“Birisi barışı başlatmalı, tıpkı savaşı başlattığı gibi.”
Stefan Zweig
1933 yılında Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi, Almanya’da oyların %43,9’unu almıştı. Tek başına iktidara gelen Hitler, iktidarının ikinci ayı itibariyle, üniversitelerde, tiyatrolarda ve kütüphanelerde büyük bir “temizlik” operasyonuna başlamıştı. Almanya’nın Berlin, Münih, Frankfurt gibi büyük kentlerinde şehir meydanlarına kamyonlarla binlerce kitap taşındı. Kütüphaneler, üniversiteler zararlı kitaplardan temizlenmek için, bu kitaplar dev ateşler içerisinde yakıldı. Kitaplar yakılırken, meydanlarda toplanan kitleler, sevinç çığlıkları atıyordu.
Bu olayın birçok benzerini, tarihin sayfalarında görebilirsiniz. İktidarlar, kendilerine zararlı gördüğü her şeyi, ortadan kaldırmak isterler. Ve bu yok etmeyi, kitlelerden saklamazlar.
“Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” 1933 Almanya’sında yasaklanan ve yakılan kitaplardan sadece bir tanesiydi. Kitap, başlangıcından son cümlesine kadar, savaşın ve savaşmanın gerçekliğini gözler önüne sürdüğü için tehlikeli bir yapıttı. Okutulmamalı, yok edilmeliydi. Böyle de yapıldı. Birinci Dünya Savaşı’nın en kanlı cephelerini anlatan bir kitap, İkinci Dünya Savaşı’nın öncesinde susturuldu.
Erich Maria Remarque, 1929 yılında çıkan “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” isimli eserinde, savaşın mutlak kötülüğünü, bizzat savaşın içerisinde olan 18-19 yaşındaki gençlerin ağzından anlatıp resmediyor. Gönüllü olarak okullarından ayrılıp cepheye “vatanseverlik” ve “milliyetçilik” duyguları sömürülerek gönderilen bu gençler, savaşın gerçek yüzünü gördüklerinde, aslında bu duyguların insanları kullanmaktan başka bir işe yaramadıklarını keşfediyor. Fakat tüm bu ayrımlara vardıklarında, ateşin içinde, süngülerin, mermilerin, bombaların, yaralıların, ölümlerin içinde ve belki de en önemlisi, cephede yalnız başlarına olduklarını fark ediyorlar. Cepheye gitmeden süslü nutuk atan o siyasilerin, devlet büyüklerinin hiçbirinin orada olmadığını, durumun karşılarında kendileriyle savaşan insanlar için de aynı şekilde tezahür ettiğini görüyorlar. Tüm savaş boyunca yalnızlar ve yaşadıkları, gördükleri sahneler sonunda, canlı olarak evlerine dönebilseler bile, aslında insanlık adına taşıdıkları tüm duyguları yok olacağı için, hiçbir işe yaramayan bir ölü olarak yaşamaya devam edemeyeceklerinin ayırdına varıyorlar. Çünkü cephede kaldıkları seneler içerisinde tüm yaşamları savaş olmuştur, hayata dair öğrendikleri tek şey öldürmek, hayatta kalmaktır. Savaş sonunda barış sağlansa bile, evlerine döndüklerinde normal bir hayat sürmeleri imkânsızdır: “18 yaşındaydık. Tam yaşamaya ve dünyayı sevmeye başlamıştık ki bizi dünyayı yok etmekle görevlendirdiler. İlk bomba bizim yüreğimizin içinde patladı. Çalışma, çaba, ilerleme dünyasıyla ilişkimiz kesildi. Böyle şeylere inanmaz olduk. Biz yalnızca savaşa inanıyoruz artık.“
