Şubat ayına girdiğimiz şu günlerde, büyük yazarlardan büyük kitaplar, yeni keşifler, denemeler, incelemeler, şiir kitapları birer birer raflardaki yerini almaya başladı. Bizler de dikkatimizi çeken ve dikkatlerden kaçmamasını istediğimiz kitapları listeledik.
Listemizde kimler kimler var: İnanmayacaksınız ama Ahmet Hamdi Tanpınar‘dan daha önce hiç okumadığınız bir metin; Suat’ın Mektubu raflardaki yerini alıyor. Ayfer Tunç, 4 sene aradan sonra yeni romanıyla bizlere selam veriyor. James Joyce‘un daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış bir mektubu Nora’ya Mektuplar derlemesinde..
Çağdaş klasiklerden kadın yazınına, romandan öyküye, işte, sizler için seçtiğimiz 20 kitap!
1. Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura – Ayfer Tunç
Saatin içindeki kum taneleri gibi parmaklarının arasından akıp giderken hayat, hikâyeleriyle birbirini tamamlayan iki âşık, belirsizlik içinde sevgilerini var ediyor. Ama bazen kum saati sadece akmıyor, yere düşüp kırılıyor, kumlar ortaya saçılıyor. Böyle anlarda ailenin sadece huzur ve güzelliği değil geçmişe terk edildiği sanılan hatıraları, marazları da taşıdığı anlaşılıyor.
İki âşığın genetik bir hastalıkla kesişen yolları bir noktada ayrılsa bile biri İstanbul’da, diğeri New York’ta aynı nefesi alıp vermeyi sürdürecekler… nefesleri yettiği sürece.
Ayfer Tunç, ilmek ilmek işlediği cümleleriyle modern bir destan yazıyor. Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura ailenin, arkadaşlığın, sadakatin, hastalığın ama en çok deliliğin ve acının öyküsü. Çünkü âşıklar delidir ve deliler acı çeker.
Umutlandı. Yüzü açık kalmış bir kitap gibiydi, aşk hakkında hiç söylemediği sözler satır satır okunuyordu. Mucizeler her zaman beklenir hayattan. Aşkın kendi varlığından gelen, iyileştirici bir gücü vardır ve kıyaslanacak olursa, aşkla geçen zamanın özgül ağırlığı, saatlerin gösterdiği zamanınkinden kat kat fazladır.
Aşk zamanın yoğunluğunu arttırmaya muktedir olan tek kimyadır.
2. Vakıf ve İmparatorluk – Isaac Asimov
Hugo Tüm Zamanların En İyi Serisi Ödülü
1941 yılında genç bir bilim insanı ve yazar olarak Isaac Asimov, Edward Gibbon’ın yazdığı Roma İmparatorluğu‘nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi’nden etkilenerek çağının çok ötesinde bir destan yazdı: Galaktik İmparatorluk’un çöküşü ve feodalizmin dönüşü, İkinci Galaktik İmparatorluk dönemindeki güvenli ortamdan geçmişe bakan bir bakış açısıyla anlatıldı. İşte bu süreç sonucunda “Tarih tahmin edilebilir mi?”, “Toplum nasıl yönetilmeli?” ya da “İmparatorluklar neden yükselir ve çöker?” gibi soruları sormaktan çekinmeyen destansı Vakıf Serisi ortaya çıktı.
Vakıf, çökmekte olan İmparatorluk’a rakip olacak kadar gelişmişti. Üstün teknolojisi ve diğer gezegenlerin sahip olmadığı enerji kaynaklarına ulaşabilmesi sayesinde Galaksi’nin dört bir yanından destek görüyordu, kısacası her şey Seldon’ın Planı’na göre ilerliyordu. Ancak öngörüsünü geniş kitleler üzerinden yapan bu plan, giderek daha da güçlenen bir kişiyi hesaba katmamıştı: duyguları ve düşünceleri kontrol etme gücü olan Katır’ı. Katır’ın, Galaksi’yi ele geçirmesini engelleyen tek şey ise yeri gizli tutulan ve insanların bu sırrı korumak adına ölmeyi göze aldığı, gizemli İkinci Vakıf’tı.
