Paul Strathern, bir kitabında “Çağımız asıl eleştiri çağıdır, ki, her şey eleştiriye tabii tutmalıdır kendisini.” der. Fakat çağımız eleştirinin oldukça uzağında durmayı tercih ediyor. Halbuki Azra Erhat’ın da dediği gibi “Eleştiri, yerin dibine batırmak değildir, olamaz.” İşte bu sebeple insanların bir kitap için hissettiği bütün duyguları ve ürettiği bütün düşünceleri özgürce söyleyebileceği bir seri oluşturmak istedik.
“Ne Okuyoruz?” Kitap Kulübü, olumlu eleştiriyi severek paylaşan fakat olumsuz eleştiriyi görmezden gelen yazarların aksine tam da gerektiği şekilde eleştirmeyi amaç edinen bir oluşum olma hayaliyle yoluna başlıyor.
Altıncı bölümünde Tore Renberg’in 2020 yılında çıkan romanı Ingeborg’un Tollak’ını (Timaş Yayınları, 2023) konuk ediyor.
Umarız, nefret ve aşkın birbiriyle uyumlu bu dansları bizi etkilediği kadar sizi de etkiler, iyi okumalar dileriz.
*
Öyküm: Hadi o zaman kahven sıcakken başlayalım. Belli ki unutacaksın kahveyi biz kitabı konuşurken…
Aziz: “Birlikte sadece bu zamanımız var, Tollak bana iyi davran.”
Öyküm: Bu nasıl bir başlangıç böyle… Her zamanki gibi önce şöyle bir uzaktan bakalım Ingeborg’un Tollak’ına. Ne hissediyorsun? Ne kaldı kitaptan geriye sende?
Aziz: İnsanı böyle bir çukura atıyor Tollak ve Ingeborg. Kitaptan bana geriye koca bir çukur kaldı. İnsan kime, ne hissedeceğini bilmiyor. Tollak’ın zarar veren hissetme biçimi, Ingeborg’un sorgusuz sualsiz aşkı… Diğer tarafta her şeyden habersiz Oddo. Bir çağa olan nefretini bu şekilde yansıtacağını beklemezdim. Senin yazdığın yazının başlığı tam anlamıyla kitabı karşılıyor zihnimde: “Aşk tatlı bir zehirdir.”
Öyküm: Ben etim kopmuş gibi hissediyorum. Tırnağımın eti olabilir belki. Kalsa biliyorum oraya buraya takılacaktı daha çok canımı yakacaktı. Gerçi şimdi de yakıyor. Ama sonuçta etim yani, benden bir parça. Tollak’a kızacak çok sebebim var. Hepsi de haklı sebepler biliyorum. İkimiz de inkâr edemeyiz bunu sanırım. Ama Tore Renberg öyle güzel işliyor ki bu aşkı, Tollak’ı anlamak istedim. Bu çaba bile yetti bana. Kitabın gücü öyle fazla.
George R. R. Martin’in cümlesi o aslında. Kitaptan sonra aklıma gelmişti. Yankılanma gibi. “Aşk bir zehirdir, tatlı bir zehirdir. Ama yine de öldürür.”
Aziz: Kitabın en büyük gücü ara verip gözlerini kapattığın an gözünün önünde bulabiliyor olmamız.
Evet, Ingeborg’un Tollak’la olan bağlantısını daha güzel ifade eden bir cümle olamazdı.
Öyküm: Ben dayak yediğim her anda duvara bundan dolayı baktım sanırım. Dayak yemek de güzel benzetme olur bu kitap için.
Aziz: Koca bir yumruk diyebiliriz, bitirdiğim vakit böyle hissettim. Koca bir demir leblebi gibi…
Öyküm: Nasıl sindireceğiz bunu?
Aziz: Sanırım uzun uzun düşünüp duracağız bunu. Tollak’ın sonsuz cehenneminde kimin, nasıl kurtulabileceğine dair senaryolar üreteceğiz zihnimizde.
