan, korkmadan fakat umudu da içinde besleyerek şiirine taşımıştır bana göre.
Sayfama; farklı zamanlarda, farklı ülkelerde, farklı şartlarda yaşamış iki kadın şairin; zamandan, ülkeden, şartlardan bağımsız, belki aynı veya benzer bir duyguyla soluk verdikleri kelimelerle, sözcüklerin iç içe geçebilirliliğinin büyüsünü gösterebildiklerini, şiirin evrensel, bütünsel kesişmesini ve şiir dilinin büyüleyici olduğuna dair inancımı taşımak istedim.
17 Ekim 1973, Ingeborg Bachmann anısına;
İyilik, sevgi, inanç, bitmek bilmez bir umut ve cesaretle…
Kaynakça:
- Ingeborg Bachman, Toplu Şiirler, Çeviren Ahmet Cemal, YKY, 2016
- Birhan Keskin, Kim Bağışlayacak Beni, Metis, 2014
- petrarch.petersadlon.com
- HansWermerHenze biyografisi ve hayatı ile ilgili çeşitli İngilizce web kaynaklardan, Ingeborg Bachmann’nın Ödül Töreni konuşmaları için, Ahmet Cemal çevirilerinden yararlanılmıştır.
İz şiirinde yer alan Italik bölümler, Bachmann şiirini vurgulamak için Ahmet Cemal çevirisindeki hali ile yazıya aktarılmıştır.