3. Kendine Ait Bir Kalem-Kadın Yazını Üzerine – Nil Sakman
Nil Sakman, Kendine Ait Bir Kalem’de neredeyse yok sayılan ve Kanon dışında bırakılan Kuruluş Dönemi kadın yazınını derinlemesine ele alıyor. Batı edebiyatından kadın yazarların eserlerinin de incelendiği çalışmada iktidar ve toplumsal cinsiyet rollerinin edebiyatta nasıl tezahür ettiği, deneyim ile edebi üretim arasındaki çetrefil ilişkinin “yazan kadın” bağlamında ne anlama geldiği ve erk olanın “meşru” ve “nitelikli” alanı işgalini mümkün kılan pratikleri disiplinlerarası bir anlayışla inceleniyor. Kadın yazınının, bu “meşru” ve “nitelikli” alanın neresinde olduğuyla ilgili derinlemesine bir tahlil yaparken olması gereken yeri ve engelleri belirtmekle kalmıyor; “erkekegemen” üslup ve yazınla belirlenen sınırları aşındırma yollarını sunuyor. Bunu özellikle Kuruluş Dönemi yazarlarının eserlerinden örneklerle gerçekleştiriyor.
Batı’da olduğu gibi Osmanlı’da da “nitelikli” ya da “okunmaya değer” edebiyatın sahip olması gereken vasıflar büyük ölçüde eril bir zihniyet tarafından belirlenmiş, yani nitelikli edebiyatı meydana getiren ölçütler eril bir zihnin işleyişi, yaşam algısı ve deneyim alanı tarafından tanımlanıp inşa edilmiştir. Bir ötekilik, erkeğe kıyasla ikincil bir varlık olarak algılanan; kamusal varlığı ya da makro-tarihe etkisi neredeyse yok denecek kadar az olan kadın ve kadınlık hâlleri ise erkek toplumsal cinsiyetini içine alan deneyim alanının büyük ölçüde dışında kalmış/bırakılmıştır. Bununla birlikte kadın ya da kadınlık hâllerinin yaşam deneyimi kayda değer ölçüde erkek toplumsal cinsiyetinin hiçbir zaman deneyimlemediği ve/veya deneyimleyemeyeceği, bütünüyle kadınlığa özgü kimi deneyim alanlarından meydana gelmiştir.
4. Cam Büyücüsü – Charlie N. Holmberg
Başarılı bir öğrenci olan Ceony, Büyücü Emery Thane’in kalbini bedenine tekrar koyup organ büyücüsü Lira’yı etkisiz hâle getirdikten sonra, kâğıt büyücüsü olarak yoluna devam etme kararı alır. Fakat Emery ile aralarında bir öğretmen öğrenci ilişkisinden daha fazlası vardır. Bu da onu verdiği karar konusunda bir hayli düşündürmektedir. Bütün bunlar olurken Ceony beklenmedik olaylar yaşamaya başlar; birkaç saldırı girişimi ve geçmişten gelen kötü organ büyücüleri genç büyücüyü zora sokmaktadır. Bir taraftan bunlarla savaşırken diğer taraftan da güçlerinin sınırlarını keşfetmekte ve bildiklerini herkese söylememesi gerektiğini öğrenmektedir. Artık Ceony için büyücülüğün kapıları aralanmaktadır.
5. İtibarlar – Juan Gabriel Vásquez
Güney Amerika edebiyatının yıldızlarından, Düşen Şeylerin Gürültüsü romanıyla tüm dünyada büyük yankı uyandıran Kolombiyalı yazar Juan Gabriel Vásquez, son romanı İtibarlar’da, her an, herkesin başına gelebilecek bir durumu, saygınlığın, güvenilirliğin, itibarın nasıl bir anda, geçmişteki bir olay yüzünden sarsılabileceğini, kamuya mal olmuş figürlerin mahrem hayatlarının ne gibi sonuçlar doğurabileceğini, nefes nefese okunan bir kurguyla anlatıyor.
