“Yabancı şehirlerin geniş ve bol ışıklı kaldırımlarında yürürken çok kez, normalde bir insanın takılmayacağı yerlerde ayaklarımın takıldığı oldu! Yoldan geçenler dönüp bana hayretle bakıyorlardı ama ben biliyordum ki onlar sizlerdiniz.” (sayfa 267)
Yaşadıklarımızın acılarını kıyaslarız biz insanlar. Bir şeyi yaşarken eğer çok da üzülmememiz gereken engelle karşılaşıyorsak deriz ki “İyi ki sağlıklıyız, ya olmasaydık? O yüzden boş ver. Üzülme.”, “Yahu savaşta değiliz, aç değiliz. Yediğimiz önümüzde yemediğimiz arkamızda. Boş ver!” Bahanelerimiz bol. Yazdıkça aklıma tonlarcası geliyor. Bütün kamburu dünya üstleniyor. Biz ise yaşadıklarımızı yaşamadıklarımızın üstüne atarak kurtuluyoruz.
Şimdi iyi ki şöyleyiz cümlelerini bir kenara bırakacağımız bir kitap anlatmaya geldim. İyi kilerin üstünde tepinen ve kaçılan kuyulara sokup çıkaran kitap Taş Kentin Kroniği, mayıs ayında Ketebe Yayınları’ndan çıktı. Editörlüğünü Ayhan Demir, Arnavut aslından çevirisini Ece Dillioğlu ve kapak tasarımını Harun Tan üstlenmekte. Taş Kentin Kroniği’ni kaleme alan İsmail Kadare Arnavut şair ve yazardır. Cino del Duca ve 2005 Man Booker Ödülü’nün sahibi olan İsmail Kadare, birçok kez Nobel Ödülü’ne de aday gösterilmiştir. Kitapları pek çok dile de çevrilmiş olan yazarın Taş Kentin Kroniği kitabının yanı sıra Ölü Ordunun Generali kitabı da dilimize çevrilmiş ve Ketebe Yayınları tarafından yayımlanmıştır.
Arnavutluk’ta bulunan bir taş kentte yaşayan insanları konuk alan yazar, bütün olayları küçük çocuğun gözünden anlatıyor. Haliyle anlatılan savaş, ölen insanlar, bıçaklar, silahlar, akan kanlar daha basit bir anlatımla gözler önüne seriliyor. Hatta çocuğun bazı anlarda öne çıkarılan o tatlı cahilliği okurun konuyu tam anlamıyla anlamamasına da yol açabiliyor. Böyle küçük bir çocuğun bir kaplumbağa misali kitabın tüm ağırlığını sırtında taşıması ama farkında bile olmaması Taş Kentin Kroniği’nin değerini arttırmakta.
İtalyanların elinde olan kent sürekli Yunanların saldırılarına maruz kalmakta. Bu sahneyi şimdi arka plana alalım. Arka planda İtalyanlar ve Yunanlar saç saça kavga ederken taş kentte bir genç kızın yüzünde sakalların çıkılması konuşuluyor. Küçük çocuğun evinde kalan babaannesi Selfice, dedikoduların merkezi gibi her olaydan haberdar edilirken küçük çocuk da bunları dinliyor elbette. Savaş arka planda ocağın altını kısmışken kentte büyü konusu harlı ateşte pişiyor. İnsanlar bahçeye attıkları kesilmiş tırnaklarının çetelesini yapmaya ya da taradıkları saçların dökülenlerini bir bir toplamaya başlıyor. Çünkü büyü insanların pencereden dışarı attıkları tırnakların ya da saçların üzerine yapılmakta. Hâl böyle olunca büyünün yapılmış olduğu kişiler olduğundan farklı davranmaya başlıyor. Taş kent bir büyü faciası ile titrerken arkada patlamaya hazır olan savaştan haberdar değiller.
