Önce İngiltere’de ardından Fransa’da krallığa ve feodaliteye karşı zafer kazanan burjuva yeni bir çağ başlatırken, diğer taraftan Avrupa’ya farklı bir dünya görüşü kazandırdı. Bu insanlar ticaretle uğraşıyorlardı ve doğal olarak buna engel teşkil edecek hemen her kuralı değiştirmekte gecikmediler. Devletin ticarete olan müdahalesi yıllar geçtikçe daha da azaldı, liberal politikalar izlendi ve günümüzde artık tamamen sermayenin egemen olduğu bir dünya meydana geldi. Bu kısa zamanda olmadı, aşama aşama gerçekleşti. Son çeyrek yüzyılda dünyayı egemenliği altına alan kültür ortaya çıktı ve buna postmodernizm dendi.
Postmodernizm, doğruluğu insandan insana değişkenlik gösteren bir kavram olarak ele alır ve bu yüzden onu reddeder. Her insan istediğini düşünmekte özgürdür. Gerçek diye bir şey yoktur, herkesin gerçeği kendisine göredir. Bunların yanı sıra ahlak diye bir şey de yoktur çünkü o da kişiden kişiye değişir. Hemen her insanın farklı olduğunu ve bunun asla bir noktada sabitlenemeyeceğini savunur. Bu yüzden kişiler özgürdür, sermaye liberaldir, dileyen dilediğine inanır ve yasalar çerçevesinde istediği her şeyi yapmakta özgür kılınmıştır.
Bu tanıma bakan herkes postmodernizmin iyi bir şey olduğuna kanaat getirebilir. Fakat bu tamamen bir yanılsamadır. Doğruluğun ve gerçekliğin olmadığı yerde ahlak devre dışı kalır ve elde edilen kitle sorgusuz sualsiz bir şeyin arkasına takılmış, ne yaptığını da ne istediğini de bilmeyen bir grup haline gelir. Yaptığı eylemleri ve fikirleri sorgulanmayan bir insan doğruyu veya yanlışı bilebilir mi? Doğru ve yanlış arayışına düşmeyen, dilediğince yaşadığını düşünen insan belli bir ahlak inşa edebilir mi? Ahlak sahibi olmayan insan ideoloji sahibi olabilir mi? İşte postmodern akımın günümüzde, özellikle gençler üzerine oluşturduğu ideoloji budur. Ahlak çok sınırlıdır, herhangi bir kişisel ilke yoktur, ideolojiyle kimse uğraşmaz. Herkes farklı ve özgür olduğunu düşünse de çevremize baktığımızda yoğun özgüven problemi yaşayan ve bu yüzden de diğerlerini taklit eden, özgür olduğunu iddia eden ancak başkalarının iyi dediği şeyi yapmakla bunu sağladığını düşünen kitle ortaya çıkar.
Burjuva sınıfı, kazandığı zaferle birlikte, çıkarlarına olan serbestliği yerleştirmek için bir dünya görüşü oluşturmak ve bunu kitlelere pazarlamak zorundaydılar. Kimsenin fikir sahibi olmadığı bir şeyi ortaya tarak gerekli desteği alamazlardı. Siyasal alanda başarının toplumsal destekten geçtiğini iyi biliyorlardı ve yavaş yavaş bir kültür inşa ettiler. Buna da “özgürlük” dendi. Buralar klişe olduğu için detaya girmeyeceğim ancak şunu bilmeliyiz ki onların amacı sadece kendilerine tanınan özgürlüktü.
Doğruluğun ve gerçekliğin kişisel ahlakı yok ettiğini ve bunun da bir ideoloji noksanlığı meydana getirdiğini söylemiştim. İdeolojisi olmayan insanın ağırlığı da olamaz ve rüzgar nereye eserse oraya savrulur. İdeolojiyi besleyen şey de kişisel ahlaktır. Eğer bir insan hurafelere karşıysa kahve falı dahil hiçbir şeye inanmaması gerekir. Bunu eğlencesine de yapmamalıdır. Ne var ki ideoloji eksikliği ve postmodern kültürün rahatlığı burada çıkar, kişi bilimi savunduğunu iddia eder ama gider yine de burçlara inanır. Sağda solda dincilere laf eder ama gider kahve falıyla mutlu olur. Görüldüğü üzere birbiriyle çok çelişik iki bakış post modern kültür sayesinde bir arada tutulabilir. Çelişkili düşünceleri savunan bir kişi de gerekli ahlaki disiplinden yoksundur. Sadece savrulur ve bir noktadan sonra sorgulayamaz. Böylece ilkesizleşir, değersizleşir ve kişiliğini oturtamaz. İşte postmodern kültürün en büyük kazığı budur; sorguladığın zaman saçma bulacağın ve düzeltmeye çalışacağın şeylerle uğraşmanı istemez. Özünde herhangi bir sorgulama istemez. Burçlara inanan bir sürü üniversite öğrencisi var ve kendilerine “Ben bilimi savunuyorum, rasyonel düşünce çığırtkanlığı yapıyorum ama bilimin defalarca çürüttüğü astrolojiden kendime bir gerçeklik çıkarıyorum. Bununla eğlenebiliyorum ve buradan kendime doğrular buluyorum” diyemiyorlar.