Javier Mallarino, yalnızca mürekkep ve kalem kullanarak yasaları değiştirme, yargı kararlarını tersine çevirme, politik kariyerleri yok etme gücüne sahip, ülkesinde adeta bir efsaneye dönüşmüş, çok etkili bir siyasi karikatüristtir. 40 yıllık başarılı kariyerinin sonunda, gücünün zirvesindeyken, genç bir kadının ziyaretiyle kendisini birdenbire tüm yaşamını, geçmişini, kariyerini, itibarını etkileyecek bir olayın içinde buluverir.
İtibarların üzerinde yükseldiği zemin son derece kaygandır; geçmişin ağırlığı, politikanın çirkefi, ilişkilerin tıkanmışlığı, belleğin zaafları karşısında bir anda yerle bir olabilirler.
“Pusulasını şaşırmış zamanlar yaşıyoruz. Liderlerimiz hiçbir şeye liderlik etmiyorlar ve daha da kötüsü olan biten hakkında bize hiçbir şey anlatmıyorlar. Orada devreye ben giriyorum. Ben insanlara ne olup bittiğini anlatıyorum. Bizim toplumumuzda önemli olan ne olup bittiği değil, ne olup bittiğini kimin anlattığıdır. Bunu anlatmayı sadece politikacılara mı bırakacağız? Bu bir intihar olurdu, ulusal bir intihar.”
6. Ölüm Kalım Oyunu – Emmett Grogan
“1960’ların yeraltı hakkında yazılmış en iyi ve sahici kitabı…”
-Dennis Hopper-
“Emmett Grogan türünün en iyi hippi savaşçılarından biriydi. Aynı zamanda bir keş, bir manyak ve yetenekli bir aktör ve asi bir kahramandı… Bunların yanı sıra, bütün arkadaşlarının baş belasıydı… Ölüm Kalım Oyunu muhteşem bir yapıttır…”
-Abbie Hoffman-
“Emmett Grogan harika bir hikâye anlatıcısıydı, Ölüm Kalım Oyunu şahane bir kitaptır.”
-Jerry Garcia-
Ölüm Kalım Oyunu 1960’ların kent gerillası Emmett Grogan’ın sıra dışı hikâyesidir. Amerikan kentlerinin sokaklarını kasıp kavuran isyancı bir dalganın soluksuz bir anlatımı sunulmaktadır romanda. Kolluk kuvvetleri, yasa ve devletle başı sürekli derde giren ama hiçbir surette uzlaşmayan, durmaksızın otorite odaklarını protesto eden, onlara karşı koyan bir direnişin çarpıcı hikâyesi…
Emmett Grogan Ölüm Kalım Oyunu’nda okuru rotasında kurtuluş ve kişisel özgürlüğün olduğu çılgın ve neşeli bir serüvene çıkarmaktadır…
7. Ağızdaki Kuşlar – Samanta Schweblin
Aynanın karşısında dikilip gülüşüyoruz. İçimizdeki his, seyahate çıkarken hissedilenin tam tersi. Mutluluğumuzun sebebi yola çıkmak değil, bulunduğumuz yerde kalmak. Hayatındaki en harika yıla, aynı koşullarla yaşayacağın bir yıl daha eklemişsin sanki. Aynı yolda devam etmek için bir fırsat.
Fantastik ve bilinmezden ilham alan bu öykülerde modern yaşamın normalliği göreceli bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Çağdaş Arjantin edebiyatının en çok konuşulan öykücülerinden Samanta Schweblin olağanlığı beklenmedik sapmalarla kışkırtarak insanların, ilişkilerin ve medeniyetin kırılganlığına dair gölgeli kesitler sunuyor.
Arjantinli devlere olduğu kadar Kafka, Poe ve Carver’a da göz kırpan Ağızdaki Kuşlar’ı tekinsiz bir keyif le okuyacaksınız.
“Günümüz İspanyolca edebiyatın en ümit vaat eden yeteneklerinden biri. Bu genç yazarın önünde parlak bir geleceğin uzandığına hiç şüphem yok.”
