Timaş Yayınları tarafından yayımlanan, Norveçli yazar Matias Faldbakken‘in kitabı Garson‘un (çevirisi Mehmet Emin Baş tarafından yapılmış) yılın ilgi çeken kitaplarından birisi olduğunu düşünüyorum.
Norveçli yazarın bir Norveç sözüyle okuruna kapılarını açmaya başladığı bu kitap, sadece vakit geçirmek için değil, bunun yanı sıra birçok sanatçının eserlerini de göğsünde taşıyabilen bir eser. Kitaba başladığım ilk anlarda başka bir dünyanın içine girebileceğimden adım gibi emindim fakat bir başka ilgi alanım olan resim sanatına da parmağını dokunduracağını tahmin etmemiştim. Bir Avrupa restoranı olan Hills, işte bu resim, fotoğraf, kolaj, çizim gibi dünyaca ilgi görmüş nadide eserleri duvarlarında taşıyan tarihi bir restoran olarak karşımıza çıkmaktadır. Yazar kitabında Duvarlar alt başlığı altında bu eserleri teker teker inceleyerek ve birebir sanat eserlerinin isimlerini vererek anlatmıştır. Bu eserler Hils restoranının duvarlarını süslemekte ve bu özel eserlerin yanında restorana gelen insanların duvarların diğer kısımlarını kendi beğendikleri eserleri yapıştırarak doldurulmuştur. Kitabı okurken kendi kendime tüm bu isimlerin hayal ürünü olabileceği üzerine söyleniyordum fakat isimlerin sayısı arttıkça kafamdaki bu düşüncenin gerçekliği de azalmaya başlamıştı. Kendime yenik düşüp bu bölümü bitirdikten sonra kitabında yazdığı tüm sanatçıları tek tek incelemiş ve eserlerine bakmış bulundum. Böyle bir ayrıntı insanlar tarafından önemsenmeyebilir ama madem bir tarihi mekandan bahsediliyor ve bu mekanın daimi müşterilerinin her zaman belli bir seviyenin üstünde olduğu konuşuluyor, o halde o mekanın nasıl bir yer olduğunu ister istemez merak ediyordum. Gördüğüm bu birkaç eser beni mekanın ayakta durduğu süre boyunca yeterince tecrübe kazandığını, şımarık değil de daha olgun bir ortama sahip olduğunu, bordo renkte ve sarı loş ışıklarla aydınlatıldığını hayal etmeye itti. Belki yazar böyle düşünmemiştir ama ne fark eder, kitap yazıldıktan sonra yazarın değil okurun eseri olmaya başlar. Ben de eserimi böyle hayal ederek okudum diyebilirim.
Kitabın adından da anlaşılacağı gibi baş kahramanımız bu restoranın uzun süreli çalışanı olan bir garson gözünden anlatılıyor. Tabii olayın içine sadece garson değil, şef garson, bar sorumlusu, müşteriler, Vanessa adında yardımcı fakat biraz aklı kısa diğer garson da katılıyor. Restoranı ve ortamını kafamın içinde yerleştirebileceğim kadar zaman tanıyor yazar. Daha sonrasında olayların kapılarını aralıyor. Kapıdan her zaman aynı saatte ve aynı masaya oturmak için gelen Hınzır giriyor. Hınzır, restoranın zamanında geçirdiği zor günlerin ardından çöküşünü geciktirmek için müşteri kazandırma politikasını kendince uygulayan gayet hoş giyimli, orta yaştan biraz ileride bir daimi müşteri, gizli bir çalışandır. Çalışandan kasıt elbette böyle hoş giyimli bir beyefendiyi garson ya da aşçı olarak görmekten bahsetmiyorum fakat restoranın yükselmesini isteyen, her zaman aynı saatte ve farklı müşterilerle yemek yemeye gelen, karşılığında diğer müşterilerden farklı bir ilgi görmek isteyen bu insan, bir nevi o restoran için çalışıyor demektir.
Rutin hayat kendi halinde işlemeye devam ederken, bir gün kapıdan Hanım Kız girer. Garson, yaşadıkça tecrübe ettiği her şeyi unutur. Eli ayağına dolanır, elinde bir piramit karnabahar ile bağırarak anlamsız bir şeyler anlatmaya kadar uzar bu duygu karmaşıklığı. Okuduğunuzda ne olduğunu siz de anlayacaksınız. (Bu piramit karnabahar da gerçekmiş, doğa neler yaratıyor diye çığlık atarsanız eminim duyarım.) Ne idüğü belirsiz bu genç hanım, önce Hınzır’ı sormaya gelir. Daha sonra Hınzır ile bir masaya otururken görür bu hanımı Garson. Hınzırdan sonra bir başka daimi müşterisi olan Sellers ile hoş sohbetlerinde yakalar kendisini. Bu kadın bir arabulucu mudur, bir müşteri mi? Ne arıyordur Tanrı aşkına bu masalarda? Kendisini mi kaybetmiştir yoksa kendisini bulmuştur da kaybetmek mi istemiştir?
Bu müşterilerin yanı sıra adeta ak sakallı dede gibi romanın içerisinde bir şeyler söyleyen, arkadaşının doğruyu bulmasına yardımcı olacakmış gibi aforizmalar ile kafaları daha da karıştıran Edgar vardır karakterler arasında. Kendi başına büyüttüğü fakat öz kızı olmayan Anna ise bilgisi, deneyimi ve tonlarca ödevi ile yardımcı karakter olarak Edgar’ın yanındadır. Edgar’ın kendisi ortada yokken bile düşünceleri, söylediği cümleleri hep arkadaşı olan Garson’un etrafındadır. Bir olay olurken Garson hep onun da cümlelerini hafızasında tazeler.