Mutluluğun Tanımı ve Postmodern Toplumda Karşılığı
Mutluluk bir duygu durumudur ve süresi kısadır. Bu yüzden de hayatın amacı yapılacak denli büyük değildir. İnsanlar her zaman mutlu olacağına inanır ve yaşamına bir rota çizerek oyalanır. Bu rotaya engeller ve acılar koymak zorundadır. Uğraşacağı herhangi bir meşgale olmadan mutluluğa ulaşan insan kendisini acıya verir, acılarla kendisine bir hayat kuranlar mutluluk hayali kurar ve o yönde çabalar. Görüldüğü üzere hayatın belli bir seyri yoktur, Schopenhauer’un dediği gibi can sıkıntısından kurtulduğumuz ölçüde mutluluğa, onu elde ettikten sonra da acıya doğru gideriz. Mutluluk özlemdedir, geride kalan sıkıntılı günler o zamanları atlatınca insana birden güzel görünür. Örneğin; üniversiteye giden bir birey lise günlerini gülümseyerek hatırlar ve o günlere dönmek ister. O günlerde mutlu olduğunu ve eğlendiğini düşünür. Oysa liseye giderken mutlu değildir. Sadece uzaktan iyi görünür ona. Ya da mutluluk gelecektedir ki bu insanın hayat telaşı için olmazsa olmazdır. Geleceğe mutlaka değer biçilmelidir ki yaşamak için bir neden olsun. Dünyanın en umutsuz insanı bile gelecekten bir şey bekler ve genellikle beklediği şey mutluluktur. Oysa zaman hızla gider ve bu uğraş ölene kadar bitmez.
Postmodern kültür mutluluğu farklı ele alır. Ona göre kişi özgür kalabildiği ve dilediğini yapabildiği ölçüde mutludur. Bu tanım yine bir yanılsamayı ortaya çıkarır. Kişinin dilediğini yapabildiği ölçüde mutlu olacağını söyler ama onda dilediğini yapabilecek özgüveni yok eder. Çünkü belli bir doğrunun ve ahlakın olmadığı yerde her şey kişilerin tekeline bırakılmıştır. Eğer siz insanlara ne istediğini öğrenmeyi öğretmekten önce dilediğini yapabilme özgürlüğü tanırsanız o kişi diğerleri ne yaparsa onun doğru olduğuna inanır. Ne istediğini bilmediği gibi nasıl mutlu olacağını da bilmez.
Mutluluğun bu tanımı insanları taklitçiliğe götürür. Klişe olsa da bunu en iyi sosyal medyada görmek mümkündür. Herkes farklı olduğunu iddia eder ama herkes birbirine benzer. Kalabalığa uyum sağlamadıkları takdirde kendilerini boşlukta hissederler. Ne var ki kalabalıklar, herkesi belli bir paydada toplama amacı taşıdığı için zeka seviyesini minimum düzeyde tutar. O payda etrafında toplananlar da eğer nefes almak istiyorsa minimum zeka kurallarına göre hareket etmelidir. Bugün herkes sosyal medyanın insanları aptallaştırdığını söylüyor, ben ise bu sanal dünyayı olumlu buluyorum. Sosyal medya kitlesel bir aptallığı sağlayacak kadar yaşlı değil. İnsanlar zaten özgüvenden yoksundular ve yetersizdiler, sosyal medya sadece bunu açığa çıkardı.