– Mario Vargas Llosa-
“Yeni Arjantin anlatısının en güçlü seslerinden.
Bioy Casares’in veliahdı.”
– El Mundo-
8. Ölümlü Ölümsüz – Mary Shelley
Bu yıl 200. yılını kutlayan Frankenstein’ın yaratıcısı Mary Shelley’den kült bir öykü: Ölümlü Ölümsüz
Shelley’nin edebi dehasını açığa çıkaran ve ilk kez Türkçeye çevrilen bu eser, sonsuzluk, ölüm ve aşk kavramlarını ele alıyor.
Ölümlü Ölümsüz, Maria Brzozowska’nın Delidolu Yayınları için resimlediği sert kapaklı özel baskısıyla koleksiyon değeri taşıyan bir kitap.
Çocukluk aşkı Bertha’ya duyduğu aşkın yakıcılığından kurtulmak için ölümsüzlük iksirini yudumlayan Winzy, başlangıçta bunu bir armağan olarak kabul edip ebedi bir huzura kavuştuğunu düşünür. Ancak, sevdiği herkesin ölümüne tanık olmak zorunda kalan genç adam için bu sonsuzluk, kısa sürede bitmek bilmez bir işkenceye dönüşecektir.
Zamanının ötesindeki yapıtlarıyla, iki yüz yılı aşkın süredir, edebiyata yön vermeyi sürdüren Mary Shelley, Ölümlü Ölümsüz’de bir türlü ölemeyen yalnız bir adamın sessiz haykırışını gotik unsurlarla örerek şiirsel bir öyküye dönüştürüyor.
9. Tarçın Dükkânları – Bruno Schulz
Bruno Schulz 1942 yılında bir Nazi subayı tarafından katledildiğinde dünya edebiyatı bu erken kaybın henüz farkında değildi. Hayatı boyunca, eserleri hakkında çok az konuşuldu, ancak olağanüstü yetenekleri zamanla kendisine uluslararası bir okur kitlesi kazandırdı. Proust ile karşılaştırılıp Kafka’nın Lehçedeki ruh ikizi olarak da anılan Schulz’un öyküleri, yirminci yüzyılın en yetenekli ve etkili yazarlarından birinin gerçeküstücü üslubunu da gözler önüne seriyor. Tarçın Dükkânları, Neşe Taluy Yüce’nin Lehçe aslından yetkin çevirisiyle Türkçede.
“Hayal gücü açısından zengin, dünyevi tutkular açısından duygusal, üslupta zarif, nükteli, gizemli bir estetik bakışla desteklenmiş öyküler.”
– J.M. Coetzee –
“Schulz kolayca sınıflandırılamaz. Kimi zaman bir gerçeküstücü, bir simgeci, kimi zaman ise bir dışavurumcu, bir modernist olarak adlandırılabilir… Bazen Kafka gibi, bazen Proust gibi yazan Schulz, onların ulaşamadığı derinliklere ulaşmayı başardı.”
– Isaac Bashevis Singer –
“Kitaplarımı her açtığımda, evini nadiren terk eden bu yazarın, kendine özgü bir dünyayı ve gerçekliğin alternatif bir boyutunu nasıl yarattığını yeniden keşfetmek beni hayrete düşürüyor.”
– David Grossman –
10. Marina – Carlos Ruiz Zafón
Barcelona’da bir yatılı okulda okuyan 15 yaşındaki Óscar Drai bir anda ortadan kaybolur. Yedi gün yedi gece boyunca Óscar’dan hiç haber alınamaz.
Óscar şehrin eski bir mahallesini keşfederken tuhaf bir kızla tanışır. Kızın adı Marina’dır. Onu bir mezarlığa götürür. Birlikte her ayın son pazar günü yapılan bir ayini izlemeye koyulurlar. Sabah saat tam onda, siyah kadife pelerinli bir kadın, arabadan inerek isimsiz bir mezarın üzerine tek bir gül bırakır.
