Arşiv Odası’nda Türk Edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Sabahattin Ali’nin uzunca süre sahibinde bile bulunmayan mektuplarını paylaşıyoruz. Sabahattin Ali’nin Ayşe Sıtkı’ya yazdığı mektupları bir hafta boyunca buradan sizlere ulaştıracağız. Bunu, kıymetli yazarımızın iç dünyasını anlamak için önemli bir fırsat olarak görüyoruz ve mektupların ilkiyle başlıyoruz.
Şimdiden iyi okumalar.
Sunuş
Sabahattin Ali, Ayşe Sıtkı’ya Konya ve Sinop Hapishaneleri ile Ankara’dan gönderdiği mektuplarda, öykü tadındaki kimi olayların yanı sıra iç dünyasındaki dalgalanmaları da anlatmış… Yüksek Muallim Mektebi’nde öğrenciyken Sabahattin Ali ile mektuplaşmaya başlayan Ayşe Sıtkı’nın ilk işi İzmir Kız Lisesi’nde tarih öğretmenliği. Sonra, 1930’ların ikinci yarısında yerleştiği Ankara’da kütüphanecilik. Ardından yine Ankara’da geçirilen uzun emeklilik yılları… Sabahattin Ali’nin Ayşe Sıtkı’ya gönderdiği ilk mektup 6 Kasım 1931 tarihini taşıyor. Aradan geçen 60 yıl boyunca mektupları yayımlamayı düşünmeyen Ayşe Sıtkı’yı bu kararından Oktay Akbal vazgeçiriyor. Mektuplar nedeniyle yazıştığı Ayşe Sıtkı’yı ikna ediyor. Benim mektuplara ulaşmamı ise Akbal’ın konuyu ilettiği Ankara Temsilcimiz Ahmet Tan sağladı. Bugün, hepsi birer belge niteliği taşıyan Sabahattin Ali’nin mektuplarının ortaya çıkarılmasında ve yayımlanmasında en büyük pay Ayşe Sıtkı’nın yanı sıra Oktay Akbal’a ait kuşkusuz… Bu dizide ancak bir bölümüne yer verebileceğimiz 67 mektubun tamamı eski harflerle kaleme alınmış. Ayşe Sıtkı’nın titiz bir çalışmayla yeni harflere çevirdiği mektuplarda, Sabahattin Ali’nin noktalama işaretleri aynen korundu. Noktalama imlerinin, yer yer günümüz kullanımına uymamasına karşın, çeviride mektupların aslına bağlı kalındı. Günlük dilde artık kullanılmayan, anlaşılması zor bazı Arapça, Farsça ve Osmanlıca sözcüklerin parantez içinde anlamları verildi. Parantezlerden bazıları Sabahattin Ali’ye ait. Ancak bunlar, mektup metinlerinde anlatılanların akışından çok rahat sezilebildiği için, ayrı bir işaretlemeye gidilmedi. Sabahattin Ali’nin o çok sevdiği yeşil mürekkeple bezediği mektuplar, kimi zaman 60 yıl öncesinden bir sesleniş… Yarım yüzyıl öncesinden bugünü yaşayış kimi zaman da…
Bazı felsefelerin bana pamuk ipliğiyle bağlandığını söylüyorsun, öyle olabilir Ayşe, bir fikrin kıymeti sabit oluşunda değil, samimi oluşundadır. Ben onları yazarken samimi idim, ama onlar bana uymazlarmış da ben yarın değişebilirmişim, bu da olabilir ve gayet tabiidir, kör değneğini beller gibi bir fikre saplanacak değilim ya. Dediğim gibi insan bir fikre samimiyetle sarılmalı ve onun için ölebilmelidir, fakat bu yarın o fikre hücum için mani teşkil etmemelidir.
13 ARALIK 1931/KONYA
—ı —
İki Gözüm Ayşe!
Mektubunun bu seferki cevabı da biraz gecikti. Son günlerde başımdan acaip sevda yelleri estiği için bu teehhürü (gecikmeyi) mazur görmelisin.
