Aşağıdaki metin Mart ayında Othello Kitap etiketiyle yayınlanan Gökyüzünün Derisi isimli romanın yazarı Elena Poniatowska ile 1984 yılında Atlantis Dergisi’nde yapılmış söyleşinin içerisinde, Poniatowska’nın yazın dünyasına dair yer alan düşüncelerini içermektedir. Gökyüzünün Derisi isimli eseri ile Elena Poniatowska Türkçede ilk kez yayınlanmaktadır.
Çeviri: Jale Kaya Kahraman
Teresa Mendez-Faith: Birkaç biyografik ve edebi veriyle başlayalım mı?
Elena Poniatowska: Olur. 1933’te Paris’te doğdum. İkinci Dünya Savaşı bitmek üzereyken Meksika’ya geldim çünkü kızlık soyadı Amor olan annem Meksikalıydı. “The Windsor School” (Windsor Okulu) adlı bir İngiliz okuluna gittim ve daha sonra Philadelphia’daki “Holy Heart” (Kutsal Kalp) Manastırı’nda liseyi bitirdim. Sonra bir kere daha Meksika’ya döndüm. 1954’ten itibaren, Excelsior ile kendimi, bir günden diğerine gazeteciliğin içinde buldum.
F: İlk olarak Excelsior ile mi başladınız kariyerinize?
Poniatowska: Evet, gazeteciliğe ilk başladığım yer… Ve 1954’ten günümüze neredeyse yirmi sekiz yıl boyunca devam ettim, aslında o sırada da on üç kitap yazdım. 1978’de Ulusal Gazetecilik Ödülü’nü kazandım ve ülkemde bu ödülü alan ilk kadın oldum. Ve sonra tabii başka edebiyat ödülleri de aldım.
F: Gerçek manada ilk hangisiydi: gazetecilik mi yoksa edebiyat mı?
Poniatowska: İkisinde de aynı anda çalıştım aslında. Eşzamanlı bir çabaydı. Yayınladığım ilk edebi eser olan Lilus Kikus 1954’te çıktı.
F: Lilus Kikus’tan sonra ne geldi?
Poniatowska: Sonra, entelektüellerle dalga geçen bir oyun olan Meles ve Teleo’yu yazdım. “Sen beni okuduysan ben de seni okurum” ile “Eğer beni okursan ben de seni okurum” üzerine bir hiciv kurmacasıydı ve kahramanları, metnin sonunda birbirlerinin kafalarına vurarak birbirlerini öldüren Meles ve Teleo adında iki Yunan karaktere dönüştürdüm. Bu eserim 1955’te çıktı sanırım. Daha sonra Geçiş Kelimeleri adlı bir röportaj kitabı yayınladım; şimdiye kadar ölmüş olan insanlarla yapılmış röportajları içeriyordu bu kitap. Diego Rivra, Lazaro Cardenas, Fidel Castro gibi ve birkaç Fransız, Francois Mauriac ve birileri daha. Bu kitap neredeyse yirmi beş yıl önce yayınlandı. Daha sonra Hayatın Kırmızısı ve Ölümün Siyahı adlı bir şiir kitabım yayınlandı. Bu şiirlerden üçü Carlo Coccioli’nin antolojisinde yer aldı. Sonra yoksulların Pazar günlerini nasıl geçirdiklerini anlatan “Her Şey Pazar Günü Başladı” kitabını yayınladım. Bundan sonra Seni görene kadar İsa’m çıktı; Bu kitap Meksika Devrimi’ni meydana getiren ve ülkesinden kesinlikle hiçbir şey beklemeyen bir kadınla ilgiliydi. Bir de 68 öğrenci hareketi üzerine ve öğrencilerden büyük tepkiler almış bir kitap olan Tlatelolco Gecesi var. Tlatelolco Gecesi kırkıncı baskısına giriyor. Sonra Sevgili Diego, Quiela Seni Kucaklar, ardından da Sessizlik Güçlüdür ve ayrıca Mariana Yampolsky ile Yeryüzündeki Ev adlı bir fotoğraf kitabı yayınladım.
F: İlk kitabınıza dönelim. Lilus Kikus çocukların fantezileriyle, merakla, aşkla dolu. Rulfo’nun da çok iyi ifade ettiği gibi, “Bir düşler kitabı; Lilus Kikus adında bir kızın nazik düşleri” Bu düşler, belki de kendi çocukluğunuz, kendi anılarınız, kendi deneyimleriniz, öyle değil mi?
Poniatowska: Evet, Lilus Kikus bir çocukluk öyküsü; otobiyografik olabilecek, belki de aynı yaştaki birkaç arkadaşın hayatlarından ve benzer deneyimlerinden örülmüş bir öykü.