Óscar ile Marina kadını takip ederler. Ve böylece, şehrin sokaklarının altındaki gizemli labirentte, dehşet dolu bir hikâye sarmalı içinde bekleyen karanlık sır perdesi aralanır.
Rüzgârın Gölgesi ve Meleğin Oyunu gibi uluslararası çoksatan romanlarıyla İspanya’nın yaşayan en tanınmış yazarlarının başında gelen Carlos Ruiz Zafón’dan kült bir genç yetişkin romanı.
11. Suat’ın Mektubu – Ahmet Hamdi Tanpınar
Tanpınar Külliyatı yeni eserlerle genişliyor… Tanpınar Arşivi’nden yayına hazırlanan ilk kitap : Suat’ın Mektubu
Tanpınar, Huzur’u yayımladıktan sonra yaptığı bir söyleşide kendisine yöneltilen, “Huzur devam edecek diyordunuz?” sorusuna “Edecek, tabii edecek. Mümtaz ölmemiştir. Hâlâ yaşıyor ve yeni bir insan olarak doğmak için beni zorluyor” cevabını verir ve şunu ekler: “Fakat daha evvel Huzur’un öbür kısmını neşredeceğim, yani Suat’ın Mektubu’nu. Küçük bir eser, okuyucu orada Mümtaz’ın meselelerini daha başka bir planda görecektir.”
Tanpınar’ın bu niyetini kuvveden fiile çıkardığını İÜ Türkiyat Enstitüsü’nde bulunan arşivindeki sayfalar göstermektedir. Bu sayfalar, eksik de olsa Tanpınar’ın “küçük bir eser” olacak dediği mektup üzerinde ciddi bir emek harcadığını göstermektedir. Sayfaların büyük bir kısmı daktilo edilmiş, bunların her biri daha sonra eski yazıyla bol miktarda çıkmalar ve eklemelerle epeyce değiştirilmiştir. Daktilo edilmesi, kalemle yazmayı tercih ettiğini bildiğimiz Tanpınar’ın metni en azından bir defa elinden çıkardığını, daha sonra üzerinde yeniden çalışmaya başladığını gösteriyor.
Suat’ın Mektubu; Huzur romanının karakterlerinden Suat’ın, arkasında Mümtaz’a hitaben yazdığı bir mektup bırakarak intihar etmesini işler. Huzur’da bir paragrafı yer alan bu mektupta Suat açısından Mümtaz’ın anlatılması ve Suat’ın kendi içine dönerek kendisini açıklaması ilgi çekicidir. Bu yarım kalan eseri kitaplaştırmayı tercih etmemizin nedeni de Huzur romanıyla olan bu doğrudan ilişkisidir.
İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nde bulunan Tanpınar Arşivi, Prof. Dr. Handan İnci’nin çabalarıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Marmara Üniversitesi ve İÜ Türkiyat Enstitüsü’nün işbirliğiyle dijitalleştirilmiştir. MSGSÜ bünyesinde kurulan “Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Araştırmaları ve Uygulama Merkezi” tarafından arşiv üzerinde çalışmalar devam ettirilmektedir. Suat’ın Mektubu, bu çalışmaların ilk ürünüdür.
Suat’ın Mektubu’nu kitapta üç farklı şekilde göreceksiniz. Birinci bölümde, Tanpınar’ın üzerini çizdiği kelime ve satırlar metinden çıkarılmış, gerekli yerlerde sayfaları birbirine bağlayacak kısa notlar konulmuştur. Bu şekilde yazarın metnine sadık kalınarak bir kurgulamaya gidilmiştir. İkinci bölümde ise aynı sıralamaya bağlı kalmakla birlikte bu defa hiçbir ayıklama yapılmamış, üstü çizili bütün kelimeler ve iptal edilmiş paragraflar olduğu gibi muhafaza edilmiştir. Bu bölümde ayrıca arşivdeki sayfaların görsellerine de yer verilmiştir.