…Mektubunda iki şeyi çok beğendim, hatta, kızmazsan söyleyeyim, biraz da hayret ettim: 1- Gayet düzgün ve nefis bir üslubun var. 2- Bu üslup bir takım fikirlerin ifadesini de çok maharetle ifa edebiliyorlar, yani sadece güzel laflardan ibaret değil. Sonra çok nefis bulduğum (malum olmasına rağmen) şu cümledir: “İnsan bazen karışık şeyler hisseder, bunlar bir düşünülse gayet basit şekle irca (indirgemek) edilebilirler, fakat bu türlü bırakmak da bazen hoşa gider.” Bu cümle üzerinde tahlillere girişmeyeceğim. Yalnız bunu tasavvur edebileceğin kadar mükemmel anladığıma emin olabilirsin. Anlaşılmadığından bahsediyorsun, dilini bilmediğim bir memleketteyim diyorsun. Bu gayet tabiidir, dünyada hiç kimsenin, hiç kimsenin dilinden anladığı yoktur, birbirleriyle en iyi geçinenler hiç konuşmayanlar, bu ihtiyacı duymayanlardır. Bu vakıa tasavvurların fevkinde feci (düşünülemeyecek kadar kötü). Mesela burada kolumda sevgili bir arkadaşla dolaşıyorum, o hararetle anlatıyor ben hararetle dinliyorum, aramızda bir santim mesafe bile yok, fakat ben birbirimizden kilometrelerle uzak olduğumuzu, başka diyarların, âdeta başka seyyarelerin (gezegenlerin) evladı olduğumuzu seziyorum. Bu düşünceler esnasında o sözünü bitiriyor ve bu sefer aynı hararetle ben başlıyorum. Aramız yine bir santim, fakat kilometrelerle uzağız, yanımdaki ihtimal bunu anlıyor, ihtimal farkında bile değil; bu komedi bazen beni kudurtuyor, bazen de miski-nane bir tevekkülle tahammül ediyorum. Sen orada ararsan belki dilinden anlayacak bir iki kişi bulursun, fakat burada bir tane, bir tane bile adam yok. Ben nasıl bibliyoman (kitap düşkünü) olmam sonra…
…Yalnızlığın insana verdiği gurur bile ilk fırsatta mevkiini bir aldanışa terkediyor. Sonra insana (tamamen değilse bile) kısmen yakın olanlar bulunabilir, mesela (bunu iltifat kabul edebilirsin) aramızda kilometreler bulunmasına rağmen seni bazen pek yakınımda hissettiğim oluyor ve arasıra: “Belki, diyorum, belki bunu o anlayabilirdi.” Sonra düşünüyorum ki anlamak mesailinde (sorununda) zekânın rolü çok azdır. Anlamak için dercenk-i evvel (her şeyden önce) iki şey lazımdır: Tolerans sahibi olmak, dünyayı ciddiye almamak. Düşünüyorum da görüyorum ki benim dünyada itham edebileceğim bir fert bile bulunamaz, herkesle aynıleşerek (özdeşleşerek) herkesi anlamaya o kadar hevesim ve istidadım var, herkes mütemadiyen sağır ve kör beni itham ettiği halde.
Bazı felsefelerin bana pamuk ipliğiyle bağlandığını söylüyorsun, öyle olabilir Ayşe, bir fikrin kıymeti sabit oluşunda değil, samimi oluşundadır. Ben onları yazarken samimi idim, ama onlar bana uymazlarmış da ben yarın değişebilirmişim, bu da olabilir ve gayet tabiidir, kör değneğini beller gibi bir fikre saplanacak değilim ya. Dediğim gibi insan bir fikre samimiyetle sarılmalı ve onun için ölebilmelidir, fakat bu, yarın o fikre hücum için mani teşkil etmemelidir. Dedim ya hiçbir şeyi ciddiye almamalı, hatta ölümü bile…
Herkese selam. Senin de gözlerinden öperim kızım.