Bu restoran haricinde dışarıda hayat yok gibidir sanki. Her şey bu restoran içinde başlar ve bitmez bile. Başlar, tekrar eder, tekrar eder, tekrar eder, başka bir konuya eklenir, büyür, büyür, büyür… Hanım Kız içeri girer. Bir dakika en son nerede kalmıştık?
Karakterlerin hiç uyuduğunu, uyandığını, bu restoran içerisinde yürümek, yemek yemek, bakışmak, gülüşmek, kadehleri tokuşturmak, sipariş vermek, bir masadan diğerine dahil olmak, içmek, oturmak, servis açmak, masaları süpürmek, düşünmek, konuşmak haricinde başka bir şey yapmadığını fark ettim romanı bitirdiğimde. Ama tek bir mekandan ibaret olan ve belkide sadece üç ile beş gün arasındaki olayları anlatan bu kitabın sıkıcı olacağı düşünülse de kesinlikle öyle olmadığını söyleyebilirim.
Garson bir kitap karakteri olmak haricinde bizden de biridir. Gazetelerin kendi zamanlarını artık doldurmuş olduğunu, müşterilere okunması için gazete uzatmak isterken aslında hepsinin telefonlarına gömüldüğünü fark ettiğinde anlamıştır. İnsanların gözlerinin ve ağızlarının yüz ifadelerini ortaya koyan iki organ olduğunu da düşünmüştür. Bir yüz ağladığında ilgi toplarken, sinirli gözüktüğünde çevresinde kimseyi bulamayacağını anlatmıştır bize. Yaşam boyunca deneyimleyeceğimiz bir çok önemli ayrıntıyı bir kapı arkasında, bir barın yanında birilerini gözlerken veya masaların kırıntılarını süpürürken duyduğu seslerle daha kısa ve etkili bir şekilde hayatına katmıştır bu ayrıntıları kendisine.
Bizden biri olan Garson’un bir iki düşüncesini alıntılamak isterim. Kahve hayatımızda neredeyse kahvaltının yerine geçebilecek kadar büyümüşken bu alıntı güzel olacak gibi geliyor:
“Sabahlar, hepimizin bildiği gibi, kahvenin hâkimiyetindedir. Kahve üretiminin ve araba kullanımının sahip olduğu dalgalanma etkisinden bağımsız olarak bu ikisi olmadan bir hayat düşünmek çok zor, bilhassa ikisi birden ve tercihen de sabahları. Kahve höpürdetme ve araba sürme eylemleri kökleri itibariyle bir işe ve yola koyulma fikriyle ilintilidir. Sabahın erken saatlerinde elde kahveyle ya da arabanın içinde veya elde kahveyle arabanın içinde, hatta arabada içmek üzere kahve almak için kahve dükkânının önüne arabayı park etmiş bir şekilde, belki de arabayla çok da alakası olmayan eski Avrupa kahvehane kahvesiyle bulunma hali de kendi içinde varış noktası olması gibi. Bunlardan birini gözden çıkarmak, toplumun vücudundan bir uzvu kesip atmak gibidir, söz konusu dahi edilemez. Her sabah bu ikisi olmadan toplum makinesinin nasıl işleyebileceğini anlamak mümkün değil. “Kafeinsiz kahve kız kardeşinizi öpmek gibidir,” demişti bir keresinde biri.”
Şimdilerde yaşadığımız aşırı teknolojik çağımız için de bir başka düşüncesi:
“Birçok “şey” ekrana sığacak şekilde stilize edilip kırpılmış durumda, tıpkı “her şeyin” bir şekilde paraya dönüşebilmesi için yeniden tasarlanıp biçimlendirilmesi gibi. Banknotlar ve ekran birbiriyle bağlantılıdır. Ekran, banknotların penceresidir. Dolayısıyla ekran aslında satıcının penceresidir. İşte olay bu.”
İnsan biraz olsun geçmişinde kayda değer anılar yaşadıysa anılarındaki bazı araç gereçlerin yerine geçmek isteyen daha küçük ve kullanışlı araç gereçleri kabullenmekte zorlanıyor. Ben her zaman bir ulaşım aracında seyahat ederken istemsiz bir şekilde çevremde elinde telefon ışığıyla aydınlatılmış yüzlere bakıp ne yaptıklarını, ne düşündüklerini ve mimiklerini incelerim. Kitap okuyanları gördüğümde ise aramızda ipekten ince ama sağlam bir bağ oluşmuş gibi hissederim. Garson da benim gibi gazetelerin yerini telefonların aldığını gördüğünde önce bununla savaşmış, telefonlara yenilince bu telefonlar ile ne yapıldığını gözlemlemeye başlamış romanda. Dünya mı güçlü, biz geri kafalılar mı bilemem ama şimdilik yeniliyoruz.
Garson kitabı, yazarının bir sanatçı olması itibariyle sanata doyuran, hiçbir olayı tam olarak çözüme ulaştırdığını söyleyemeyeceğim bir olay örgüsü içerisinde kendi seyrinde ilerleyen (eminim çözülmemiş hali daha da doyuma ulaştırıyor), düşünceler, cümleler, insanların analizleri üzerinde mükemmel bir kitap olarak dilimize çevrilmiş. Birkaç saniyeliğine insanların sesini biraz olsun kısıp kendi içinizi doyurabileceğiniz bir kitap arıyorsanız doğru adres Garson olacaktır.
Merhaba Garson Bey, boş masanız var mı acaba? Daha gelecek olan misafirlerimiz olacak. Biraz vaktinizi alacağız, o kadar.
Şimdiden afiyet olsun!