“Ama ben şehri seviyordum çünkü bu savaşta o tek başındaydı.” (sayfa 13)
Olay ne kadar ciddi olursa olsun ocakta pişen savaş değil köpüklü bir kahve oluyordu. Babaanne Selfice, pencerenin yanında oturarak insanların yaptığı kötü şeyleri ayıplıyor ve felaketlere “Kıyamet!” nidaları atıyordu. Konuşmalara şahitlik eden diğer komşular da bir koro gibi onun dediklerini tekrarlıyor ve onayladıklarını gösteriyordu. Dedikoduyu eve getiren delikanlı Ceco, sadece dedikodu getirileceği zamanlarda ortaya çıkıyordu. Taş Kentin Kroniği, karakterlerine birer görev vermişti. Herkes hayatına devam ederken sadece rolünün sırası gelen oynuyor ve devamında yalnızca olaylara yer veriliyordu. Yani aslında savaşın hâkim olduğu bir kentte kadınlar konuşurken, genç kızların çıkan sakalları ayıplanırken, çocuklar kenarda köşede duyduklarını anladıkları kadar arkadaşlarına anlatırken savaş onları bekliyordu. Savaş sırasının gelmesini bekliyordu.
Taş Kentin Kroniği, ayrıntıların insanı başka düşüncelere sürükleyebildiği çok güçlü bir kitaptı. Okuduklarımdan etkilendiğim çok olmuştur ama rüyalarıma konuk edebilmiş olduğum kitaplar nadirdir. Taş Kentin Kroniği, bana büyüleri anlattıktan sonra günlerce rüyamda ailemi büyülerden kurtarmaya çalışan o küçük çocuk gibi taş kentin sokaklarında bilinmezliğe koşup durdum. Bu etkisinin yanında kitabın içerisinde gözlerin görevi üzerine düşünen çocuğun söylediklerinin altını çizdim. Sanki kitabın bütün sayfalarını çizmişim gibi hissettiğim etkileyici bölüme sizi de davet etmek istiyorum:
“O anda bir insanın nasıl olur da parmakları, yanakları ya da vücudunun başka bir yeriyle değil de sadece gözüyle görebildiğini sorgulamaya başladım. (…) Bir keresinde lavabonun tıkalı deliğine baktığımda bana kör bir göz gibi gelmişti. Gözler de böyle kararıyor demek ki, diye düşünmüştüm. Su ve ışık, akışkan olmasına rağmen gözlerin aralıklarındaki deliklerden içeri akamıyordu. İşte bu da körlük demekti. (…) Bakmak! Ne tarifsiz şey! Mesela yüzümü şehrin aşağılarındaki mahallelere çeviriyorum ve gözlerim güçlü birer pompa gibi oradan gelen tüm ışık ve görüntüleri; bacaları, ağaçları, yolları, yayaları içine çekmeye başlıyor. Peki, onlar benim onları çektiğimi hissediyorlar mı acaba? Gözlerimi kapatıyorum. Bitti! Akış duruyor. Gözlerimi açıyorum. Akış devam ediyor.” (sayfa 19-20)
Taş kentin sokaklarının isimleri de alışık olmadığımız tarzda işlenmiş: Varoş yolu, Göbek yolu, Deliler Sokağı… Her bir isim de görevlendirildiği sokağı, yolu veya alanı kendisine benzetmekte kararlı. Bununla birlikte isimler de fark ettiğiniz gibi alışık olmadığımız tarzda: Ceco, Kako Pino, Selfice, Arif Kaşahu… Yine de İsmail Kadare Türk isimlerine de yer vermiş İsa ve Yaver gibi. Hatta küçük çocuğun dedesinin bir sürü Türk kitap okuduğunu ve torununa da büyüdüğünde Türkçe öğretme sözü verdiğini de anlatıyor. Çocuk sırf bu kitap okuma heyecanı yüzünden bir dükkâna girerek Yaver’den kendisine kitap vermesini istiyor. Seçimi kendisine bırakan Yaver’in bu hareketi sonunda küçük çocuk William Shakespeare’in Macbeth eserini alarak kuş olmadan uçmaya karar veriyor. Eseri okumaya başladıktan sonra kitabın içeriği değişmeye başlıyor ve küçük çocuk duyduğu kelimelerde ve yaşadığı savaşta okuduğu kitaptan parçalar bulmaya başlıyor.