Acıdan Beslenmenin Dayanılmaz Konforu
Postmodern kültürün dayattığı mutluluğun ulaşılmayacağını da böylece anlamış olduk. Bunu fark eden gençler kültürün yarattığı yetersizlik duygusuna çözüm bulmak zorundaydılar. İlkeden ve ideolojiden yoksun olanlar günümüz dünyasında, özellikle gençler arasında altın gibi değerli bir kavrama dört elle sarıldılar: Acı. Buna mecburdular çünkü kendisini hem öne çıkaracak, hem de ideolojik bir temel ya da uzun düşünme süreci gerektirmeyecek bir şey gerekiyordu onlar için. Acı, mutsuzluk, ıstırap bu insanlara istediğini verdi. Çünkü acı çektiğini iddia eden bir insan gerçekliği sadece kendi dünyasına indirgemiş olur ve ancak o zaman ipleri eline alabildiği bir alan inşa edebilir. Şöyle düşünelim; bir kadını delicesine sevdiğini söyleyen ve bununla kahrolan arkadaşınızı ikna edemezsiniz. Çünkü sizin için normal olan şey onun için değildir. Dünyanın en mantıklı açıklamasını da yapsanız alacağınız cevap “Yapamıyorum, unutamıyorum” olur ve konu kapanır. Burada gördüğümüz şey acı çeken insanın karşı tarafa tahakküm kurması ve ipleri eline almasıdır. İşte acıya yaslanma tercihinin ana nedeni budur: Istıraplı olmak, acılı olmak kişiye karşı tarafa tahakküm kurma fırsatı verir ve onu diğerlerinden ayırır. Temelinde yatan şey, diğerleriyle rekabet halinde olan insanın kısa bir süre için bile olsa yarışmadan galip gelmesidir.
Acıyı tercih etmenin konforu saymakla bitmez; acılı olduğunuz için insanlar sizden önemli bir şey beklemez, ıstırabınız varsa dertleşmek adı altında insanları yanınıza çekersiniz ve yalnız kalmazsınız, kişilere artık büyüdüğünüzün mesajını verirsiniz. Özellikle ülke gençlerinin acılarla dolu bir hayat inşa etmesine şaşırmamak gerekir çünkü toplumumuzda bir insan ne kadar acılıysa o kadar olgundur düşüncesi egemendir. Bu da ukalalığı ve ciddiyetsizliği ortaya çıkarır. Örnek vermek gerekirse herkes bu ülkeden kaçmak istediğini söyler ve buna milyon farklı nedenler sıralar. Fakat kimse kendisine “Başka ülkeler beni neden tercih etsin ki?” diye sormayı akıl edemez. İngilizce öğrenmekten ziyade acılarla destekçi bulmanın konforuna alışmıştır ve bunu sorgulayacak yeterli donanımı yoktur.
Gençler acıyı çok kaypakça kullanır ve çıkarları için bunu öne sürecek kadar riyakar olabilir. Üniversite sınavına “Bize yarış atı muamelesi yapıyorlar” diyenlerin, sosyal medyada kendilerini nasıl yarış atı pozisyonuna soktuklarını hepimiz gördük.
Son dönemlerde parlayan acılı şairler ve yazarlar grubunun gereğinden fazla ilgi uyandırmasının nedeni gençlerin çözümden ziyade acı istemesidir. Buna alışmışlardır çünkü acılı olmak kolaydır, durduk yerde kimlik kazandırır insana. Ama tüketir de kişiyi. Çünkü bir noktadan sonra kişi sadece dertleriyle var olabilecek konuma gelir. Bu yüzden de sürekli ıstırap yaratmak ve bunu da insanlara pazarlamak ihtiyacı hissetmeye başlar.
Özetlersek; postmodern kültür ahlakı ve gerçekliği yok sayar ve insanların bir ilke geliştirmesine şiddetle karşı çıkar. İsteyenin istediğini yapmasını söyler ama insanlara neyi istediğini öğrenmeyi öğretmez. Kişiler farklı olduklarını düşünüp mutlu olabilirler ama bunu düşündükleri anda bir acı onları etkisi altına alır. İçten içe farklı ve mutlu olmadıklarını biliyorlardır çünkü. Kültürün yarattığı kişiliksiz kitle, bir noktadan sonra seslerini duyurmak isterler ve acı inşa ederek bunu başaracaklarına inanırlar. İplerinin elinde olduğu tek an ıstırabını diğerlerine anlattığı andır ve sadece bu anlarda yarışmadan galip ayrılır. Ancak bu bir süre sonra bağımlılığa dönüşür. Çözüm yerine acı arayan bir kitlenin sağa sola savrulmasını izleriz. Sürekli aşk şiirleri okuyup ıstıraplı romanlar okurlar. Olgunluk problemleri çözebilmektir ancak bunun farkına varmazlar. Tüm hayatlarını şizofren bir hasta gibi yaşarlar. Ne istediklerini bilmeden, bilmek için de çabalamadan.