Bir sabah elektronik posta kutumda buldum Bakele’yi. Neredeyse dört mevsim yaz olan bu şehirde yine güneşli bir gündü. Bakele mi güneş mi eritti içimi bilinmez, ama yüzümde bir tuhaf gülümseme, gözlerim dolu dolu oldu.
İşte böyle başladım Sezgin Kaymaz’ın dokunaklı hikayelerini okumaya.
Bakele, hem kitabın hem de bana en çok dokunan öykünün adı. Yazar öyle bizden, öyle içimizden hikâyeleri yine öyle sade ve bizim gibi anlatmış ki, hani bahsettiğim o tuhaf gülümseme var ya, işte o, kitap boyunca hiç gitmedi yüzümden.
Sezgin Kaymaz’ın öyküleri kısacık ve sıcacık. Sanki iyi bir restorana yemek tatmaya gitmişim, karnım doymamış ama ağzımda güzel bir tat, yüzümde bir memnuniyet… Roman olsa da doysak diyor bir yanım, böyle tadımlık daha anlamlı diyor diğer yanım.
Yazar, hem kurgusunun hem dilinin bilincinde. Her şey öyle açık ve sade. Kuyruklu uzun cümleler, öykülerin bütünlüğünü bozacak gereksiz betimlemeler yok. Diyaloglar tanıdık ve samimi.
Bu açık ve bir o kadar derin tanımlamalardan biri Su Kadar Aziz öyküsünde:
Hemen hemen her konuda anlaşırız biz Hülya’yla. Ama aksak ritimli bir anlaşmadır bu. O önden gider, ben arkadan gelip anlaşırım. O anlaştığım yer de onun ilk başta başladığı başlangıç olur genellikle. İnsanlık mesela. Hep insandı Hülya. Ben sonradan geldim.
Erkek Olan adlı öyküsü ise şöyle başlıyor:
İyiydi, güzeldi, hoştu başlarda Nurten. Sonradan bir haller geldi üzerine. Gözümü korkutmaya başladı. Fazlaca güçleniyormuş gibiydi bir kere. Baş edemeyeceğim kadar. Yanımdayken yanımdaymış gibi hissedemez olmuştum onu mesela. Ben onun yanındaymışım gibi hissediyordum.
Her öykü bildik bir sokak, gülümseten, ve tanıdık birileri, “Hayat o kadar da zor değil yahu,” dedirten…
- Bakele – Sezgin Kaymaz
- April Yayıncılık – Öykü
- 200 sayfa