Kitap savaşın tüm acımasız yüzlerini, bir bir, sahne sahne anlatıyor. Yaralıları, hastaneleri, açlığı, korkuyu, güvensizliği, yalnızlığı, çaresizliği, yabancılaşmayı, hissizleşmeyi yani yaşama dair neredeyse her şeyin, savaş alanında karşılığını bizlere gösteriyor. Seneler süren ve bitmeyen savaş, ölen yüzbinlerce suçsuz günahsız insan, çocuk yaşta ölmek için cephelere yollanan insanlar, yaralananlar, günümüzde savaş naraları atan devletlerin kendi çıkarları uğruna gözden çıkardıklarıdır aslında. Kitap da tam olarak bunu anlatıyor. Yani devletlerin kendi çıkarları uğruna, milyonlarca insanın hayatını yok etmesini…
Kitabın bir bölümünde, çarpışma esnasında bir bombanın açtığı çukurda kalan anlatıcı, bir düşman askerinin bu çukurda kendisine saldırması sonucu onu süngüsüyle yaralar. Üç gün boyunca aynı çukurda yaraladığı askerle beraber kaldığı için, yaşantısını, yanı başında hırlayarak soluyan düşman askerinin hayatını sorgular. Bize de bunu şu şekilde aktarır: “Arkadaş, ben seni öldürmek istememiştim. Şimdi buraya atlasan ve mantıklı davranacağını bilsem seni vurmazdım. Ama şimdiye kadar sen benim için yalnızca bir fikirdin. Ben de bu fikre göre davrandım. Hançerimi bir fikre sapladım ben. Ama şimdi, ilk olarak görüyorum ki, sen de benim gibi bir adamsın. Önceden hep senin el bombalarını, süngünü, tüfeğini düşünürdüm. Şimdi ise aileni düşünüyorum. Senin yüzünü görüyor, kardeş olduğumuzu anlıyorum. Affet beni, arkadaş! İnsan her şeyi iş işten geçtikten sonra anlıyor. Sizin de bizler gibi zavallı yaratıklar olduğunuzdan bize niçin hiç söz etmezler sanki? Sizin analarınız da bizimkiler gibi üzüntüde. Hepimiz ölümden aynı şekilde korkuyoruz. Aynı ölümle ölüyoruz, aynı acıları çekiyoruz. Bağışla beni arkadaş! Kim demiş sen benim düşmanımsın diye? Şu tüfekleri, şu asker giysilerini çıkarıp atsak sen de Kat gibi, Albert gibi benim kardeşim olurdun. Benim ömrümün yirmi yılını al da ayağa kalk, arkadaş! Çünkü bundan sonra ömrümün geriye kalan yanını nasıl geçirebileceğimi düşünemiyorum bile.”
Dilimiz dâhil, 50’den fazla dile çevrilen ve dünyada yaklaşık 20 milyon baskıyı gören “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” 1980 darbesi döneminde, Türkiye’de yasaklı kitaplar listesine girer. Sakıncalıdır, halkı askerlikten soğutmak Türkiye’de ağır bir suçtur. Daha sonra, cunta yönetimi gidince, yeniden basılmaya başlanır. Günümüzde birçok yayınevi, farklı çevirmenlerin yaptığı çevirilerle bu kitabı raflara koymaktadır. Birkaç ay önce yitirdiğimiz Yaşar Kemal, bu kitabı, 20. Yüzyılın kitabı olarak nitelemiştir. Ayrıca 1930 yılında çekilen sinema uyarlaması, çok fazla ses getirmiş ve yönetmenine Oscar ödülünü getirmiştir.
Savaş dilinin ağır bastığı günümüzde, savaşın ne kadar yıpratıcı, yok edici ve sonsuz sonuçları olduğunu gösteren böyle bir kitabı size tavsiye etmek istedim. Çünkü savaş, devletler açısından hangi amaçlarla ve geçerli sebeplerle çıkartılırsa çıkartılsın, makul bir çözüm değildir. Barış, yeryüzüne bir an önce hâkim olmalıdır. Cicero’nun da dediği gibi: “En kötü barış, en haklı savaştan daha iyidir.” Bu sebepledir ki, “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” barış için okunması, okutulması gereken, evrensel bir yapıttır.
Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok
Erich Maria Remarque
Engin Yayıncılık