Öyküm: İlk sayfalarda şöyle bir cümlesi var Tollak’ın: “Ben Ingeborg’un Tollak’ıyım. Ben geçmişe aidim.” Kitabı bitirince aile danışmanı bir arkadaşımı arayıp bu Ingeborg ve Tollak arasındaki ilişkiyi sormuştum. Bana Tollak’ın narsizmin de içinde bulunduğu birkaç hastalığa sahip olabileceğini söylemişti. “Ama belli ki Ingeborg’un aşkına yenilmiş narsizmi. Çok garip çünkü, böyle insanlar sevmeyi beceremez kendisinden başkasını,” demişti. Ama çok acayip ki gerçek bir aşk bu Ingeborg ve Tollak arasındaki. Ingeborg öldükten sonra bile durup durup hayaletiyle konuşan “Eskisi gibi sana tutunabilmeyi özledim,” cümleleriyle anılacak kadar etkili bir aşkmış bu diyorum. Yoksa bu aşk da mı hastalık kapmış?
Aziz: Bu hikâye en başından bu yana belliydi Öyküm. Bu tutkulu aşkın zehirli olduğunun tohumlarını Ingeborg’un babası en baştan şu cümleyle özetlemişti “Sonu olacaksın, onun için ve hepimiz için, sonumuz olacaksın.” İlk okuduğumda her şeyden habersizken bu cümleyi klişe bulmuştum. Tollak’ın tek zehirsiz sevgisi Oddo’ya karşıydı sanırım.
Öyküm: Oddo için de şimdilik Ingeborg ile birlikte evlatlık edindiği çocuk diyelim. Mahallenin zorbalık yaptığı, sessiz ve gerçekten birtakım ruhsal bozuklukları olan bir çocuk. Köpekleri Billy’i öldürüp arkasından sürükleye sürükleye eve giden yolu indiği o anı hatırlıyorum ilk anda… Sorunluydu yani. Babası gibi…
Bu arada bu Ingeborg’un babasının cümlesine karşılık Tollak’ın da annesinin cümlesini yazayım. “İki insan tanışıp birbirlerine aşık olduklarında dünya yerinden oynar ve büyük şeyler olur.” Farklı zamanlarda birbirlerine cevap veriyormuş gibi oldular.
Aziz: Ve bunu neden yaptığını bilmiyor aynı Tollak gibi ama tek bir farkla, Oddo her şeyden habersiz. Yine de kanı donuyor insanın.
Evet evet kitap hep böyle “Bu da var ama…” Ama, ama… Bu sebepten insan kime, ne hissedeceğini bilmiyor. Tam bir cümle kuracağım araya bir ama giriyor.
Öyküm: Oddo sonrasında “Keşke Tollak’ta da acıma duygusu olsaydı Oddo gibi,” diye cümleler kurabileceğim bir olgunluğa sahip oluyor gözümde. Düşün Tollak’ın gözümdeki ani düşüşünü…
Aziz: Bunu sevmeyi bilmemek diye oturtuyorum zihnimde bunun literatürde bir ismi vardır bence anlık ateşi söndürememek.
Öyküm: Hep Tollak’a da yüklenmek istemiyorum aslında. Ingeborg’da bayağı anormal davranıyor. Gerçi Tore Renberg onun depresyon benzeri bir süreç yaşadığını açık açık söylüyor. Neşeli ve sosyal kadının, bir süre duvarlara yakın yürüdüğünü, erken saatte yatmaya başladığını -ki bunu hiç yapmamış biri-, büyük kıyafetler giymeye başladığını- ki her zaman vücudunu saran kıyafetler giyen biri-, göz teması kurmaktan vazgeçtiğini anlatıyor. Ingeborg da koca bir ama benim için…
Aziz: Tam olarak kızmama sebebim bu. Tüm bunlara rağmen hâlâ sevgisinin devam etmesi, inişli çıkışlı duyguları zihnimde cümleleri dolanıyor. “Seni en çok akşam saatleri seviyorum Tollak, o zaman o zaman o kadar dik başlı olmuyorsun, karanlıkta ne güzelsin.” Birbirlerini hep karanlıkta seviyorlar.
Öyküm: Şimdi biraz araştırma yapınca şu tanımı buldum: sevgi beceriksizliği. Bu daha iyi oldu sanki.
Ay evet sanırım en etkilendiğim kısımlardan biri de bu ve bu karanlığı çirkinliklerinden bahsederek anlatıyor. İyi ve kötünün birbirine olan aşkını sahneler gibi bütün cümleleri Tore Renberg’in. “Ingeborg ve ben, insan vücudu yanında insan vücudu. Birlikte olduktan sonra ateşli ve çirkindik.”