F: Daha önce, tıpkı Lilus Kikus’un son bölümde anlatıldığı gibi, Philadelphia’da bir manastırda zaman geçirdiğinizi söylemiştiniz…
Poniatowska: Evet, manastırla ilgili kısım da kendi deneyimlerimden yola çıkmış bir bölüm.
F: Kişisel deneyimlerden bahsetmişken ve Tlatelolco trajedisi temasının çalışmalarınızda tekrar eden bir tema olduğunu görerek: 68 hareketine herhangi bir şekilde katıldınız mı diye sormak istiyorum.
Poniatowska: Doğrudan katılmadım. Birkaç gösteriye ve başka birkaç küçük etkinlikte bulundum sadece. Öğrencileri çok iyi tanımaya başladım böylece, ancak öğrenci olmadığım için kendimi hiçbir zaman aktif olarak dâhil görmedim.
F: Çalışmalarınızın çoğunu Jan’a adadınız…
Poniatowska: Evet, 21 yaşında ölen kardeşim Jan’a.
F: 68’de birçok kurbandan biri miydi?
Poniatowska: Hayır, Jan öğrenci hareketinde öldürülmedi. Jan üniversitedeydi ama o yıl 8 Aralık’ta bir trafik kazasında öldü.
F: Görünüşe göre 68 sizin için iki kat trajik bir yıldı. Aşağı yukarı on yılın olaylarını topladığını düşündüğüm Sessizlik Güçlüdür kitabınızda da 68 mücadelesi bir kez daha meselelerini ele geçiriyor ve dâhil ettiğiniz yirmi kadar fotoğrafı saymazsak, elli sayfayı bu konuya ayırıyorsunuz.
Poniatowska: Evet, tamamen haklısınız. Bu kitap, tam olarak söylemek gerekirse, 68’den günümüze kadar yaklaşık on yıllık olayları içeriyor.
F: Çalışmalarınızın çoğunda en çarpıcı yönlerden biri, ister doğrudan fotoğraflar, röportajlar, radyo bildirilerinin gerçek kayıtları vb. olsun, ister dolaylı olarak, örneğin Jesusa Palancares gibi gerçek bir kişiyi kurguladığınızda olduğu gibi ‘dokümantasyon’ unsuru olduğunu görüyoruz. Bir gazeteci olarak yaptığınız çalışmaların edebi çalışmalarınız üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu düşünüyorsunuz?
Poniatowska: Tlatelolco Gecesi ve Sessizlik Güçlüdür gibi referans türündeki kitaplar, daha çok gerçeklik temelli bir kurgu olan Ruben Jaramillo kolonisiyle ilgili bölüm hariç, bariz kronolojiklerdir: Giiero Medrano’yu hiç tanımadım, orada bahsettiğim karakterlerin hiçbirini tanımadım aslında. Ruben Jaramillo kolonisini yalnızca iki kez ziyaret ettim, ancak orada bir hikâye yazmak isteyecek kadar yeterince kaynak edindim. Doğal olarak gazeteci bakış açısı oldukça yararlı oldu. 28 yıllık bir gazeteci olmasaydım, bu tür bir kitap yazamazdım. Seni Görene Kadar İsa’m, Jesusa ile yaptığım konuşmalara dayanıyor. Onları kaydetmeye başlamıştım ama kendisinin ses kayıt cihazından rahatsız olduğunu görünce bırakmıştım. Ondan sonra, gecelerimi onun bana anlattıklarını yeniden inşa ederek ve yazarak geçirdim. Diğer hikâyeler de her zaman gerçeğe dayanır. Genel olarak tanımlarsak, bir kurgu yazarı olmadığımı kabul edebilirsiniz.
F: Ama kısa öyküleriniz kurgu, değil mi?
Poniatowska: Evet, öyleler ama genel olarak gerçeğe dayalı bir kurgu onlar da.
F: Yaşanmışlıklar, baktığınız her yerde. Örneğin Jesusa Palancares: Seni Görene Kadar İsa’m’daki ana karakter ve Dördüncü Kıtalararası Kadın Yazarlar Kongresi’nde ondan bahsediyorsunuz…
Poniatowska: Evet, onun ismini her zaman gündeme getiriyorum.
F: Belki de onun bir şekilde Meksikalı kadın tipini somutlaştırdığını düşünüyorsunuz?
Poniatowska: Hayır, sadece Meksikalı kadın değil. Onu eşsiz biri olarak görüyorum. O tipik bir Meksikalı anne değil; sadık, alçakgönüllü, itaatkâr biri. Kadın Jesusa aslında bir âsidir, itaatkâr değildir. Bu nedenle, Meksikalı kadını temsil ettiğine inanmıyorum, ama o, Meksikalı kadına saygı duyuyor.
F: Jesusa Palancares’in kendi yaşamınız üzerinde de derin bir etkisi olduğunu söyleyebilir misiniz?
