Herta Müller’in küçük şehirlerinin küçük insanları, her yerden kendilerini izleyen gözlerin altında yaşamlarının zincirlerini oradan oraya sürüklerken gündelik rutinleriyle de uğraşmak zorundalar. Çavuşesku’nun diktatörlüğü tam gaz sürüyor, dostlukları zehirliyor, sosyal yaşamı parçalıyor ve bireyleri sembolize edilmiş yenilgiler taşıyan nesnelerle anlatı kozmosuna hapsediyor; berberin kestiği saçların ölümle eşleştirilmesi, tilki kürkünün içi boş bir zamanı anıştırması ve daha pek çok ayrıntı.
Adina, Clara’yla yakın arkadaş. Paul, Adina’nın yavuklusu. Doktor ve öğretmen. Belli bir süre yaşadıkları çevrenin ve insanların hikâyesini izledikten sonra Pavel’la tanışıyoruz, o bir gizli servis ajanı. Clara, arkadaşlarını kurtarmak için Pavel’la ilişkiye giriyor, Adina’nın bütün itirazlarına rağmen. Yine de polisler peşlerine düşüyor ve taşradaki başka bir öğretmen arkadaşlarının yanına kaçıyorlar. Çavuşesku’nun yıkılmasına yakın. Belgeselini izlemiştim de, Çavuşeskular son ana kadar öldürüleceklerine inanamıyorlar. Bizim karakterler de inanamıyor, hatta bir nevi suçluluk duygusuna kapılıyorlar. “Uluslarının annesi” yalvar yakar ölüme götürülüyor. Ordunun diktatör hakkındaki ani karar değişiminin sancılarını Ilije nam asker karakterin bölümlerinde görebiliyoruz. Anlatı, küçük parçalar halinde birbirine eklenmiş. Karakterlere oldukça mesafeli bir anlatıcıyla iştigal ediyoruz, kapalı bir dünyanın çatlaklarından, görmeye iznimiz olduğu kadar göreceğiz.
Çavuşesku bir bıyık ve çakır göz, hemen her evde koca bir fotoğrafı var. Anlatıyı çarpıtan bu bakışlar sanıyorum – hemen her bölümde baskı altındaki insanların üzerlerine dikilmiş bakışları hissediyorsunuz- anlatıcı bu ayrıntıyı zaman zaman hatırlatarak belki içerikteki değil ama anlatım şeklindeki distopikliği sürekli canlı tutmak istiyor.
Bu esas karakterlerin yanında toplumsal yozlaşmanın hangi derecede olduğunu da izleyebiliyoruz; şehirdeki fabrikalardan birinin müdürü, elini pres makinesine kaptırıp ölen bir işçinin ağzına içki damlatıp adamın sarhoş olduğunu ileri sürüyor. Çalıştırdığı bütün kadınlarla yatan patron da aynı familyadan, işsizlik korkusu kadınlara başka seçenek bırakmıyor ve Marquez’in yalnızlıkla dolu dünyasının negatif ucuna ulaşıyoruz, birbirine benzeyen çocuklar doğuyor, büyüyor. Fabrikaya alınmıyorlar, bir araya gelmemeleri sağlanıyor. O zaman insanlar Çavuşesku mavuşesku dinlemez, sıkıverirler adamın topuğuna.
Anlatı nasıl kapalı, şöyle.
“Bütün okul günlerinin yazıları, harfler bir sözcükte sırt üstü, ötekinde yüz üstü düşmüş.” (s. 22)
“Kahvenin düz çatısının ardında bir park uzanıyor, sivri damlar var arkada. Burada müdürlerin, müfettişlerin, belediye başkanlarının, istihbarat görevlilerinin ve subayların sokakları var. Rüzgârı çarptığı zaman korkutan siyasal gücün bulunduğu sessiz sokaklar. Rüzgârın eserken burgaçlanmadığı. Gümbürderken bir dalı kırmaktansa kendi kaburgalarını kırmayı yeğlediği. Kurumuş yapraklar yollarda sürükleniyor, adımların ardından hemen izleri örtüyor. Burada oturmayan, buraya ait olmayan biri buradan geçtiğinde bu sokaklar için o kişi bir hiçtir.” (s. 28)
Öğrencilerin kafa karışıklığını geçtim, bireyin bürokrasi önünde parçalanışının boyutu çok korkutucu. Bizde de var bundan, Aziz Nesin yazdı da bitiremedi ya. Nesnelerden karakterlere, karakterlerden nesnelere. Ayrılmaz bir bütün. Hatta öyle nesnel haller ki patafiziğe göz kırpıyor.
Bunalın, diktatörlere dikkat edin, okuyun.