Sabahattin Ali
Bir cumhuriyet kızı: Ayşe Sıtkı
60 yıl sonra günışığına çıkarılan mektupların öyküsü
Ayşe Sıtkı… Bir Cumhuriyet Kızı… 1930-35 yılları arasında Pertev Naili Boratav’m yanı sıra Sabahattin Ali’nin en yakınında bulunan birkaç kişiden biri…
1928’de Erenköy Kız Lisesi’nde Reşat Nuri’nin (Güntekin) öğrencisi… 1932’de tarih öğretmeni… 1950’lerde Adnan Ötüken’in yakın çalışma arkadaşı… Ve her zaman Nâzım Hikmet hayranı…
Sabahattin Ali’ye gönderilen mektuplar arasında en çok ilgi toplayanlar Ayşe Sıtkı’ nınkiler oluyor. Oktay Akbal da Filiz Ali ile Atilla Özkırımlı’nın 1979’da yayımladıkları “Sabahattin Ali” kitabında yer alan mektuplar içinde, “Ayşe’ninkilerin özellikle dikkat çekici” olduğunu yazar ve ekler*:
“Ayşe’nin Sabahattin Ali’ye yazdığı mektupların birkaçını biliyoruz. Ya Sabahattin Ali’nin Ayşe’ye yazdıkları!.. Onlar duruyor mu? Ayşe’nin mektupları sakladığını sanıyorum. O zaman hem yazınımıza hem yazarın anısına sevgi ve saygı belirtisi olarak o mektuptan ortaya çıkarıp kamuoyuna sunması gerekmez mi?.. Okur, Ayşe’yi, kişiliğini, yaşamın dalgaları arasında ne olduğunu merak ediyor.”
Ayşe Sıtkı, Cumhuriyet’te yayımlanan bu yazıları okur. O güne kadar Sabahattin Ali’nin mektuplarını yayımlamayı düşünmemiştir.
İki yıl sonra o sıralarda bulunduğu Avusturya’dan Oktay Akbal’a bir mektup yazar ve “ben Ayşe’yim” der…
1931-1935 yılları arasında eski yazıyla yazılmış yaklaşık 70 mektubu yeni harflere çevirerek yayımlamaya karar verir, ancak aradan bir on yıl daha geçer…
1912 yılında Kavala’da doğan Ayşe Sıtkı, Bolu Kadısı Allâme Mehmet Sıtkı’nın kızı… Kuvayi Milliye ile Çerkeslerin Bolu’daki çatışmalarım anımsıyor:
“Kurtuluş Savaşı sırasında Kuvayi Milliye ile Çerkesler arasındaki savaşımları anımsıyorum. Çocuktum Bolu’da. Babam onları durdurmak için sokak çatışmalarında çıkıp korkmadan “kardeşsiniz, niçin kan akıtıyorsunuz” diye çağrıda bulunurdu. Bir gün babamı, evimizin üst katında bulunan çalışma odasından yemeğe çağırdım, “hadi yemek” dedim. Beni sırtına aldı. O sıska bacaklarım sırtından aşağıya sallanıyordu. Sırtında güle oynaya iniyorum merdivenlerden. Tam o katın merdivenini döneceğiz, bir kurşun benim kulağımı yaladı geçti. Kuvayi Milliye ile Çerkesler dövüşüyorlardı. Zannediyorum Bolu’nun sokaklarında Çerkesler, dağlarda da Kuva yi Milliye vardı. Babamla ben dehşete düştük.”
Ayşe Sıtkı ortaöğrenimini Erenköy Kız Lisesi’nde tamamlar. 10. sınıfta Reşat Nuri (Güntekin) verir edebiyat derslerini. Bütün sınıf çok sevinir. Artık hepsi birer “Feride” dirler…
“Yanlış hatırlamıyorsam 1928-29 öğretim yılında girmeye başladı derslerimize Reşat Nuri. Sevinçten hepimiz uçtuktu. Ama çok sürmedi, müfettiş oldu ve gitti. Karısını da orada sevdi ve evlendi. Ben sınıfta ön sırada, kürsünün karşısında oturuyordum. Sınıfa ilk girişinde önüme geldi ve sevecen bir gözle bakarak o günkü parçayı “ siz okuyun” dedi. Kızlar kıskandı, ertesi gün beni arka sıraya oturtup konuşturdular derste. Gözünden düşürdüler. Oda baktı ki ben arkaya gitmişim, konuşuyorum, bir daha özel bir ilgi göstermedi. Aklıma geldikçe hâlâ üzülürüm…”
Nâzım’m kitaplarım, o sıralarda okumaya başlar Ayşe Sıtkı.