Poniatowska: Kuşkusuz. Benim üzerimde çok belirleyici bir etkisi olduğuna inanıyorum. Düşündüğüm ve yaptığım her şeyin; kitaplarımın, yazdığım şeylerin, her noktasında biraz Jesusa’nın ağızda kalan tadı olduğunu hissediyorum. Toplumsal adaletsizlikleri ve diğer tüm şeyleri daha önceden biliyordum ama gerçekte, Meksika’nın fakir insanlarına yapılan büyük adaletsizliğin farkına varmamın asıl yolu Jesusa’daydı.
F: Kitaplarınızla gerçeği değiştirebileceğinizi, edebiyatın ne kadar küçük olursa olsun bir şekilde yaşamı etkileyebileceğini düşünüyor musunuz?
Poniatowska: Edebiyatın insanların hayatlarını etkilediğini düşünecek kadar iddialı değilim. Edebiyat da diğer şeyler gibi bir ticaret ve bence dünyada pek bir şey değiştirmiyor. Değiştirebilmeyi isterdim ama edebiyat, siyaset değildir. Eğer edebiyat bir şeyleri değiştirebilecek bir etkiye sahip olsaydı, İsrail’in Filistin’i işgali veya yaşadığımız diğer savaşlar benzeri canavarlıklar hayatımızda olmayacaktı. Son birkaç yılda yaklaşık 137 savaş olduğunu görüyoruz. Çok sayıda barbarca çatışma ve çok sayıda vahşet… Bunların bizlere gösterdiği şey, edebiyatın hayata veya siyasete uyguladığı etkinin neredeyse olmadığıdır. Ve dahası, okuma yazma bilmeyen, pek çok insanın okuyamadığı, kitapların lüks nesneler olduğu bir ülkede çalışan ben -hatta şu anda devalüasyonla birlikte- kitaplar çok pahalı oldukları için, edebiyatım bir şeyleri değiştiriyormuş gibi davranamam. Bir gazeteci ve bir yazar olarak yapılabilecek tek şey kınamaktır. Ben de bunu yapıyorum. Kınamaya çalışıyorum.
F: Bir süredir insanlar -esas olarak edebiyat eleştirmenleri- bir kadın tarafından yazılan bir metnin özel bazı niteliklere sahip olup olmadığına bakmaksızın, bir “kadınsı yazı stili”nin varlığı veya yokluğu hakkında konuşuyorlar. Griselda Gambaro “ne olduğumuzu yazıyoruz” diyor. Bir kadın yazar olarak yazma tarzınıza “kadınsı” mı yoksa belki de “feminist” mi diyorsunuz?
Poniatowska: Kadın olarak yazdığıma inanıyorum. Seni görene kadar İsa’m da Jesusa Palancares gibi bir kadın karakter seçmiş olmam, kendimi açıkça kadınlarla aynı hizada bulduğumun kanıtıdır. Ama ‘yazınımın’ kadınsı mı yoksa feminist mi olduğunu bilmiyorum. Yapmaya çalıştığım tek şeyin yazmak, elimden gelenin en iyisini yazmak olduğuna inanıyorum. Ayrıca, feminist hareketlerden söz edilmeden veya özellikle Meksika’da henüz bu gibi şeyler ortaya çıkmadan, ben, onların söylediklerini yazıyordum. Benim kadın karakterlerim, her zaman birer kahraman olmuşlardır.
F: Peki sinemada, kadınlar kadınlarla beraberler mi?
Poniatowska: Tabii ki değiller. Makalemde Liliana Cavani ve Lina Wertmuller’den bahsediyorum. Benim görüşüme göre bu ikisi, kadınlara ilişkin muazzam derecede sapkın ve acımasız bir vizyon sundular. Ancak elbette, bunun tersi de bazen gerçekleşiyor. Örneğin Joyce Bunuel, Fransa’da bir film yaptı: Buharlı Kısrak. Kadınların hayat biçimlerini konu edinen, bir kadının hayatının ve hissettiği yalnızlığın gerçeklerini anlatan bir film… Tüm ev aletlerinin aynı anda çalıştığı bir sahne var. Ve her şeyin ortasında, ocakların kraliçesi kadınlar var. Böylesi bir ortam bazan bir hapishaneden farksızdır.
F: Son olarak… Şu anda üzerinde çalıştığınız ne gibi şeyler var?
Poniatowska: Meksika’da yaşayan ve 1942’de bir takside, tek başına kalp krizinden ölen İtalyan fotoğrafçı Tina Modotti üzerine bir kitap çalışıyorum. Aynı zamanda İspanya İç Savaşı’nda da bulunmuştu ve ünlü Amerikalı fotoğrafçı Edward Weston’ın sevgilisi ve modeliydi.