Aşina olduğumuz bir şey vardır ki o da küçük çocuklara her şeyin anlatılamayacağıdır. Küçük çocuk haddinden fazla şey öğrendiğinde ve bu alışık olmadığı bir gerçek olduğunda bütün hayatını bu gerçek üzerine inşa edebilir. Çevrede öldürülen insanları ve savaş kelimesini öğrenmek için çırpınan çocuğun arkadaşlarıyla konuşmalarında “öldürmek, bıçak, silah, ateş, yıkım” kelimeleri dolanmaya başlar. Hayatta kalmak için öldürmek gerekiyor, karşı görüşteki insanlar yakalanıp öldürülüyorsa ve olağan süreci kabul etmeyenler hain olarak adlandırılıyorsa bir şey yapmalı. Konuşmaları dinlemek için etrafta dolanıyor, kulak misafirliğini yatıya çeviriyor, düşman askerinin arkasına takılarak konuşmaları dinliyor. Kafasında bir şeyleri oturtabilmek için çabaladığı anlardan birinde savaşı tanımlıyor:
“Bu kadar taş ve tahtayı bir araya getirmenin, bunlarla evler inşa etmenin ve tüm bu kurdukları yapıların olduğu yere de “şehir” adını koymanın kimin fikri olabileceğini düşünüyordum. Ama özellikle büyüklerin sohbetlerinde geçen “işgal edilmiş şehir” ifadesi benim için hepten havada kalıyordu. Kentimiz işgal edilmişti. Bu, kentte yabancı askerlerin olduğu anlamına geliyordu. Ben bunu biliyordum, ama beni zorlayan şey başkaydı. Ben işgal edilmemiş bir kentin nasıl olabildiğini anlayamıyordum. Ayrıca bizim şehrimiz işgal edilmemiş olsaydı da yine aynı yollar, aynı bayırlar, aynı insanlar olmayacak mıydı?” (sayfa 28)
Taş Kentin Kroniği, kitaba adını da veren “Kronikten” bölümlerini içermekte. Bu bölümler tıpkı bir gazetenin büyük ve kalın yazılmış o başlıklarının arka arkaya okunması gibi bir his yaratıyor. Kronikleri yine aynı kentte yaşayan bir gencin yazdığı da anlatılmakta. Bu “Kronikten” bölümünde işgalci devletin kumandanlarının bildirileri, kentte evlenenleri, doğumları, ölümleri yer alıyor. Her bir bölümün sonunda sizi karşılayan “Kronikten” bölümlerinin tek ortak noktası var sanırım o da savaşta da barışta da doğum ve ölümlerin devam etmesi. Dünya doğal sürecini hiçbir şeye rağmen unutmuyor.
Sizde de olmuştur, bir filme başlarsınız ve filmin başında sizlere gülümseyen herkes filmin sonunda ölmüştür. İşte öylesine acımasız bir kitaba bakıyorsunuz şu anda. Keskin bir bıçakla sahici olan duygularınızın sahiciliğinden emin olmaya çalışacak bu kitap. Taş Kentin Kroniği, küçük çocukları bir mezbahaya götürerek onlara kanı ve vahşeti öğretmiş bir kitap olarak okuruna da savaşın dünya üzerinde koca bir mezbaha olduğunu anlatmış oluyor. Savaş hiç bu kadar gerçek olmamıştı!
“Demirleri bırakalım ey insanlar! Demir savaş ister. Bizim barışmaya ihtiyacımız var.” (sayfa 198)
İyi okumalar.
- İsmail Kadare – Taş Kentin Kroniği
- Ketebe Yayınları – Roman
- Çeviri: Ece Dillioğlu
- 265 sayfa