“29-30 ders yılında bir hadise olarak ortaya çıktı, ben onun kitaplarına hayran kaldım” dediği Nâzım Hikmet için lisede bir araştırma yapar ve sınıfta okur.
Sabahattin Ali daha sonra, “hayran kaldığı” Nâzım Hikmet’i Kadıköy’deki evinde Ayşe Sıtkı’yla tanıştıracaktır.
“Sabahattin, çok beğendiğimi ve sevdiğimi bildiği Nâzım Hikmet’le beni tanıştırmayı vaat etti. 1931 yılının yaz aylarıydı sanıyorum ve beni Nâzım Hikmet’in Kadıköy’deki evine götürdü. Gittiğimizde siyatikten rahatsız olan Nâzım bir yer yatağında yatıyordu. Bizimle görüşmek üzere doğrulup oturduğu zaman, yatağın içinden çok güçlü ışıklar fışkırdığını sandım. Gözleri, bakışları, yüzü ve vücudunun güçlü ifadesi insanı büyülüyordu. Bize çok ilgi gösterdi. Tarih bölümünde okuduğumu öğrenince, özellikle Fransız İhtilali üzerine sorular yöneltti, Marat’yı sordu. Ben dilimin döndüğü kadar cevap verdim bu sorulara. Ama Nâzım’ın öylesine etkisindeydim ki çok düzgün konıışamıyordum. O beğendi, yaşımı sordu. 20’sinde olduğumu öğrenince, kendisinin o yaşlarını anımsar gibi, gözlerini kısarak “çok genç, çok genç” diye iltifat etti. Odanın bir köşesindeki küçük masanın yanındaki iskemlede oturan sempatik bir hanım vardı. Nesiydi, bugün hatırlamıyorum. Daha sonra Sabahattin’le Nâzım uzun uzun konuştular.”
Sabahattin Ali ile Nâzım Hikmet’in neler konuştuklarını anımsayamıyor Ayşe Sıtkı. Anımsadığı, evden çıkarken “büyük bir iş baharmışçasına” duyduğu coşku ve Sabahattin Ali’ye nasıl teşekkür edeceğini bilemeyişi…
Ayşe Sıtkı’nın Nâzım Hikmet’le tanışmasının kısa öyküsü budur.
Ayşe Sıtkı, Nâzım Hikmet’in lise yıllarından beri okuduğu şiirlerinden çok etkilenmiştir. Öyleki 1934 yılında şiirlerini yayımlayan Sabahattin Ali’ye, “Nâzım’ın bir tek kuvvetli şiirine bütün kitabını feda edilebileceğini” söyler. Ancak “ mamafih” der ve ekler: “Her gören o kadar beğeniyor, o kadar okumaktan hoşlanıyor ki bir cihetten de iyi etmişsin topladığına diyeceğim.”
Yüksek Muallim Mektebi’nde öğrenciyken tanışır Sabahattin Ali’yle. Sabahattin Ali, Pertev Boratav’la o zamanlar Veznecilerdeki Zeynep Hanım Konağı’nda bulunan Yüksek Muallim Mektebi’ne gelir… Sene 1931…
Enver (Necati), Pertev (Boratav) ve Sabahattin Ali’nin “şampanya gibi zekâları vardı” derken uzaklara dalıyor gözleri Ayşe Sıtkı’nın. Hüzünleniyor… Milli Eğitim Bakanlığı bursuyla Fransa’ya giden Enver Necati’nin, “ orada sol hareketlere karıştığı” gerekçesiyle bursu kesiliyor. Ardından yurttaşlıktan atılıyor. Sabahattin Ali’nin en yakın dostlarından Pertev Naili Boratav halen yaşadığı Fransa’ya gitmek zorunda kalıyor!..