12. Bir Yazarın Yolculuğu – Elena Ferrante
“Napoli Romanları” dörtlemesiyle tüm dünyada büyük yankı uyandıran münzevi yazar Elena Ferrante, bu derlemeye altbaşlık olarak frantumaglia ismini verdiği kavramı, “kırık parçacıklar karışımı, başka türlü tanımlanamayan bir rahatsızlığın öznel ifadesi” sözleriyle tanımlıyor.
Bir Yazarın Yolculuğu’nda Gerçek kimliğini gizlemesi, edebiyatına esin kaynağı olan konular, siyaset ve kültür, günümüz toplumlarında edebiyatın rolü gibi konuları irdeleyen büyük yazar, bundan başka “kadın yazar olmak”, “erkekegemen toplum ve düşünce eleştirisi”, “feminist yazın ve düşüncenin önemi” gibi, hele bugünler daha da vahim bir şekilde gündeme yerleşen konuları da ele alıyor. Öte yandan yazarlıkta nasıl karar kıldığını, romanlarını yazma sürecini de aktarıyor Ferrante – romanlarındaki tüm dünyada yankı bulan sesiyle; yani dolaysız, içe işleyen, sakınmasız, büyüleyici ve alabildiğine samimi bir üslupla…
“Kadın olmak akış halinde yaşamak demektir. Ferrante’nin bu içgörülü yazını edebi geleneği tersyüz ediyor ve böylece kadın olmak evrenselliğin ölçütü haline geliyor.”
13. Ruth – Lou Andreas Salome
Lou Andreas-Salomé yapıtlarında kendi deneyimlerinden yola çıkarak, geleneğin kısıtladığı hayatlarında kendi yollarını bulmaya çalışan kadınları, yetişkinliğe adım atmaya hazırlanan genç
kızları anlatmıştır. Bu kadın hikâyeleri arasında kilit önem taşıyan Ruth, yazarın sağlığında en çok ilgi çeken yapıtıdır. 1895 yılında yayımlanan roman zamanın edebi zevkini yansıtır.
Çocuksu bir çekiciliğe sahip esrarengiz bir genç kız, işini çok seven bir eğitimci olan öğretmeninin kalbini tutuştururken, yaşadıkları karşılıklı bir büyülenmeye dönüşür. Genç kızın iç âlemi psikolojik tahlillerle aktarılır. 1928 yılına dek on baskı yapan Ruth’un okurları arasında Rainer Maria Rilke ve Sigmund Freud gibi ünlü kişiler de vardı. Hatta romandan çok etkilenen Rilke kendi kızına “Ruth” adını vermişti.
14. Nora’ya Mektuplar – James Joyce
Merak ediyorum, bende bir delilik var mı diye.
Yoksa aşk delilik mi? Bir an seni bir bakire ya da Madonna gibi görüyorum, sonra utanmaz, küstah, yarı çıplak ve açık saçık görüyorum! Ya sen beni nasıl düşünüyorsun? Benden iğreniyor musun?
James Joyce, önce sevgilisi sonra karısı olan Nora Barnacle ile 1904 yılından 1924 yılına kadar aralıklarla mektuplaşır. İlk kez 1950’de ortaya çıkan mektuplar, 1957’den beri Cornell Üniversitesi’nin koleksiyonundadır. Kayıp olduğu bilinen ve bir kitabın yaprakları arasında bulunmasının ardından, 2004 yılında bir müzayedede -geçen yüzyılın bir mektup için en yüksek fiyatı olan- 240.800 İngiliz Sterlinine alıcı bulan mektubunu da okuyabileceğiniz
Nora’ya Mektuplar, Joyce’un, aşk evlilik, toplumun değer yargıları, kilise, yazdıkları ve yazacakları, bir yazar olarak hayalleri, kızgınlıkları hakkında pek çok düşüncesini, duygusunu açığa vuruyor.
15. Lirik Defterler – Hilmi Yavuz
Lirik-olan, tin’i kötülüklerden arındırır. Ben, lirik-olan her ne ise, onunla yaşamayı yeğledim. Ve kötülüklerden arınmak için yazdım bu ‘Defterler’i. Bu nedenle de adı Lirik Defterler olsun istedim.