Aziz: Evet bu daha makul. Bakınca ikisi de birbirini nasıl seveceklerini bilmiyorlar. Birbirlerine gündüz vakitleri hiç temas etmiyorlar.
Bunu birbirlerine itiraf ediyorlar zaten: “Ben onun çirkin olduğunu düşünüyorum, o da benim.”
Öyküm: Ve bu çift yalnızca sevgili de değiller. İki çocukları daha var Oddo haricinde. Hillevi ve Jan Vidar. Nereden tutarsam tutayım acı fışkırıyor gibi.
Aziz: İkisinin de buna katlanamayıp vadiden uzaklaşmış olmaları bir nebze rahatlatıyor beni. Tüm yaralara rağmen uzak kalmayı tercih ediyorlar.
Öyküm: Gerçi Ingeborg hep dönme taraftarıymış. Onu unutmayalım. Bunu isteyen Tollak Bey…
Aziz: Biraz direnç ve tutunma biçimi sanırım. Ne olursa olsun en büyük aşkından vazgeçmiyor bu onun sonu olsa dahi.
Hillevi’nin Tollak’a hissettirdiği “Benim olan her şeyi yıkmak istiyor,” duygusu beni keyiflendirmedi değil açıkçası.
Öyküm: Hillevi’nin de acısı buz kütlesinin suda görünmeyen kısmı gibi derin aslında. Erkeklerle olan ilişkilerindeki başarısızlığı, onlarca terapiye gidişi… “Senin kızın olarak ne kadar yaralı olduğumu biliyor musun?” Bu cümle bendeki tanıdık duyguları dürttü diyebilirim.
Tollak’ın bir sorusu var kitabın içerisinde. Bu soruya sen ne cevap verirsin merak ediyorum açıkçası. “Korkaklık, sırlar, yalanlar aşka yakışır şeyler midir? Diyelim yolda karşılaştık bunlarla hangisi galip gelir?“
Aziz: Bu tam da günlerdir herkese ve kendime sorduğum soru: “Sahi naptın o soruyu?” Kitaba göre cevaplamak isterim. Ingeborg için aşk galip geliyor, gariptir Tollak için hepsi birbirini döver aşk, sırlar ve yalanlar…
Öyküm: Tollak için korkaklık galip geldi bence. Yaptıklarını söyleyemeyecek kadar ödlek bir adam. Yaparken değil, itiraf zorluyor onu. Sırları var evet ama korkaklığından dolayı saklanıyor herkesten. Ingeborg’un da galip gelen şeyi öfkesi sanırım. Listede yok, ben ekledim.
Aziz: Ama Tollak’ın bunlarla hiçbir işi yok. Tek derdi durmadan “Neden herkes dünyamı benden almak istiyor?” diye sormak. Sadece kendini haklı buluyor.
Öyküm: Tollak’ın kafasının içine girmek istiyorum ama girersem de bir saat sonra çıkarın beni diyecekmiş gibi hissediyorum. Ingeborg’u dövdükten sonra kendisine kızan komşulara söylediği cümleyi hatırlıyor musun? Sen de ilk orada vurulmuştun. “Sevdiğimi dövmedim, söylediği şeyi dövdüm.” Bir an durdum. İkisi de aynı şey! Ama nasıl bir his yarattı ki “O da ne demek?” karmaşasına girdim. Korkunç bir darbe okur için.
Aziz: Öfke demişken aklıma geldi bunu desteklemek isterim “Senin kanın kokuşmuş Tollak.” dediği anda bir hareket bekledim ama devamı gelmedi…
Kafası karışık. “Sevgi beceriksizliği.” Attığı her adımdan sonra pişman oluyor zaten.
Öyküm: Tollak gayet bunu da onaylıyor. Tollak bir acayip bak.
Aziz: Bu ikili için Cem Akaş’ın yeni kitabından gördüğümüz bir parça uçuyor zihnime. Tollak bunu başarıyor gerçi… “Ben senin dibini bulamadım.” Ingeborg o dibi ararken boğuluyor gibi.
