Aristoteles’in (MÖ 384-322) fizik-metafizik mantığını bilimsel metodoloji olarak kanıksayan modern anlayış, şiddet olgusunu da kategorize ederek anlamlandırmaya çalışmıştır. Her şiddet gerek uygulaması gerekse etkileri bakımından aynı değildir. Fiziki şiddet, sözlü şiddet, duygusal şiddet.. Şiddetin türü itibariyle farklılıklar içerdiği görülüyor. Bu yönteme göre şiddeti toplumsal roller, statüler ve ortamlar üzerinden daha da çeşitlendirmek mümkün. Kültürel şiddet, siyasi şiddet, ekonomik şiddet, sanal şiddet de bunlara örnek olarak sayılabilir. Yalnız, kanaatimce burada önem kazanan şey, bu kategorizasyonun çözüm noktasında ne kadar işe yarar olduğu meselesidir.
Modern insan her konuda yaptığı gibi, şiddeti tanımlama noktasında da bilimsel açıklamalar getirmeye, felsefi açılımlar sunmaya çalışıyor ve pozitivist anlayışın süreği olarak savından ziyade yöntemini “alternatifsiz” argümanlarla destekleyerek tuhaf bir epistemolojik fetişizmin içine dalıyor. Bu bakış açısına göre sosyolojik ve psikolojik değerlendirmeler şiddeti tanımaya ve tanımlamaya kâfi gelmiyor. Bilimin yönlendirmesiyle farklı disiplinlerin yardımına başvuruluyor. Bütün bu çabalar mevcut sorun yumağına bir düğüm daha atmaktan başka bir işe yaramıyor gibi görünüyor. Zira şiddet geçen her an biraz daha genleşerek toplumun her katmanında kendine mevzi kazanıyor. Oysa ortaya konan çabalar şiddeti doğa ve doğallık ile ilişkilendirerek ‘vahşi’ kavramının da yardımıyla uygarlaşmamış yapıların bir özelliği şeklinde göstermeyi amaçlamakta ve modern toplumun şiddetten arındığı imajını vermeye çalışmaktadır. Söz konusu mantığa göre insanlık tarihinde ne kadar geriye gidilirse vahşilik ve dolayısıyla şiddet o kadar artacaktır. Tersinden bakıldığında ise tarihsel süreç içerisinde günümüze yaklaştıkça -en azından uygar denilen toplumlar açısından- şiddetin azalması gerekmektedir.
Nora Kitap’ın yayınladığı Şiddetin Arkeolojisi adlı eser şiddetin ilkel toplumlar nezdinde ne anlama geldiğini göstermeyi amaçlıyor. Fransız antropolog ve etnolog Pierre Clastres (1934-1977) tarafından yazılan metinde topluluk psikolojisi antropolojik açıdan sorgulanıyor. İlkel Toplamlarda Savaş alt başlığıyla yayınlanan eserin çevirisini Sarp Tuna yapmış. Metin elli altı sayfalık bir kitapçık lakin içeriğin doluluğu küçük ebatını katbekat aşıyor.
![](https://www.neokuyorum.org/wp-content/uploads/%C5%9Eiddetin-Arkeolojisi.jpg)
– Şiddetin Arkeolojisi / Pierre Clastres / Nora Kitap / Çeviri: Sarp Tuna
İlk başta ilkel toplumların ortaya çıkışı ve ‘biz’ anlayışının oluşumundan bahseden yazar, insanın devlet mekanizmasına geçmeden önceki yaşadığı sosyal ve siyasi hayatta şiddete başvurmasının nedenlerini irdeliyor. Modern kanıya göre ilkellik insanın şiddete başvurmasının birincil nedenidir. Oysa ilkel insanın sırf bu vasfından dolayı şiddet uygulamasına gerek yoktur. Akrabalıklar aracılığıyla küçük gruplar oluşturmaya başlayıp ‘biz’ ve ‘öteki’ olgusu teşekkül ettiğinde şiddet için alan ayrılmaya başlamış demektir. Bu aşamadaki en önemli yapı üzerinde yaşanan toprak olmaktadır. Clastres tezini daha da ileri götürerek ticaret ve savaş ilişkisini ortaya koymaya çalışıyor. Topluluklar güçlerini büyütmek amacıyla ittifak kurmayı keşfetmiş ve bu aşamada kadını meta olarak kullanarak akraba olmaya başlamıştır. Güç için akraba olma hamlesi siyasi yakınlaşmaları beraberinde getirmiştir. Kadın armağan/mübadele ekonomisinin en önemli parçasıdır.