16. Küçük Adam Ne Oldu Sana? – Hans Fallada
“Fallada, yaşananları bu derece gerçekçi ve doğru bir şekilde, böylesi hayata yakınlıkla aktardığı için övgülerin en büyüğünü hak ediyor.”
-Hermann Hesse-
20. yüzyıl Alman edebiyatının en önemli isimlerinden biri olan Hans Fallada’yı dünya çapında üne kavuşturan, beyazperdeye uyarlanan 1932 tarihli Küçük Adam, Ne Oldu Sana?, sansürsüz haliyle okurla buluşuyor. Bir süre önce, Fallada’nın el yazmaları incelenerek, romanda aktarılan gerçekleri ve sert siyasi saptamaları bu kadar açık ve ayrıntılı biçimde yayınlamaya çekinen yayıncısı tarafından metne sansür uygulandığı tespit edilmişti. Fallada’nın “Nazi karşıtı faaliyet” suçlamasıyla bir süre hapsedilmesine de neden olan başyapıtı, 85 yıl sonra özgün haliyle ilk kez yayınlanıyor.
Roman, 2. Dünya Savaşı öncesinde, ekonominin çöküşüyle yoksulluğun arttığı ve Nazi rejiminin güç kazanmaya başladığı günlerde geçer. 1930’ların Almanya’sında hayata tutunmaya çalışan milyonlarca “küçük adam”dan biri olan Johannes Pinneberg, üç kişilik ailesine onuruyla bakabilmek için var gücüyle çalışmaktadır. Gün geçtikçe güçleşen yaşam koşulları, onları neredeyse açlık sınırına kadar götürür. Pinneberg, hayat mücadelesinde her gün umudunu biraz daha yitirecektir. Nazizmin ayak seslerinin yaklaştığı bu ortamda, içinde duyduğu büyük öf ke, çaresizlik ve haksızlıklara karşı sesini yükseltemeyen bütün toplumların ortak duygusu olarak tarihe geçecektir.
“Yaşanan gerçeklere sadakati inanılmaz… Uzun zamandır Küçük Adam, Ne Oldu Sana? kadar ilgi çekici bir kitap okumadım.”
-Thomas Mann-
17. Kardeşim Escobar – David Fisher, Roberto Escobar
Pablo Escobar’ın ağabeyi Roberto Escobar anılarını kaleme aldığı Kardeşim Escobar kitabına şu sözlerle başlıyor: “Hakikat Pablo ile o çatıda öldü. Fakat bu, bildiğim kadarıyla Pablo Escobar ve Medellín Karteli’nin hikâyesi…”
Tarihte çok az insan hem nefret edilip hem de bu kadar sevilmiştir. Pablo Escobar adını Jesse James, Al Capone’la birlikte tarihin karanlık sayfalarına en başarılı, acımasız ve kuşkusuz en iyi tanınan uyuşturucu kaçakçısı olarak yazdırdı. Roberto Escobar’ın biyografisi, kardeşi Pablo’nun çocukluğundan, aile hayatına, dönemimizin en büyük suçlularından birine dönüşmesine ve Medellín Karteli’nin iç işleyişine dair bilinmeyenleri ortaya seriyor.
“Ben hiçbir zaman büyük duyguların adamı olmadım. Hayatı bütün renkleriyle kabullenirim, olduğu gibi. Bir zamanlar şampiyon bir bisikletçiydim, sonra ulusal takımın başına geçtim. Bisiklet fabrikamda yüzlerce işçi çalıştıran ve beş dükkân sahibi başarılı bir işadamıydım. İşte Pablo, benden uyuşturucu işinden kazandığı parayı yönetmemi o zaman istedi. Benim için böyle başladı. O yıllardan kalma pek çok yara izim var, vücudumda ve ruhumda…”
18. Babam Sağolsun Frankenstein 200 Yaşında – Irmak Ertuna Howison, Özgür Çiçek
Avrupa’da bir canavar dolaşıyor!