Öyküm: Ingeborg’dan başkasıyla uzun süreli ilişki kuramamış. Erkek kardeşi, erkek kardeşinin eşi, çocukları, Oddo bile… Bir beceriksizlik var evet. Bu tanım güzel oldu demek ki. Bir de kendi karısından başka herkesi çirkinliğiyle ama “kadın çirkinliğiyle” anlatması dikkatimi çekti. Tollak ağabey, eşin de çirkin ama bunlardan güzel bir çirkin mi yani?
Aziz: Dönüp dolaşıp zehirli sevgi cümlesine çarpıyorum. Birbirlerinden başka kimseye sevgi duymuyorlar sanki. Tollak için Oddo hariç..
Öyküm: Başlık ararken hep “zehirli” kelimesi içeren cümleler yazmışım defterime. Bak mesela biri de şu: “Suçlama. Muhtemelen en zehirli ve en çok bağımlılık yapan düşünce biçimidir. Sevme arzumuz da çok şiddetli bir rekabet içindedir.” Suçlama… Kim geliyor aklına?
Kabul et şimdi Oddo’yu da sevmeyi beceremedi Tollak…
Aziz: Tollak geliyor aklıma. Senin söylediğin “Sevdiğimi dövmedim, söylediği şeyi dövdüm.” dediği kısım. Tollak’ın duyduğu sevgide bir rekabet içindeydi o tarafta galip gelen sevgi de Oddo ağır bastı…
Öyküm: Benim de aklıma Ingeborg geliyor. Hep suçlayan, hep isyan eden o kadın olduğunda Tollak’ın söylediği şeyi dövdüm diyen parçalarını gıdıklıyor.
Aziz: Ve o parçaları durmadan dikmeye de uğraş veriyor bir yandan. Belki dediğimiz an kopuyor ipler.
Öyküm: Öf evet! İşte bu.
Ingeborg’un Tollak’ı resmen ayrıntılarıyla daha çarpıcı olan bir kitap ve biz o ayrıntıları söylememek için etrafında dönüp duruyoruz. Neyse ki alıntılarımız var, hayat kurtardı…
Aziz: Evet, senin yazın için de spoiler vermeden yazmanı istemek… Ne cesaretmiş bendeki…
Seni en çok etkileyen sahneyi merak ediyorum aslında eğer bu spoiler içermeyecekse ahaha!
Öyküm: Yaptım mı ama…
Ustası olduk spoilerın etrafında dolanmanın ahah! Spoiler vermeden en fazla şöyle sana hatırlatabilirim. Ingeborg, Tollak’ın yeşil renkte Citroen bir arabasını çok severmiş ya hani. Hurda diye kullanmazmış Tollak da. İşte o arabanın o bölgede hurdaları toprağa gömmek meşhur diye Tollak tarafından toprağa gömüldüğü bir sahne var… İşte oradayım ben hâlâ. Senin için hangi sahneydi?
Aziz: Bence yaptın tekrar söylüyorum yazdığın her cümle kitabı zihnimde bir yere oturtmamı sağlıyor…
Bu söylediğin çok etkili evet ama benim için Oddo’nun vadiye inip uzaklara bakarak ısrarla Tollak’a “Gördüğüm her şeyin resmini yapıyorum,” dediği yer. Tore Renberg’in bize yaptığı gibi kalemsiz ve kağıtsız resim…
Öyküm: Müteşekkirim efendim ahah! Benim için zevkti.
Tore Renberg şu anda sana “Gördüğüm her şeyin resmini yapıyorum” dese inanırsın galiba. Ben kavga ederim “Hani nerede!” diye.
Aziz: Yüksek ihtimalle ikna eder beni. Okuduğum vadiyi gözlerimi kapatınca görebiliyorum. :)
Editöre ve çevirmene teşekkür etmek isterim kitaba olan sabırları için daha önceki sorumu tekrar sorma niyetindeyim: “Nasıl delirmediniz?”
Öyküm: Editörü Ayşe Tuba’nın Ingeborg’un Tollak’ı çıkmaya hazırlanıyorken bana söylediği geliyor aklıma. “Sanırım bugüne kadarki en karanlık hikâye koleksiyonda. Ama ben çok seviyorum.” Ne kadar teşekkür etsek az. Galiba ben de çok seviyorum.
Kahven ne durumda Aziz? Bitti mi yoksa soğuttun mu? :)
Aziz: Kahveyi unutmuşum ahaha!
Öyküm: Ahaha tam da tahmin ettiğim gibi!
*