Sabahattin Ali ile Ayşe Sıtkı’nın dostlukları giderek gelişir. İlişkileri daha çok mektuplar aracılığıyla sürer:
“Dostluğumuz daha çok mektuplarla sürdü. Sabahattin Ali’yle çok yakından, çok görüşerek, konuşarak bir dostluk sürdüremedik. Çünkü o İstanbul’un dışındaydı daima ve sürekli olarak hapislere girip çıkıyordu. Buna rağmen Sabahattin benimle evlenmeyi çok istedi. Ancak ben ona kendimi o kadar yakın hissediyordum ki bu yakınlığı evlenerek bozmak istemedim.”
1936’da Ankara’daki ablasının yanına gelir Ayşe Sıtkı. Ertesi yıl bir hukukçuyla evlenir ve yaşamını Ankara’da sürdürür. Sabahattin Ali’yle 1936’dan sonra artık mektuplaşamazlar da…
Ayşe Sıtkı, Sabahattin Ali’den gelen 70’e yakın mektubu, 15 yıl süren ilk evliliği sırasında saklamak zorunda kalır… Liseden ve Yüksek Muallim Mektebi’nden arkadaşı, müzisyen Rauf Yekta Bey’in kızı Talia (Tanın) Hanım, Ayşe Sıtkı’nın çok yakın dostudur. Ve mektuplar Rauf Yekta Bey’in Beylerbeyi’ndeki konağına taşınır…
Ayşe Sıtkı, mektupların 15 yıl süren bu zorunlu yolculuğu için “Sabahattin Ali’nin son mahpusluğudur” diyor:
“Mektupları Talia’ya götürmek zorunda kaldım. Yıllarca Rauf Yekta Bey’in üst katındaki kütüphane odasında kaldılar. Bu mektuplar Sabahattin Ali’nin son mahpusluğudur. Sonra torunlar, kitap kurtları Rauf Yekta Bey’in bazıları dünyada tek, bazıları iki nüsha olan kitaplarını aldılar. Mektupların da zarflarının üzerindeki pulları kestiler. Eski yazı olduğu için mektuplar pek enteresan gelmedi herhalde. Ama ben mektupları Talia’ya sayarak vermedim, sayarak da almadım. Kayıp olan var mı bilmiyorum.”
Aradan 15 yıl geçer… Ayşe Sıtkı ilk eşinin ölümünden sonra “Talia” der “mektuplar…” Talia Tanın mektupları Ayşe Sıtkı’ya verir…
1936 yazında Sabahattin ve Aliye Ali’yi, şimdilerde Ankara’nın iş merkezlerinden biri olan Işıklar Caddesi’ndeki evlerinde ziyaret eder:
“O sıralarda ablamın evi Işıklar Caddesi’nde, şöyle bir yokuş üzerindeydi. Sabahattin ile Aliye yeni evlenmişlerdi. Onlar da Işıklar Caddesi’nde bir üst katta oturuyorlardı. İkisini de çok iyi anıyorum. Sabahattin, zaten evlenmeden önce bana Aliye’yi mektuplarda anlatmıştı. Gittiğimde Sabahattin, karısına takılmak için gülerek, “Ayşe, Aliye’yle hep kavga ediyoruz” demişti. Çok seviyordu onu, hep şakalaşıyordu.”
Yılların ardından geriye dönüp baktığında, “ne iyi, ne zeki, ne kültürlü çocuklardı, neler çektirmişiz onlara” diyor Ayşe Sıtkı.
Ayşe Sıtkı konuşurken, düşünceler bir sarkaç ritminde yarım yüzyılı aşkın bir geçmişle bugün arasında gidip geliyor… 1990’ların Türkiyesi 1930’ların çok uzağında mı acaba?.. Sözgelimi 60 yıl…
* Oktay Akbal’ın 20 Nisan 1979 ve 15 Temmuz 1981 tarihlerinde Cumhuriyet’te yayımlanan yazıları.
Yarın: “Tam 1 seneye mahkûm edildim”