Özgür Çiçek ve Irmak Ertuna Howison, Mary Shelley’nin kült eseri Frankenstein’ın yayımlanışının 200. yıldönümünde Kutsal Kitaplardan Romantiklere, yaratıcılığın tekinsiz diyarlarında canavarın elinden sevgiyle tutarak dolaşıyorlar.
Dr. Frankenstein’ın ceset parçalarından yarattığı, sonra da derin bir tiksintiyle yüzüstü bıraktığı öksüz canavar, insanın kıyısında durup sevilmeyi bekledi. Bir insan eli uzansaydı ona, hiç kötülük yapmayacak, sıcak, mutlu çatıların altına sığınacaktı. Yalvardı babasına, kendisine bir eş, onu sevebilecek bir ucube yaratması için. Dünya denilen cehenneme sürgün; sevgisiz, kimsesiz, gittiği her yere dehşet yayan uğursuz bir canavar olarak işlediği cinayetlerde acı dolu bir çığlığın izi vardı: “Baba beni neden terk ettin?”
19. akışkan deney – A. Emre Cengiz
Dergilerde yayınladığı deney ağırlıklı şiirleriyle tanınan genç şair A. Emre Cengiz’in ilk kitabı olma özelliğini taşıyan ‘akışkan deney’ bir yandan varolma mücadelesi verirken öte yandan da uygarlığın blöfünü görmeyi teklif eden bir kitap. Modern büyübozumunu özyıkım üzerinden biçimlendirirken modernin ürettiği yoz etik değerleri ve toplumsal açmazları dert edinen bir yapıt olma özelliğini taşıyor. Nesnenin her şeyi yutan hali kitaptaki şiirlerin dinamiği haline gelince modern klişeler de bu yoğun yaratı evreninde akışkanlaşıp bertaraf ediliyor. Kitap, çağdaş deneysel avangardın önemli yapıtlarından biri olmaya aday olmasıyla ilgi çekici.
20. Gökteki Bütün Kuşlar – Charlie Jane Anders
Kuşlarla konuşabilen ve kendisine cadı diyen küçük bir kız ile zamanda iki saniye ileri gitmeyi sağlayan bir zaman makinesi icat eden, bambaşka diyarların hayalini kuran küçük bir oğlanın kesişen yolları; doğanın insanlarıyla bilimin insanları arasında büyük bir savaşı, insanlığın yıkımını ve nihayetinde kıyameti başlatıyor.
Patricia Delfine diğer insanlardan farklıydı. Doğanın dilini, gökyüzündeki bütün kuşların ne söylediğini anlayabiliyordu. Gençlik yılları, içindeki doğaya kaçma ve cadı olma arzusu ile bulunduğu yere ait olmadığı hissi yüzünden ailesi ve okuldaki diğer çocuklar tarafından baskı ve zorbalığa uğrayarak geçmişti. Herkes ondan uzak duruyordu, bir kişi dışında: Laurence Armstead.
Laurence Armstead yaşına göre fazla zeki bir çocuktu. İki saniyelik, hiçbir işe yaramadığını düşündüğü bir zaman makinesi icat etmiş, çocukluğu ailesi tarafından ihmal edilerek ve ergenliği de okuldaki zorbalar tarafından itilip kakılarak geçmişti. O eve, o aileye, o okula ve insanların arasına ait olmadığının farkındaydı.
Ve toplumdan dışlanmış iki sıradışı çocuğun yolları bir tesadüf sonucu kesişirken dünyanın sonunu şekillendiren kader ağlarını örmeye başlayacaktı. İşinin ehli bir suikastçı, Laurence’ın dolabının içinde yarattığı bir yapay zekâ, tek sözcükle insanları lanetleyen cadılar ve büyücüler, başka gezegenlere açılacak kapılar inşa eden biliminsanları…
Belalar ve mucizelerle dolu hikâyelerini başlatan o küçük tesadüf onları bir kere buluşturduktan sonra hayat –belki büyü belki de bilim– Patricia ve Laurence’ı tekrar tekrar karşılaştırmaya devam edecekti, onlar tek bir şeyi anlayana dek: Aralarında yok edilemez şeyler olduğunu.