Pierre Clastres yaptığı analizlerde Thomas Hobbes’un (1588-1679) “herkes herkesin düşmanı” anlayışıyla Levi-Strauss’un (1829-1902) “savaş, ticari anlaşmazlığın ürünüdür” söylemlerininin karşılaştırmasını yapıyor. Konu ilkel toplumlar olunca ticaret olgusunun da atası sayılabilecek ‘armağan’ sistemi devreye giriyor. Armağan sisteminin temeli mübadele uygulamasına dayalıdır. Buna göre topluluklar kendi içlerinde ihtiyaç duydukları şeyleri değiş tokuş ederek gidermektedir. Bu dönemde modern ekonomi anlayışındaki ‘artı-değer’ olgusu bulunmamadığından henüz küçük bir grup olan yapıda biriktirme aşamasına geçilmesine gerek yoktur. Çünkü bu küçük grup içerisinde biriktirilen şey hiçbir işe yaramayacaktır. Şiddet bahsi bu durumdaki yapı için söz konusu edilemeyecektir.
Hobbes’un Toplumsal Sözleşme’nin temeline koyduğu uzlaşı anlayışı savaşı/şiddeti bitirmeye yöneliktir. Bu uzlaşının uygulayıcısı ve devamlılığını sağlayacak olan devlettir ve devlet bu işi yaparken teknik olarak şiddet kullanacaktır. Hobbes, insanın ontolojik olarak şiddete meyilli olması noktasında isabet etmiştir fakat savunduğu tez şiddeti ortadan kaldırmamıştır. Yazara göre Hobbes tezinin ikinci kısmında yanılmıştır.
Levi-Strauss ise insanın yapısal (varoluşsal) olarak şiddet eğilimli olmadığı ve fakat ticari anlaşmazlıklar nedeniyle şiddete meylettiğini ileri sürmüştür. Karşı karşıya gelen otarşik gruplar armağan/mübadele ekonomisinin sürekliliğini sağlayamadığı durumlarda şiddete (savaşa) başvurmuştur. Bu noktada güçlü olan grubun ayakta kaldığı görüldüğü için ittifak mekanizması geliştirilmiştir. İttifak için akrabalık derecesinde yakınlık kurulması en faydalı yöntemdir ve bunun için de en önemli armağan/mübadele unsuru kadındır. Buradaki ticari anlayışın işlemediği durumlarda şiddete başvurulmuştur. Yazara göre Levi-Strauss da tezinin ilk aşamasında yanılmıştır.
Hobbes ve Levi-Strauss’un açıklamalarının hatalı olduğunu ileri süren Pierre Clastres insanın doğuştan şiddete eğilimli olduğunu, gruplar hâlinde yaşayan ilkel insanların ‘biz’ ve ‘öteki/ler’ bilinciyle hareket ettiği için de şiddete kolaylıkla başvurduğunu savunuyor. Bu noktada Levi-Strauss ile ayrışıyor.
Clastres, ilkel topluluklarda bağımsızlığı en önemli olgu olarak tanımlıyor. Ona göre devlet idesi bu otarşik/özgür/bağımsız grupların sonu olmuştur. Bu bağlamda ilkellik ve devlet karşıtlığı bağımsızlık anlayışının baskın olduğu düşünce biçimidir. Bu noktada da Hobbes ile ayrışıyor.
Yazar ileri sürdüğü tezini aynı zamanda şiddet/savaş karşıtlığı olarak da tanımlıyor. Ona göre armağan/mübadele ekonomisinin uygulandığı otarşik yapılarda savaşa ve dolayısıyla şiddete gerek kalmamaktadır. Şiddeti sadece savaş ve toplumların birbirine uyguladığı baskı olarak algılayan anlayış için yazarın bu savı doğru olabilir lakin bu durumda topluluk içi şiddet olgusu açıklanmış olmuyor. Oysa şiddetin başlangıç noktası topluluğun kendi bireyleri arasında uyguladığı şiddet olarak değerlendirilebilir. Kendi üyelerine şiddet uygulamaktan çekinmeyen grup ‘öteki’ gruplara şiddet uygulamaktan hiç çekinmeyecektir. Şiddetin Arkeolojisi tarihsel süreç içende biçim değiştirerek süregelen şiddet olgusunun antropolojik yönüne arkeolojik bir bakış atmayı sağlıyor ve bugünün insanının şiddet psikolojisini anlamaya katkı sunuyor.